Close Menu
Siyasi HaberSiyasi Haber

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    Aile yılı ilan edilen 2025’te 200’den fazla kadın öldürüldü

    25 Eylül 2025

    Eğitim Sen: Depremin üzerinden 30 ay geçti, eğitimde eşitsizlik ve yetersizlikler devam ediyor

    25 Eylül 2025

    “Bozkırın Tezenesi”: Neşet Ertaş’ın anısına

    25 Eylül 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    • Güncel
      • Ekonomi
      • Politika
      • Dış Haberler
        • Ortadoğu
        • Dünya
      • Emek
      • Kadın
      • LGBTİ+
      • Gençlik
      • Ekoloji ve Kent
      • Haklar ve özgürlükler
        • Halklar ve İnançlar
        • Göçmen
        • Çocuk
        • Engelli Hakları
      • Yaşam
        • Eğitim
        • Sağlık
        • Kültür Sanat
        • Bilim Teknoloji
    • Yazılar

      “Bozkırın Tezenesi”: Neşet Ertaş’ın anısına

      25 Eylül 2025

      Güneşin gölgesinde: Yapay zekâ (AI), Bakan ve gerçek mesele

      24 Eylül 2025

      Filistin’i tanımak mı “soykırım ortağı” damgasından kaçış mı?

      23 Eylül 2025

      Apê Musa’nın kalemi: Zaman aşımına sığmayan bir cinayet

      20 Eylül 2025

      Şiddetin ödüllendirildiği bir düzen: Çocuk hakları nerede?

      20 Eylül 2025
    • Seçtiklerimiz

      Trump’ınkinden başka bir dünya mümkün

      25 Eylül 2025

      Günümüz faşizmi ve savaş–barış diyalektiği: Mücadeleyi nasıl kurmalı?

      23 Eylül 2025

      Endonezya’nın oligarşiye karşı isyanı – Muhammad Ridha

      23 Eylül 2025

      Venezuela Komünist Partisi’nden Andrade: Anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalizm olmaz

      21 Eylül 2025

      Çin yoksulluk tuzağından nasıl çıktı?

      21 Eylül 2025
    • Röportaj/Söyleşiler

      Yıldız Tar: İktidarın bekası çözümsüzlükte, toplumun bekası barışta

      25 Eylül 2025

      Elif Torun: Esas alınacak olan, işçi sınıfının ve Kürt halkının birleşik devrim mücadelesidir

      24 Eylül 2025

      Venezuela Komünist Partisi’nden Andrade: Anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalizm olmaz

      21 Eylül 2025

      Deniz Can Aydın: Kürt halkının talepleri demokrasi ve devrim mücadelesiyle buluşturulmalıdır 

      21 Eylül 2025

      Zırhlı Tren: Gençlik, emekçi halkın demokratik haklar mücadelesinde sağlam bir müttefik olmalı

      20 Eylül 2025
    • Dosyalar
      • “Süreç” ve Sol
      • 30 Mart Kızıldere Direnişi
      • 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 2022
      • AKP-MHP iktidar blokunun Kürt politikası
      • Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
      • Ekim Devrimi 103 yaşında!
      • Endüstri 4.0 üzerine yazılar
      • HDK-HDP Tartışmaları
      • Kaypakkaya’nın tarihsel mirası
      • Ölümünün 69. yılında Josef Stalin
      • Mustafa Kahya’nın anısına
    • Çeviriler
    • Arşiv
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    Anasayfa » Yıldız Tar: İktidarın bekası çözümsüzlükte, toplumun bekası barışta

    Yıldız Tar: İktidarın bekası çözümsüzlükte, toplumun bekası barışta

    Toplumsal barış tanınma ve eşitlikle olur. Toplumsal barış hepimiz için hava kadar su kadar hayati önem taşıyor. Bu barışa giden yol ise eşitlik ve tanınmadan geçiyor. LGBTİ+ toplumu için istediğimiz tanınma ve eşitliği kuşatma altındaki Kürt halkı için de toplumun ezilen, ötekileştirilen bütün kesimleri için de talep etmeye devam edeceğiz.
    Siyasi Haber25 Eylül 2025
    Facebook Twitter Pinterest LinkedIn WhatsApp Reddit Tumblr Email
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.

    Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.

