Cumhuriyet’in 97. Yılında Tarihçi Erdoğan Aydın ile Cumhuriyet’in ilan ediliş sürecini ve manasını konuştuk. 29 Ekim 1923’de gerçekleşen neydi? Erdoğan Aydın resmi tarihin çarpıtmalarının üstündeki örtüyü kaldırıyor.
SiyasiHaber
Cumhuriyet’in ilanının 97’inci yılındayız. Her 29 Ekim’de Cumhuriyet’in ilanının anlamı üzerine kapsamlı tartışmalar oluyor. Bir yanda Cumhuriyet’in ilanının toplumsal ve siyasal olarak hiçbir özel manası olmadığı şeklindeki değerlendirmelere, diğer yanda ona çok özel manalar atfeden değerlendirmelere tanık oluyoruz.
Cumhuriyet’in 97. Yılında Tarihçi Erdoğan Aydın ile Cumhuriyet’in ilan ediliş sürecini, manasını, Cumhuriyet’in ilanında kabul edilmiş parametrelerin bugünkü etkilerini konuştuk.
Gerçekleştirmiş olduğumuz röportajın ilk bölümünü bugün yayımlıyoruz. Bu bölümde Aydın, Cumhuriyet’in ilan ediliş sürecine ve manasına dair değerlendirmelerde bulunuyor. Yarın yayımlanacak olan ikinci bölümde ise Cumhuriyet’in ilanında kabul edilmiş parametrelerin bugünkü etkilerini değerlendiriyor.
Sizce Cumhuriyet’in ilanı o günkü tarihsel koşullar altında nasıl değerlendirilmelidir? Spesifik bir tanımlama yapmak isterseniz Cumhuriyet’in ilanını nasıl adlandırırsınız?
“Öncelikle bugünlerde Siyasal İslamcılığın giderek iktidarını pekiştirdiği bir atmosferde Cumhuriyet’e dair sorgulayıcı konuşmalar yapmanın ne kadar zor olduğunu tahmin edersiniz. Cumhuriyeti tartışırken, bugünkü noktaya nasıl geldiğimiz ile ilgili bir sorunu tartışıyoruz. O yüzden Cumhuriyet’in oluşum ve gelişim biçimlerini sorgulamak aynı zamanda mevcut siyasal İslamcı iktidarı geriletmek ve bir daha geri gelmemek üzere göndermek açısından da çok önem taşıyor. Bu açılım üzerinden Cumhuriyet’in ilanına gidecek olursak, başta Mustafa Kemal’in 1927’de okuduğu Nutuk olmak üzere resmi tarih bizlere Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının cumhuri bir rejimi kurup, hilafeti tasfiye etmek istediğini ama buna karşı meclisteki saltanatçıların bunu engellemeye çalıştığını o nedenle “gerekirse kelleler gidecek” denilerek bu konuda devrimci bir irade sergilediği üzerinden bir anlatı gerçekleştirilir. Hiç kuşkusuz milli mücadelenin başladığı dönemden sonraki 3-4 yıllık süreci irdelediğimizde gerçekten de saltanatın ve hilafetin giderek tasfiye edilip yerine cumhuri, laikliğe yönelen bir rejim ve bir dönüşüm gerçekleştiği çok açık. Ama 29 Ekim 1923 tarihi özgülünde yani Cumhuriyet’in resmen ilan edildiği tarih özgülünde bir açılım yapacak olursak, aslında bize anlatılanlarla gerçeğin çokta birbiriyle örtüşmediği ile karşı karşıya kalıyoruz. Şimdi şunu hemen hatırlatalım, 1921 Ocak’ında 21 Anayasası olarak bilinen anayasa aslında Birinci Meclis tarafından yapılmış ve “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” eksenli bir yerden kurgulanmıştır. Bunu kurgulayan kim? Birinci Meclis. Birinci Meclis kendi içinde farklılıkları içeren yani burjuvazinin, sosyalistlerin, görece muhafazakarların, liberallerin, dincilerin temsilcilerini içeren bir bileşimdir. Ancak Ankara’da kurulan meclis İstanbul’daki iktidarı tümüyle dışlayan bir yerden yeni bir iktidar kuruyordu. Başta Mustafa Kemal olmak üzere “rejimimiz zaten Cumhuriyet’ti biz 29 Ekim’de bunun adını koyduk” üzerinden açıklamalar gelecektir. Keza biz saltanatın 1 Kasım 1922’de tasfiye edildiğini yine bu söz konusu 21 Anayasası’nı yapan meclis tarafından tasfiye edildiğini dolayısıyla Cumhuriyet ilan edildiği zaman örneğin bir Fransız Devrimi’nde olduğu gibi sultanın devrilip yerine Cumhuriyet’in, meclis egemenliğinin kurulduğu bir dönüşüm karşısında olmadığımızı bu işin zaten önceden halledildiğini biliyoruz.
