Siyasi Haber 2026 bütçesine ilişkin eleştirel değerlendirmelere yer vermeyi sürdürüyor. Bu sefer Eğitim Sen MYK üyesi Özlem Tolu ile konuştuk ve kendisine Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi üzerine değerlendirmelerini sorduk. Eğitim Sen, geçtiğimiz ay bakanlık bütçesi üzerine rapor yayımlamıştı. Bu rapora da sendikanın web sitesinden ulaşılabilir.
***
Siyasi Haber: Milli Eğitim Bakanlığı 2026 yılı bütçesi, önceki yıllarla karşılaştırıldığında ne gibi farklılıklar göstermektedir? Bütçe planlamasının gereği olarak Bakanlık hangi kalemlere ne harcama yapacaktır?
Özlem Tolu: 2026 bütçesi, rakamsal olarak bir önceki yıla göre artış gösteriyor ama bu artışın gerçek bir karşılığı yok. 2 trilyon 896 milyar TL’lik eğitim bütçesi, ağır ekonomik kriz koşullarında, eğitim sisteminin en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak. İktidar her yıl “eğitime en büyük payı ayırdık” diyerek propaganda yapıyor ama kamusal eğitim harcamaları OECD ortalamasının üçte birine denk düşüyor. OECD ülkeleri arasında Türkiye, Meksika ile birlikte son sırada yer alıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin yüzde 83’ü zorunlu harcamalara, yani personel giderlerine ayrılmış durumda. Bu oranın yaklaşık yüzde 74’ünü maaş giderleri oluştururken yüzde 9’u da Sosyal Güvenlik Devlet Primi giderleri. Geriye kalan kaynaklar içinde mal ve hizmet alımları sadece yüzde 7, yatırım harcaması olan sermaye giderleri ise yüzde 8 civarında. Yeni okul yapımı, derslik, laboratuvar, bakım-onarım, bilimsel ve teknolojik altyapı yatırımları yok denecek kadar az.
Dolayısıyla bu bütçe eğitimi geliştirmeyi değil, mevcut durumu idare etmeyi hedefliyor. Öğrencilerin, öğretmenlerin ve okulların ihtiyaçlarını değil, sistemin kendi iç dengesini korumayı önceleyen bir anlayış söz konusu.
SH: AKP iktidarı eğitimin piyasalaşması yönünde yıllardır her türlü adımı atıyor. 2026 bütçesi kamusal bir hak olması gereken eğitimin ticarileştirilmesi yönünde yeni adımları işaret ediyor mu?
Özlem Tolu: Ne yazık ki evet. 2026 bütçesi, eğitimin daha fazla piyasalaşacağı, kamusal niteliğinin daha da zayıflayacağı bir dönemin habercisi. Siyasi iktidar uzun süredir devlet okullarını bilinçli biçimde zayıflatıyor. Okullar her yönden birer ticari işletme haline getirilmiş vaziyette. Altyapılar yetersiz. Okulların en temel giderleri velilerden alınan bağışlarla karşılanıyor. Velilerin cebinden yaptığı eğitim harcamaları AKP hükümetleri döneminde kat kat artmış durumda.
Çok sayıda okulun hijyen ve temizlik problemleri dahi çözülemiyor. Bu sorunun temel sebebi kadrolu personel istihdam edilmemesi. İŞKUR programlarıyla yarı zamanlı personel istihdam ediliyor. Bu bir yandan düşük ücretlerle ve güvencesiz çalışmayı, yani emek sömürüsünü genişletirken, diğer yandan ciddi sağlık problemleri yaratıyor.
Buna karşılık özel okullar teşviklerle, vergi kolaylıklarıyla, doğrudan ve dolaylı desteklerle büyütülüyor. Son on yılda Türkiye genelinde özel okulların sayısı iki kat artmış vaziyette. İstanbul’da ise bazı kademelerde özel okulların oranı devlet okullarını geride bıraktı.