    Yıldız Tar / Kaos GL Genel Yayın Yönetmeni

    Siyasi Haber: Daha önceki süreçlerin (1993-2013/1) her birini Kürt hareketi ve sol muhalefete karşı ağır baskılar, kitlesel tutuklamalar ve katliamlar izledi. Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanmamasında hangi faktörler rol oynadı, bugünün koşullarındaki değişiklikler nelerdir? Mevcut iktidar ve devlet aklı ile Kürt sorununda bir barış mümkün olabilir mi?

    Yıldız Tar: 1993’ten 2013’e kadar yaşanan tüm süreçlerde ortak bir tablo gördük: Kürt halkının meşru talepleri görmezden gelindi, demokratikleşme ihtiyacı bastırıldı, şiddet ve güvenlikçi refleksler süreçlerin önüne geçti. Kitlesel tutuklamalar, faili meçhul cinayetler, katliamlar ve toplumsal muhalefetin kriminalize edilmesi “barış” ihtimalini zorlaştırdı. 

    Bu süreçlerin barışla sonuçlanmamasında birçok faktör etkili oldu. Süreci yürüten hükümetlerin gündelik siyasi çıkarlarını barıştan daha önemli görmesi en önemli faktör olsa da; şu dönemde esas konuşmamız gereken bu süreçlerde tarafları hem izleyecek hem de tarafların harekete geçmesi için toplumsal baskı yaratabilecek mekanizmaların eksik olması diye düşünüyorum. 

    Barış her ne kadar iki kanatlı bir kuş olsa da; o kuşun uçabilmesi için uygun koşulları yaratmak da gerekiyor. Bu koşulları yaratabilme sorumluluğu ise siyasal ve toplumsal muhalefet ile sivil toplumda. Çatışmalı süreçlerin sona ermesi için güçlü bir toplumsal baskıyı örgütlemek, geçmişle yüzleşmek ve adaleti yerine getirebilmek için hakikat mekanizmaları kurmak, çatışmaları yaratan kök sorunların çözümü için hem yol haritası sunmak hem de tarafları cesaretlendirmek gerekiyor. Maalesef daha önceki süreçlerde bu konuda hem sol, sosyalist güçlerin hem de sivil toplumun eksik kaldığı tespitini yapmamız gerekiyor. Barışı, sadece belli siyasal aktörlerin görüşmelerine indirgemek o siyasal aktörlerin de iradelerini azaltan ve etki alanlarını daraltan bir yaklaşım.

    Burada tabii devlet tarafının daraltıcı yaklaşımına şaşırmamak lazım. Ancak, aynı ölçüde olmasa da hem geçtiğimiz dönemlerde hem de şu süreçte Kürt siyasi hareketinin de pratikteki eksiklerden dolayı; sürece katılımı örgütlemekte zorlandığı tespitini de yapmak gerekiyor. Somut örnek olarak, DEM Parti’nin komisyona önerdiği kurumlar arasında LGBTİ+ örgütlerinin olmaması büyük bir eksiklik. Bu, sadece bir grubu kapsamak açısından değil; tam aksine barışı gerçek anlamda toplumsallaştırabilmek açısından da önemli. Burada, sürecin tüm taraflarına gerçekten bir barış inşa edebilmek için kapsayıcı olma gerekliliğini hatırlatma sorumluluğumuz var. Kolombiya örneği bu açıdan ön açıcı bir örnek olarak önümüzde duruyor.

    Barış için iktidarın değişmesini beklemek apolitik hatta anti-politik bir tutum

    Sorunuzun ikinci bölümünü ise başka türlü sormak gerekiyor. Soruyu böyle sorduğumuzda, devlet dışı aktörlere zaten hiç görev ve sorumluluk düşmemiş oluyor çünkü. Hangi iktidar ve devlet aklı olsaydı barış olurdu? O iktidar ve devlet aklı olaydı, bu sorun baştan bir sorun olmazdı. Haliyle, somut durumun nesnel tahlili ile işe başlamak lazım. Evet ortada otoriter bir iktidar anlayışı var. Bunu görmek için müneccim olmaya gerek yok. Hayatımızın her alanında, iliklerimizde hissediyoruz. Bu noktada barışı sağlamak için önce iktidar değişikliğini beklemek veya barışın mümkünatını siyasal iktidar değişikliğine bağlamak; gerçekçi olmadığı gibi üzerinden sorumluluk atan da bir yaklaşım. Onun yerine, mevcut iktidarın anti-demokratik uygulamalarını eleştirmeye, bu uygulamaları durdurmak için mücadele etmeye devam ederken; bir yandan da barışın sadece silahların susmasından ibaret olmadığını göstermek için toplumsal ve siyasal mücadele yürütmek mümkün.