Peki halledilirken ne olmuş?
Örneğin; 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılırken bu söz konusu mecliste acaba “hayır biz sultanı istiyoruz” diyen bir muhalefet mı vardı? Hayır, böyle bir muhalefet yoktu. İki kişiden söz ediliyor. Biri Ziya Hurşit, diğeri Mersin Milletvekili Selahattin Bey gibi. Yani 350 kişilik bir bileşim içinde adını anmaya değmeyecek bir azınlık. Keza Birinci Meclis7te biliyorsunuz ikinci grup olarak anılan, ağırlıkla muhafazakarların da olduğu grubun saltanatların tasfiyesi sırasında ne yaptıklarını tahmin edersiniz? Normalde karşı çıktıkları varsayılır. Oysa onlarda Cumhuriyet’e giden yolda saltanatın tasfiyesini büyük bir coşkuyla sahiplenmişlerdir. Hatta daha sonra gerici bir konuma geçecek olan Rıza Nur tarafından hazırlanan saltanatın tasfiyesi kararında eksik kalındığını orada “egemenliğin kayıtsız şartsız millette olması gerektiğinin ayrıca vurgulanması gerektiğini” söylemiştir. Şimdi buradan ne çıkıyor? 29 Ekim 1923 tarihine gidildiğinde aslında sadece var olan durumun isminin konulduğunu görüyoruz. Peki ama 29 Ekim günü niçin önemlidir bizim tarihimizde dediğimizde bugüne geri dönmek lazım.
Acaba 29 Ekim 1923 tarihinde resmi tarihçilerin iddia ettiği gibi saltanatçıları sürerek, atarak onlara rağmen bir Cumhuriyet ilanı mı söz konusu? Hayır. Çünkü Meclis’te Cumhuriyet ilanına açıkça karşı çıkacak kimse yok. Nitekim oylamalarda da bunu göreceğiz. Burada işte önemli bir sorun ile karşı karşıyayız. O ana kadar meclis egemenliği kayıtsız şartsız kullanan bir bileşime sahipti. Hatta kuvvetler ayrılığına itiraz ediliyordu ve bütün yetkiler meclisteydi. Bakanlar mecliste seçilirdi, bütün kararlar mecliste alınırdı. Başkomutanlık yetkisi mecliste alınır veya verilirdi. Başbakan olacak kişi mecliste seçilirdi. Fakat 29 Ekim’e gelirken bazı gelişmeler olmaya başladı. Bu gelişmeleri soğukkanlı bir şekilde değerlendirdiğimizde gördüğümüz şu; meclis ve o sırada yeni kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Fırkası bir değişimi Mustafa Kemal’in haberi olmadan yapmaya kalktığında birdenbire 29 Ekim’e gidilecek ve hızlanarak bir iktidar mücadelesinin yaşandığı bir döneme şahit olacağız.
