Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye verdiği son mesaj yeni değil; yalnızca artık daha açık ve daha az örtük. Washington’un Ankara’ya kapalı kanallardan ilettiği temel uyarı şu çerçevede şekilleniyor: “SDG ile doğrudan bir çatışmaya girme.”
Bu uyarının hemen ardından gelen ikinci mesaj ise Suriye denkleminde asıl tartışmayı doğuruyor: “Diyalog yoluyla SDG’nin Şam’a entegre edilmesine itirazımız yok.”
Bugün Abdullah Öcalan’la doğrudan kurulan ve fiilen “ikinci çözüm süreci” olarak adlandırılabilecek temasların arka planında da tam olarak bu yaklaşım yatıyor. Ancak bu süreci yalnızca Türkiye’nin iç siyaseti, Kürt meselesi ya da geçmiş çözüm deneyimleri üzerinden okumak, sahadaki esas kırılmayı ıskalamak anlamına gelir.
Mesele, Suriye’de yeniden kurulan devlet mimarisinin Kürtlere dayattığı yeni statü rejimidir.
Suriye Kürtleri bir yol ayrımında
Suriye’de SDG öncülüğünde inşa edilen yapı, iç savaşın yarattığı boşlukta ortaya çıkmış geçici bir askeri organizasyon olmaktan çoktan çıktı. Yerel yönetim mekanizmaları, güvenlik yapıları ve siyasi temsil kanallarıyla SDG, fiilen Suriye Kürtleri için tarihsel bir statü eşiği yarattı.
Bugün masaya konulan “Şam’a entegrasyon” formülü ise bu statü eşiğini geri çeken bir düzenleme olarak görülüyor. Kürt siyasal hafızasında bu durum, giderek daha fazla biçimde “İkinci Lozan” benzetmesiyle tarif ediliyor.
Birinci Lozan nasıl Kürtlerin ulus-devlet kurma ihtimalini kapattıysa, bugün önerilen entegrasyon modeli de özerk, yerinden yönetilen ve çok kimlikli bir Suriye ihtimalini sınırlandırıyor.
Washington’un sessizliği, Kürtlerin endişesi
ABD’nin entegrasyona açıkça karşı çıkmaması, SDG açısından bir güvence değil; tam tersine koruyucu şemsiyenin zayıfladığına dair güçlü bir işaret olarak okunuyor. Washington’un önceliği artık Kürtlerin kazanımları değil; Türkiye ile doğrudan bir askeri krizi önlemek ve Suriye dosyasını kontrollü biçimde kapatmak.
Bu tablo, Kürtler açısından şu soruyu kaçınılmaz kılıyor:
“Sahada kazanılan askeri ve siyasi statü, masada sessizce tasfiye mi edilecek?”
Ankara’nın hesabı, Şam’ın kazancı
Türkiye açısından entegrasyon, güvenlik risklerini azaltan bir çözüm olarak görülüyor. Şam açısından ise bu süreç, egemenliğin yeniden tesis edilmesi anlamına geliyor. Ancak bu iki aktörün çıkarlarının kesiştiği noktada bedeli ödeyen taraf yine Kürtler oluyor.
SDG’nin Şam’a koşulsuz entegrasyonu;
– Yerel özerkliğin aşınması
– Askeri kazanımların merkezi orduya devri
– Kürtlerin Suriye’nin geleceğini belirleme gücünün zayıflaması
anlamına geliyor.
Bu nedenle SDG cephesinde entegrasyon, bir uzlaşma değil; hakların pazarlık konusu yapılması olarak algılanıyor.
Öcalan teması ve Kürt siyasal alanının yeniden dizaynı
Öcalan’la kurulan temasın Kürt kamuoyunda yarattığı tartışma da bu bağlamda şekilleniyor. Bu temas, yalnızca Türkiye–PKK hattında değil; Suriye Kürtlerinin geleceği üzerinde de dolaylı bir etki yaratma potansiyeli taşıyor.
Kürtler açısından soru net:
Bu temas, Kürtlerin Suriye’de elde ettiği statüyü koruyan bir siyasal çözümün parçası mı olacak, yoksa entegrasyon adı altında yeni bir tasfiyeyi mi meşrulaştıracak?
Entegrasyon mu, yeni bir statü mü?
Suriye’deki Kürt meselesi artık silahların değil, statülerin ve garantilerin tartışıldığı bir aşamaya girmiş durumda. Washington’un freni, Şam’ın kapısı ve Ankara’nın hesabı arasında sıkışan SDG için mesele basit değil.
Bu süreç, Kürtler açısından bir kez daha şunu hatırlatıyor: Masada yer almayanlar, masada kaybedenler olur.
Eğer entegrasyon konuşulacaksa, bu yalnızca silahların devri değil; kimliğin, yerel yönetimin ve siyasal iradenin anayasal güvenceye kavuşması üzerinden yapılmalıdır.
Aksi hâlde bugün dayatılan düzen, Kürt siyasal hafızasında bir çözüm olarak değil, “İkinci Lozan” olarak yerini alacaktır.