    Bir örnek üzerinden ilerlersek; LGBTİ+ düşmanlığı hiç olmadığı kadar yükselmiş durumda. 2015 öncesi, Kaos GL “LGBT’lere Yönelik İlan Edilmemiş Savaşa da Son” diyerek barış mücadelesindeki yerini alıyordu. Ancak o savaş ilan edileli ve uygulamaya konulalı 10 yıl oldu. LGBTİ+’lara dayatılan bir savaş hukuku, LGBTİ+ realitesini inkardan kamusal alandan imhaya uzanan bir özel savaş taktiği ve tepeden örgütlenen bir LGBTİ+ düşmanlığı mevcut. Bunun çeşitli sebepleri var. Bu sebepleri sıralamak bu söyleşinin kapsamını aşar. Ancak bütün bu düşmanlık politikasını örgütleyen AKP-MHP iktidarı, şu anda sürecin bir kanadı diye süreçten tamamen uzak kalmak, baştan o süreçten hayır gelmeyeceğini söylemek esasen apolitik hatta anti-politik bir tutum. Oysaki, tam da bu tarihsel dönemeç, bu iktidarın bu savaş politikasını daha geniş kitlelere anlatabilmek için bir olanak da sağlayabilir. Aynı şekilde, sürecin kapsayıcı bir şekilde ilerlemesi ihtimali bu saldırıları geriletmek için de bir fırsat penceresi açıyor. Açılan o pencerede nefes almayı da tercih edebiliriz, daha önce neden kapalı olduğu üzerine söylenmeyi de. Ancak eğer ki dünyayı değiştirme iddiamız varsa, nefes almamız ve aldığımız nefesi paylaşmamız gerekiyor. Haliyle sorunuzun yanıtı: Evet mümkün. Eğer ki biz mümkün olduğuna inanır ve mümkün olması için nesnel koşulları değiştirmek için uğraşırsak…

    İktidarlar bu süreçleri ‘barış için barış’ motivasyonuyla başlatmaz, kendi bekaları önceliklidir

    Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu propagandası yapmakta. Cumhur İttifakının iddia ettiği dış tehdit karşısında oluşan “TC’nin beka sorununa” karşılık gelmek üzere oluşturulmaya çalışılan “iç cephenin” Cumhur ittifakının “kendi beka sorunu” ile olan bir ilişkisi var mıdır?

    Bu sorunuza kişisel gözlemlerim üzerinden yanıt verebilirim. Çünkü gerçekten de ortada ciddi belirsizlikler mevcut. 

    Her “çözüm süreci” dediğimiz girişim aslında sahadaki çatışmanın sürdürülemezliği ve siyasi iktidarların kendi hesapları ile de ilişkili elbette. Şu anda bu sürecin başlamasının arkasında tek bir sebep olduğunu düşünmek, çok kolaycı bir yaklaşım. Coğrafyamızda değişen dengeler, ülkenin içinden geçtiği ekonomik kriz denilen ekonomik sömürünün sürdürülemez hale gelmesi, sahada yaşanan pata durumu, bütün baskılara rağmen Kürt halkının mücadelesinin yok edilememesi, iktidarın kendisini sürdürebilmek için yeni bir oyun kurma ihtiyacı… Bunların hepsi ya da hiçbiri olabilir. Ancak gerçek şu ki; siyasal iktidar doğası gereği bu süreçten de güçlenerek çıkmak, bu süreci kendi bekasını sürdürebilmek için kullanmak, sürecin yaratabileceği demokratik açılım ortamını en baştan baltalamak, her an cayabileceği izlenimiyle aza razı etmek için elinden geleni yapacak. Aksini beklemek zaten safdillik olur.