Bakın ben o gün ne olduğunu Mahmut Goloğlu’nun “Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabından okumak istiyorum. Tabi anlatabilirim ancak kendisinin Kemalist olduğu konusunda en küçük kuşku olmayan bir kişinin kitabından aktarıyım ki herhangi bir spekülasyon olmasın. Goloğlu dönemin tutanaklarından şöyle aktarıyor: “22 Ekim 1923’te Ali Fuat Paşa tekrar ordu komutanlığına dönmek için Meclis İkinci Başkanlığı’ndan ayrılmak istedi. Keza dönemin Başbakanı Fethi Bey, kendini sadece başbakanlık işlerine vermek için İçişleri Bakanlığı’ndan ayrıldı.” Ne oluyor? İki kürsü boşalıyor. Bu boşalan iki kürsüye, grup çoğunlukla ikinci başkanlığa Rauf Beyi seçiyor. Aynı şekilde içişleri bakanlığına da Erzincan mebusu Sabit Beyi seçiyor. Ama Mustafa Kemal bu iki ismin de bu görevlere seçilmesini kabul etmiyor. Bunun üzerine bir kriz doğuyor. Kriz nasıl çözülüyor? Çankaya’ya Hükümet getiriliyor. Hükümet istifa ettiriliyor ve hepimizin bildiği o çok meşhur durum cereyan ediyor. Mustafa Kemal Ankara’da bir yemek sofrasında, devletin kurumlarının dışında, “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz. Cumhuriyetin ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete, onları müzakereye ve münakaşaya asla ihtiyaç duymuyorum. Çünkü bu sofradaki arkadaşlarım zaten bunu kabul ederler.” diyor. İkinci bir mesele var. Haklarında daha sonra spekülatif açıklamalar yapılacak olan Rauf Bey, Kazım Karabekir vb. insanlar kast edilerek, “O sırada Ankara’da bulunmayan bazı zevatlar, selahiyetleri olmadığı halde (Oysa selahiyetleri var. Milletvekilleri bu insanlar.) kendilerine haber verilmeden bu iş yapıldığı için bunu kendileri için bir kırılma ve ayrılma gerekçesi saymışlardır.” deyip onları dışlıyor. Aslında yapılan düzenleme şu; o ana kadar her şey mecliste tartışılarak yapılırken bir Cumhurbaşkanı seçiliyor. Nitekim o gece o yemeğin bitiminde İsmet İnönü ve Mustafa Kemal bir araya geliyorlar ve hemen 4 maddelik bir taslak oluşturuyorlar ki ertesi gün bu onaylanacak.”
Nedir o taslak?
Birincisi Cumhurbaşkanı seçme. Cumhurbaşkanı kim olacak? Mustafa Kemal olacak. Meclisin veya Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bakan atama, hükümeti belirleme, hükümetteki bakanları görevden alma yetkileri sona erecek, her şey cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek. Dolayısıyla bizim 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’e geçtik kararımız çoğumuzun zannettiği ve bize belletildiği gibi saltanatçıların devrilip yerine Cumhuriyetin ilan edilmesi değil zaten cumhuriyetçi olan mecliste Mustafa Kemal’in haberi olmadan Mustafa Kemal’in istemediği isimlerin belli görevlere atanması üzerine bütün atama ve belirleme yetkilerinin resmen yasal olarak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in belirlemesini sağlayan bir düzenlemenin yapılması sağlanmıştır. Aslında bizim Cumhuriyet İlan’ı diye kutladığımız gün aslında böyle bir gündür. 29 Ekim’de yapılan bir açıklamayı gene Goloğlu’ndan okuyayım. Bu söz konusu maddeleri düzenleyen komisyonun başında Yunus Nadi var. Yunus Nadi çıkar Meclis’te, der ki “Sunduğumuz teklif Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin uluslararasında sahip olduğu adın belirtilmesinden ibarettir.” Çünkü egemenlik kayıtsız şartsız millette. Sultan tasfiye edilmiş dolayısıyla bu zaten cumhuriyettir. Önceki dönemde kazanışmış olan bir haktır. Yani saltanatçıları tasfiye etmek onlarla kavga etmek gibi bir süreç yok 29 Ekim günü. Yunus Nadi şöyle devam ediyor: “Çünkü egemenliği kayıtsız ve şartsız ulusa veren ulusu kendi kendini yönettiren hükümet şeklinin adı cumhuriyettir. Bundan ötürü gerçek adımızı almak üzere bunun anayasamızın birinci maddesine geçirilmesinden ibarettir.” Yani ola ki milletvekilleri arasında faklı düşünecek birileri varsa durumu çok açık bir şekilde açıklıyor. Demek ki bizim 29 Ekim 1923’te elde ettiğimiz şey aslında olmayan bir şeyin oldurulması, iktidarda olan bir sultanın devrilmesi falan değil.”