Kamusal eğitimde öylesine bir gerileme var ki sınıfsal eşitsizlikler eğitim sistemi üzerinde çok belirginleşti. Bu da en çok dar gelirli, yoksul ailelerin çocuklarını etkiliyor. Bugün en önemli problemlerden biri ekonomik krizin de etkisiyle ortaya çıkan beslenme krizi. Sağlıklı gıdaya ve içme suyuna erişmek bile başlı başına bir sorun. Binlerce çocuk, öğün atlamak ve şebeke sularından içmek zorunda kalıyor. Bu da potansiyel sağlık problemlerinin yanında eğitimde büyük bir eşitsizlik yaratıyor.
Kamusal eğitimin, öğretmenlik mesleğinin ve tüm emekçilerin itibarına yönelik saldırılar artarak devam ediyor. Bu saldırılarının ardında daha fazla özelleştirme isteği ve kâr hırsı yatıyor. Bu da eğitimi bir hak olmaktan çıkarıp, parası olanın erişebildiği bir ayrıcalığa dönüştürüyor.
SH: Eğitimin gericileştirilmesi, laik-bilimsel-demokratik eğitimden uzaklaşılması yönünde yeni hamleler görecek miyiz?
Özlem Tolu: Bir yandan yoğun bir piyasalaşmayla kamusal eğitimin erozyonu sürerken diğer yandan eğitim alanına yönelik ideolojik saldırılar da bütünlüklü biçimde devam ediyor. Eğitim siyasi iktidarlar için çok büyük bir araç ve bugün siyasal islam anlayışıyla bir kültürel hegemonya projesi dayatılıyor. Bunun son örneği Türkiye Yüzyılı Maarif Modeliyle karşımıza çıktı. “Aklıselim, kalbiselim, zevkiselim nesiller” yetiştirmek olarak sunulan bu program bilimsellikten ve pedagojik ilkelerden bütünüyle uzak. Muhafazakâr bir içerikle iktidarın ihtiyaç duyduğu insan modelini yetiştirmeyi hedefliyor.
Aslında bu model üzerine hazırlıklar uzun süredir yapılıyordu. 2010 sonrası din eğitiminin yaygınlaştırılması, 2012’de 4+4+4 olarak bilinen Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yapılan değişiklikler, Yusuf Tekin’in Bakanlık Müsteşarlığına atanması vb.
En önemlisi, eğitim içeriğinin bütünlüklü bir şekilde değiştirilmesiyle toplumsal bir dönüşümün hedeflendiğini Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dile getirmişti: “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Hala sosyal kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var. Bizim hayalimiz olan nesillerin yetiştirilmesi konusunda hala pek çok eksikliğimiz bulunuyor.” Üstelik bunlar Ensar Vakfı’nın 2017’deki genel kurulunda söylenmiş sözlerdir. Yani bu vakıfta 45 çocuğun yıllarca istismara uğratıldığının ortaya çıktığı tarihten bir yıl sonra.
Eğitimde laiklik karşıtı uygulamaların bir diğer boyutu “değerler eğitimi” adı altında okullarda “manevi danışman”ların görevlendirilmesi. ÇEDES projesi bugün itibariyle tüm okullarda uygulanıyor ve milyonlarca çocuğa ulaşıyor. Henüz soyut düşünme becerileri dahi gelişmemiş çocuklarda travmatik etkiler bırakabilecek mezar temizliği, toplu namaz etkinlikleri, kurban kesme ritüelleri gibi etkinlikler yapılıyor.
Daha da vahimi, dini vakıf ve cemaatlerle yapılan protokoller üzerinden eğitim alanına ideolojik müdahaleler sürüyor. Bu yapılar devletin kaynaklarıyla finanse ediliyor. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün bütçesi son beş yılda neredeyse sekiz katına çıktı; 2026’da da bu artışın devam edeceği açık.