    Buna ek olarak, siyasi iktidarların kendi kısa vadeli hesapları da bu süreçlerin arkasında hep belirleyici oldu. Mesela 2009’daki “Kürt açılımı” girişimi, AKP’nin hem Avrupa Birliği sürecinde demokratikleşme imajı yaratma ihtiyacının hem de içerideki hegemonya inşasının bir parçasıydı. 2013’teki çözüm süreci ise Gezi isyanıyla sarsılan iktidarın toplumsal meşruiyetini yeniden kurma ihtiyacının da önemli bir ayağıydı. Yani süreçlerin başlaması, iktidarların “barış arzusu”ndan çok, kendi bekalarını sürdürebilmek için yeni bir oyun kurma ihtiyacından kaynaklandı.

    Bugüne geldiğimizde, yeni bir sürecin konuşulmasının arkasında tek bir sebep aramak kolaycı olur. Coğrafyamızda değişen jeopolitik dengeler, ABD ve Rusya’nın bölgedeki pozisyonları, Suriye savaşı sonrası oluşan yeni denklem, Türkiye’nin içine sürüklendiği ekonomik kriz, iktidarın toplumsal meşruiyetini her geçen gün kaybetmesi, Kürt hareketinin hem sahada hem de siyasette bütün baskılara rağmen varlığını sürdürüyor olması… Bütün bunlar birer faktör. Bu faktörlerin hangisi daha baskın, hangisi tali; bu ancak somut koşulların soğukkanlı bir tahliliyle anlaşılabilir. Ama kesin olan bir şey var: bu süreçler hiçbir zaman sadece “barış için barış” motivasyonuyla başlamıyor, her zaman iktidarın kendi bekasına dair kaygılarıyla bağlantılı oluyor.

    Çözümsüzlük iktidardakilerin varlığını sürdürmesinin bir aracı

    Tam da burada “beka meselesi” söylemi devreye giriyor. Cumhur İttifakı uzun süredir topluma, dışarıdan gelen tehditlere karşı içeride “birlik” olma çağrısı yapıyor. Bu söylemin merkezinde “Türkiye’nin bölünme tehlikesi” var. Bu tehlikeyi ise çoğunlukla Kürt hareketiyle özdeşleştirerek anlatıyorlar. Yani Kürtlerin en temel, en meşru hak talepleri bile “Türkiye’nin bekasını tehdit eden ayrılıkçı girişimler” olarak kodlanıyor. Bu, hem Kürt halkını kriminalize etmenin hem de içerideki baskı politikalarını meşrulaştırmanın bir yolu.

    Ama asıl ironik olan şu: Cumhur İttifakı’nın sürekli bahsettiği “beka sorunu” aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, bizzat kendilerinin bekasıyla ilgili. İktidarın kurduğu otoriter düzen, ekonomik sömürüyü ve yoksulluğu yönetemez hale geldiğinde, toplumsal muhalefet büyüdüğünde ve kendi tabanında çözülmeler başladığında; buna bir “ulusal beka” ambalajı giydirerek toplumu yeniden hizaya sokmaya çalışıyorlar. Yani “devletin bekası” diye sundukları şey, esasen “iktidarın bekası.” Kürt sorunu da bu iktidarın elinde tam da bu nedenle sürekli yeniden üretiliyor: Çünkü çözümsüzlük, onların varlığını sürdürmesinin bir aracı.

    Bu noktada şunu netleştirmek gerekiyor: “dış güçlerin oyunu” söylemi, tarihsel olarak Türkiye siyasetinde bir panzehir değil; tam tersine iç politikada itirazı susturmanın, meşruiyet krizlerini örmenin, muhalefeti kriminalize edip toplumun bir kesimini ‘iç düşman’ haline getirmenin aracı oldu. Bu söylem Kürt halkının hak taleplerini ‘yabancı planın parçası’ diye sunarak demokratik zemini zehirliyor; ayrıca seçmende korku yaratarak iktidarın elini güçlendiriyor. Bu tahlil yeni bir şey söylemiyor — beka söylemi seçim taktiklerine dönüştürüldü, milliyetçi korkular siyasi sermayeye çevrildi. 