Peki bu ne anlama geliyor?
Bu o ana kadar meclisin kullandığı en kritik yetkilerin meclisten alınıp aslında cumhurbaşkanlığına verilmesi anlamına geliyor. Nitekim söz konusu madde, 350 kişilik milletvekilinden oluşan mecliste sadece 158 kişilik milletvekili ile onaylanıyor. Yani meclis adeta ıskat ediliyor.
Peki başka neler yapılıyor?
Bundan sonra meclis cumhurbaşkanının saptadığı yetkilerin onay merceği konumuna düşürülüyor. Üstelik bir şey daha oluyor cumhuriyet geçirilirken önceki anayasada olmayan bir şey daha yapılıyor. İkinci maddede devletin dininin İslam olduğu resmi dilinin ise Türkçe olduğu saptaması yapılıyor. Yani biz aslında cumhuriyetin ilan edildiği gün cumhuriyetin anlamı açısından ileriye mi gitmişiz? Hayır. İleri gitmenin anlamı ne? Kurumlar güçlendirilirse, atama yerine gerçek seçimler yapılırsa, alınan kararlar mecliste hakiki anlamda tartışılırsa, basın özgürlüğü genişletilir ve basın aracılığı ile meclisin kontrolü ve meclisteki tartışmalar kamuoyuna yüklenirse. Bunlar ne anlama gelir? Bunlar gerçekten bir rejimin cumhuriyet yönünde yani halkın egemenliği, halkın yönetimi anlamında hakikate dönüştürülmesi yolunda ileriye bir adım atılmış olurdu.
Dolayısıyla bizim 29 Ekim’e dair hafızamızın yeniden gerçekliğe uygun kurulması lazım. Soldan, demokrasiden, evrensel hukuk ilkelerinden baktığımızda bu döneme nasıl bir yaklaşım sunmalıyız?
Ankara’da meclis kurulması, Sivas, Erzurum Kongreleri, arkasından 21 Anayasası, saltanatın tasfiyesi, hepsi Cumhuriyet yönünde adımlardır. Ama Cumhuriyet’in ilan edildiği gün yapılan iş aslında bir iktidar kavgasının, bir kanat ve bir kişi lehine çözümüdür. Karşı kanat Cumhuriyet karşıtı mıydı? Bunu ispat edecek bir belgeyi hiç kimse iddia edememektedir. Geçtiğimiz günlerde bir vesile ile tekrar baktığım Nutuk’ta gördüm ki, cümlede aynen böyle yani biz cumhuriyeti ilan etmeye çalışırken karşımızdaydı şeklinde anlatılıyor oysa böyle bir durum yok. Dediğim gibi 2 tanesinin ismini biliyoruz diyelim ki bunlar 10 kişi olsunlar. 350 kişilik bir mecliste zaten cumhuriyetin gereğidir cumhuriyete karşı çıkanların da o mecliste olması. Aksine çoğulculuğu ve gerçek cumhuriyeti sağlamak için de önemlidir diye düşünüyorum.
Biz elbette ki saltanatın ve hilafetin tasfiye edilip yerine cumhuri ve laik bir rejimi kurulmasının yanındayız. Elbette bu ileriye dönük bir hamledir. Ama 29 Ekim’de yapılan iş ne yazık ki cumhuriyetin gerçek anlamda kurulması değildir. Cumhuriyet yönünde ilerleme sağlamak değildir, halkın egemenliğe katılımını sağlamak değildir. Tersine giderek farklı olanın kendisini ifade edemeyeceği bir rejime, meclisin giderek bir onay makamına dönüştürüleceği, seçimlerin gerçek anlamda yapılmayacağı sürecin yeni bir halkası olduğunu ne yazık ki teslim etmek zorundayız.