Bu protokoller, okullarda yürütülen etkinliklerden öğrenci yönlendirmelerine kadar geniş bir alanı kapsıyor ve laik-bilimsel eğitimi geri plana itiyor. Bütçedeki kaynak dağılımı da bu ideolojik tercihi yansıtıyor: Diyanet’e, dini vakıflara ve tarikatlara aktarılan pay büyürken kamusal eğitimin payı azalıyor.
SH: Son bir soru: Eğitim emekçilerinin haklarında ne gibi değişiklikler bekleniyor? Bir de, çocukların ucuz işgücü olarak çalıştırılması konusundaki uygulamalar devam edecek mi?
Özlem Tolu: Eğitim emekçileri açısından 2026 bütçesi yine büyük bir hayal kırıklığı. Ücretler reel olarak erimeye devam edecek, vergi dilimleri nedeniyle maaşlar yıl içinde düşecek. Ek ders ve yan ödemeler emekliliğe yansımadığı için emekli aylıkları açlık sınırına yakınlaşmaya devam edecek.
Ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik, performansa dayalı istihdam ve “uzman-başöğretmen” sistemiyle meslek içi ayrımcılık derinleşiyor.
Çocuk işçiliği konusuna gelirsek; MESEM adı altında çocuk işçiliğin meşrulaştırılması çok büyük eşitsizliklere yol açıyor. Çocukları okuldan koparıp işletmelere ucuz iş gücü olarak yönlendiren bu sistem, iktidarın sermaye yanlısı politikasının en çarpıcı örneği. Nitekim MESEM’lerde çalıştırılan çocukların patronlar için neredeyse hiçbir “maliyeti” yok. Asgari ücretin üçte biri oranında kazandıkları ücretler bir yana, iş kazası ve meslek hastalığı primlerini dahi devlet ödüyor. İşverenlerin kıdem tazminatı vb. gibi hiçbir ödeme yapma yükümlülüğü yok.
Çocuklar “mesleki eğitim” adı altında 4 gün MESEM’e kayıtlı işyerlerinde en ağır işleri yaparken yalnızca 1 gün okula gidiyor. 2025 yılında MESEM’lerde en az 17 öğrencinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiği biliniyor.
Diğer yandan bu sömürü yalnızca MESEM’lerle de sınırlı kalmayacak. Geçtiğimiz yıl başlatılan mesleki ortaokullar projesi bazı illerde uygulamaya sokuldu. Böylelikle çocuk işçiliği 12 yaşa kadar geriletildi. Dahası, bir de işyeri yurtları gibi uygulamaların da hayata geçirilmesi gündemde. Çocukların adeta toplama kampı koşullarında hayattan uzaklaştırılması hedefleniyor demek yanlış olmayacaktır.
Bu tablo, eğitimin kamusal bir hak olmaktan çıkarıldığını, hem öğretmenlerin hem de çocukların geleceğinin sermayenin çıkarlarına terk edildiğini ve hükümetin tüm bu uygulamalara “kararlılıkla” devam edeceğini gösteriyor.
Eğitim Sen’in tüm bu süreçte bakışı net. 2026 bütçesi bir tasarruf değil, bir tasfiye programıdır. İktidar kamusal eğitimi, laikliği, bilimsel düşünceyi, eşit yurttaşlık ilkesini hedef alırken; eğitimi piyasaya, tarikatlara ve sermayeye açmaktadır. Biz eğitim ve bilim emekçileri olarak ne bu bütçeyi ne de eğitimin gericileştirilmesini, siyasi-ideolojik saldırıları kabul etmiyoruz. Kamusal, bilimsel, laik ve ana dilinde eğitimi güçlendiren, eğitim emekçilerine insanca yaşam olanağı sağlayan gerçek bir bütçe için mücadelemizi sürdüreceğiz.
SH: Kararlılığınızı ve tutumunuzu desteklememek mümkün değil. Çok teşekkür ederiz.