    ‘Dış tehdit’, ‘iç düşman’ söylemi Kürtleri, LGBTİ+’ları, muhalifleri bastırmanın gerekçesi

    Bugün aynı söylem LGBTİ+’lar için de resmi devlet politikası olarak kullanılıyor. LGBTİ+’lar yalnızca toplumun marjinal bir kesimi olarak değil, iktidarın “beka” söylemi içinde sık sık dış güçlerin etkisi ve “ülkeyi bölme” projelerinin aracı olarak sunuluyor. Bu söylem, hem Kürt hareketine hem de muhalefetin diğer kesimlerine uygulanan kriminalize etme stratejisinin bir parçası. LGBTİ+ hakları savunuculuğu, demokratik hak ve özgürlük talepleri, “yerli ve milli” olmayan bir kimlik olarak damgalanıyor; sanki toplumsal varlıkları ve talepleri dışarıdan dayatılan bir proje sonucuymuş gibi gösteriliyor.

    Bu yaklaşımın somut sonucu, toplumsal nefretin ve devlet politikalarının LGBTİ+’lara yönelmesini meşrulaştırmak. Medyada, bürokraside, eğitimde ve hatta yasal uygulamalarda LGBTİ+ karşıtı düşmanlık sistematik bir şekilde işliyor. Oysa bu söylem, gerçekte iktidarın kendi bekasını güvenceye alma stratejisinin bir parçası; LGBTİ+ hareketi kendi gerçekliğiyle var oldukça, “dış tehdit” ve “iç güvenlik” söylemi canlı kalıyor.

    LGBTİ+ düşmanlığını bir yönetme stratejisi olarak da görmek mümkün. Toplum içinde sürekli bir korku ve ötekileştirme yaratmak, iktidarın kontrolünü artırıyor. Bu stratejiyle sadece LGBTİ+’ları değil, farklı toplumsal kesimleri de kendi politikasına bağlayan bir disiplin mekanizması kuruluyor. Nefret söylemi, kamuoyunu belli bir kutuplaştırmaya zorlayarak iktidarın öngörülemezliğini ve müdahale alanını güçlendiriyor.

    Böyle bir manipülasyonla mücadele etmek, LGBTİ+ haklarını savunmayı sadece bir toplumsal adalet meselesi olmaktan çıkarıp barış ve demokratikleşme mücadelesinin ayrılmaz bir parçası hâline getiriyor. Hareketin görünürlüğü ve siyasetteki aktif katılımı, toplumsal önyargılara karşı bir güç üretirken sürecin kapsayıcı ve demokratik olmasını da mümkün kılıyor. LGBTİ+ mücadelesi, sadece kendi hakları için değil, barışın ve toplumsal güvenin tesis edilmesi için de merkezi bir rol oynuyor.

    Peki Cumhur İttifakı’nın “iç cephe” kurma çabası ile onun ‘kendi beka sorunu’ arasında nasıl bir ilişki var? Burada basit bir bağlantıdan söz ediyoruz: iktidar, kendi meşruiyet açığını dış tehdit mitine sarılarak kapatmaya çalışıyor. “Dış tehdit” söylemi gerçek bir tehdidi tanımlamaktan çok, iktidarın içerideki muhalefetini “vatan karşıtı” olarak kodlayıp tasfiye etmesine hizmet ediyor. Bu yüzden Cumhur İttifakı’nın beka anlatısının esas muhatabı aslında iktidarın kendi istikrar kaygısıdır; beka, iktidarın iç siyasi krizi için bir meşruiyet örtüsüne dönüştü. 

    Bunun pratik sonucu şu: dış komplo muhafazakar-milliyetçi bir kodla iç istikrar gerekçesine; iç istikrar gerekçesi ise muhalefetin, hak taleplerinin ve sivil toplumun alanını daraltmaya yarayan politikalara dönüşüyor. Dolayısıyla “dış tehdit” söylemi ile “iç cephe” inşası arasında doğrudan bir simbiyoz var — biri diğerinin zemini oluyor. 

    Bu söylemi bozmanın yolu, komplo iddialarını tek tek çürütmekten öte toplumda güven üretecek, hak temelli ve çok katmanlı bir karşı-hikâye kurmaktan geçer. Bu da şu somut adımları gerektirir:

    1. Kürt hareketinin ve demokratik muhalefetin iradesini dış etkenlere indirgeyen anlatıları açığa çıkarıp göstermelik propagandayı teşhir etmek;
    2. Geniş tabanlı, kesişimsel bir demokrasi cephesi inşa etmek — emek örgütleri, kadın hareketi, LGBTİ+ örgütleri, çevre, meslek birlikleriyle ortak talepler etrafında buluşmak;
    3. Halkla ilişkiler düzeyinde değil, kurumsal düzeyde güven tesis edecek somut güvenceler (şeffaflık, hukuki teminatlar, izleme mekanizmaları) talep etmek.

    Eğer biz — sivil toplumun ve muhalefetin bileşenleri olarak — bu söylemi kıracak, geniş toplumsal ittifakları örüp hak temelli, görünür ve takip edilebilir talepler oluşturmazsak; “dış komplo” ve “beka” ikilisinin iç siyaseti kontrol etme işlevi sürer ve sürecin gerçek bir demokratik açılıma dönüşmesi imkânsızlaşır. Özelde LGBTİ+ hareketi olarak bizim işimiz, bu geniş cephenin hem teorik hem pratik bileşeni olmak; LGBTİ+ düşmanlığını açığa çıkarmak ve barış talebini herkes için hak ve güvenlik talebi hâline getirmek bir yandan da.

    Toplum kendi bekasını iktidarın bekasına mahkûm olmadan kurabilecek mi? 

    Aslında burada temel bir çelişki var: Cumhur İttifakı ve genel olarak devlet aklı açısından “beka” çözümsüzlükte; toplum açısından ise “beka” barışta. Yani iktidar, kendi ömrünü uzatabilmek için çatışmayı sürdürmeye ihtiyaç duyuyor; toplum ise kendi geleceğini kurabilmek için barışa ihtiyaç duyuyor.

    İktidar için çözümsüzlük, iki nedenle “beka garantisi” işlevi görüyor. Birincisi, toplumu sürekli bir olağanüstülük hali içinde tutuyor. Çatışma ve güvenlik söylemi, iktidarın otoriter politikalarını meşrulaştırıyor. Olağan koşullarda kabul edilemeyecek baskılar, savaşın gölgesinde “milli güvenlik” gerekçesiyle sindirilebiliyor. İkincisi, çözümsüzlük iktidara sürekli bir düşman figürü sağlıyor. Bu düşman figürü olmadan iktidarın kendi tabanını konsolide etmesi, iç krizleri perdelemesi, ekonomik sömürü ve adaletsizlikleri örtbas etmesi çok daha zor olurdu.

    Oysa toplum açısından gerçek beka tam da bunun zıddında. Çatışmaların sürmesi her gün yeni ölümler, yeni yıkımlar, yeni yoksulluklar, yeni bölünmeler demek. Bu durum hem Kürt halkının hem de Türkiye’deki bütün hakların hayatını doğrudan etkiliyor. Ekonomik kaynakların savaşa harcanması, ifade özgürlüğünün sürekli askıya alınması, hukukun ve adaletin zedelenmesi, gündelik yaşamın şiddetle kuşatılması… Bunlar, toplumsal varoluşu tehdit eden asıl “beka sorunu.” Yani toplumun yaşamak, üretmek, nefes almak ve özgürleşmek için ihtiyacı olan şey çözümsüzlük değil, barış.

    Burada bir başka önemli nokta da şu: İktidar “devletin bekası” söylemiyle aslında devleti de kendi çıkarlarına indirgemiş oluyor. Oysa devlet, toplumun tümünü kapsayan bir varlık olarak düşünülürse, onun bekasını güvence altına almanın tek yolu demokratikleşmeden ve barıştan geçiyor. Çünkü bir toplumun içindeki en büyük sorunu baskıyla, inkârla, şiddetle çözmeye çalışmak, o toplumun geleceğini sürekli bir kriz halinde tutmaktır. Yani gerçek “devletin bekası” da aslında ancak barışla mümkün olabilir. Ama otoriter iktidarlar, devleti kendi varlıklarıyla özdeşleştirdikleri için, “beka” kavramını tersyüz ediyorlar.

    Dolayısıyla, mesele sadece siyasi taktiklerle açıklanabilecek bir şey değil; aynı zamanda kavramsal bir mücadele de var ortada. Bugün “beka” kavramını kim nasıl tanımlıyor, bu tanımın arkasında hangi çıkarlar ve hangi gelecek tahayyülleri var, buna bakmak gerekiyor. Cumhur İttifakı’nın tanımı, kendi ömrünü birkaç yıl daha uzatmanın hesabı. Toplumun tanımı ise gelecek kuşakların eşit, özgür ve adil bir yaşam kurabilmesi.

    Bu yüzden “barış mümkün mü?” sorusunu yalnızca devlet aklına ya da iktidarın niyetine indirgemek yetersiz. Asıl mesele, toplumsal muhalefetin “beka” kavramını tersine çevirebilip çeviremeyeceği. Yani toplum kendi bekasını iktidarın bekasına mahkûm olmadan kurabilecek mi? Barış mücadelesi, tam da bu kavramsal ve siyasal kopuşun zemini.

    ‘Görüş ayrılığı’ iddiası bir spekülasyon

    Devlet Bahçeli’nin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP ve MHP arasında sürece ilişkin görüş ayrılığı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Devlet Bahçeli’nin süreci “başlattığı” tespitine kişisel olarak katılmadığımı söyleyerek başlayayım. Kamuya açık bilgilerden de görebiliyoruz ki, sürecin öncesinde taraflar arasında zaten yoğun bir görüşme trafiği ve diplomatik hazırlıklar vardı. Bahçeli’nin rolü, süreci başlatmak değil; mevcut müzakere zeminini kamuoyuna deklare etmek oldu. Yani esas aktör olarak öne çıkması, sürecin başlaması değil, sürecin niteliğini ve kapsamını şekillendirmesi ile ilgili. Bu durum, sürecin demokratik potansiyelini sınırlayan ve iktidar koalisyonunun kendi dengelerini korumasına hizmet eden bir rol olarak da değerlendirilebilir.

    Öte yandan bir önceki çözüm sürecine Meclis’te karşı çıkan iki büyük siyasi parti vardı: Biri MHP, diğeri CHP. Şu an MHP’nin sürecin “öncüsü” konumunda olması, CHP’nin ise süreci sahiplenmesi barışa yaklaşma konusunda umut verici bir gelişme olarak değerlendirilmeli.

    AKP ve MHP arasında sürece ilişkin kamuoyuna yansıyan “görüş ayrılığı” iddialarının da doğruluğundan emin değiliz. Açıkçası, kulis haberciliği açısından önemli olsa da; süreci tahlil ederken somut veriye dayanmayan spekülasyonlardan uzak durmak gerektiği fikrindeyim. 

    Komisyon’un işlevi konusunda netlik yok

    TBMM Komisyonu’nun kuruluşunu, ismini, bileşenlerini ve ilan edilen çalışma perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz? 28 Şubat 2015’te kamuoyuna duyurulan “Dolmabahçe Mutabakatı” kısa süre sonra Tayyip Erdoğan tarafından inkar edilmiş, kurulan masa devrilmişti. Bu Komisyon’un çalışmalarının aynı kaderi yaşamaması açısından ne yapılmalı?

    TBMM’de bir komisyonun oluşturulması ve çalışmaya başlaması şüphesiz ki çok önemli. Bu Komisyon, sürecin yasal altyapısını oluşturmak ve bir müzakere zemini inşa edebilmek açısından kıymetli. Ancak Komisyon’u teknik bir alana hapsetmek, sürecin selameti açısından doğru bir yaklaşım değil. Komisyon’a davet edilen sivil toplum örgütlerine baktığımızda; LGBTİ+ örgütlerinin yer almaması ciddi bir eksiklik. Önümüzdeki toplantılarda da davet edileceklerini sanmıyorum. Ancak tek sorun da bu değil. Bir yandan Komisyon’un dinledikten sonra ne yapacağına dair henüz bir netlik söz konusu değil. Bu Komisyon’u, sadece yasa yapıcılara tavsiyeler verecek bir yer olarak kurgulamak yerine; barışı toplumsallaştırmak için kapsamlı bir strateji ve eylem planı üretecek bir zemin olarak inşa etmek gerekir. Ve yine bahsettiğiniz tehlike her zaman mevcut. Bu tehlikenin önüne geçebilmek için bir an evvel bağlayıcı yasal düzenlemelerin hayata geçmesi lazım.  

    Toplumsal demokrasi ittifakı kurulmalı

    Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır? Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?

    Komisyonun barış vurgusuyla kurulduğu tespitinize katılmıyorum. DEM Parti, TİP, EMEP ve kısmen CHP açısından böyle bir durum söz konusu olsa da; AKP ve kısmen MHP açısından bir barış vurgusundan çok “milli dayanışma” ve “kardeşlik” vurgusu hakim. Ancak bu farkın kendisinin, sürecin ilerlemesi açısından aşılamaz bir fark olmadığı kanaatindeyim.

    Diğer yandan, böyle bir Komisyon’un kurulması ve çalışmaya başlamasının otomatik olarak demokratikleşme getireceği varsayımı; bir yanılgıdan ibaret. Daha önceki sorularda da açıklamaya çalıştığım gibi; iktidar elbette bir yandan bu süreci yürütürken diğer yandan siyasi hesapları doğrultusunda baskıyı arttırmayı ve baskıcı bir korku pedagojisi ile bir bütün olarak toplumu şekillendirmeyi tercih edecektir ve ediyor da. Bu noktada siyasal partileri de aşan, toplumsal bir demokrasi ittifakına ihtiyaç duyuyoruz. Meseleyi siyasal partiler üzerinden okuduğumuzda, zaten iyice etkisizleşen Meclis siyasetine indirgemiş oluyoruz. Daha önceki seçim deneyimleri de bu tarzın, güçlü bir toplumsal demokrasi ittifakı olmadığında zafere götürmediğini acı bir şekilde gösterdi. Şu an yapılacak bir erken seçimde de, böylesi bir acı deneyimi yeniden yaşama ihtimali zayıf değil. Çünkü henüz bir toplumsal demokrasi ittifakı kurabilmiş olmadığımız gibi, bunu kurma noktasında da bir iradenin zayıf olduğunu gözlemliyorum. Ve her seçim yenilgisi toplumda yeni bir kırılmaya, korku pedagojisine yenik düşmeye yol açıyor. Oysaki, eleştirel mesafeleri koruyarak da demokrasi ittifakı kurabilmek mümkün. Birbirinin içinde erimeden, entegre bir şekilde ilerleyen bir toplumsallık inşa etmek, şu anda hem sürecin başarısı hem de otoriterleşmeyi durdurmak açısından hayati bir sorumluluk.

    LGBTİ+ hareketi barışın eşitlik ve onur temelinde kurulması gerektiğini hep hatırlattı

    LGBTİ+’ların yaşadığı sorunları ve LGBTİ+ mücadelesini Kürt sorunu ve yürütülen barış süreciyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

    LGBTİ+ hareketi, kendi tarihsel deneyiminde baskı ve inkâr siyasetiyle mücadele etmiş bir toplumsal özne olarak barış mücadelesine özgün katkılar sunuyor. Ben bu ilişkiyi “kesişimsellik” üzerinden değil, birlikte özgürleşme prensibi üzerinden okumayı tercih ediyorum. Çünkü mesele farklı kimliklerin birbirine eklemlenmesi değil; ezilen tüm toplulukların özgürleşmesinin, ancak birbirini güçlendiren ve dayanışma içinde yürüyen mücadelelerle mümkün olması. Çünkü biz ayrı ayrı kimliklerin ve ayrı ayrı mücadelelerin toplamı değiliz; ancak birbirimizi çoğalttığımızda özgürleşebiliriz. LGBTİ+ hareketi de tarihsel olarak barış mücadelesine tam buradan, yani militarizmin, erkek egemenliğinin, milliyetçiliğin ve heteroseksizmin iç içeliğini göstererek dahil oldu. Barışın yalnızca silahların susması olmadığını, eşitlik ve onur temelinde yeniden kurulması gerektiğini hep hatırlattı.

    Cynthia Cockburn’ün Kaos GL dergisine 2013’te yazdığı makale bu açıdan çok kıymetliydi. Cockburn savaşın nasıl cinsiyetlendirilmiş bir mesele olduğunu anlatıyordu. Erkeklerin cepheye sürülmesi, kadınların göç yollarına zorlanması, cinsel şiddetin bir savaş aracı haline gelmesi, bakım yükünün kadınların sırtına bırakılması… Savaş, sadece toprak ya da iktidar kavgası değil; aynı zamanda erkekliğin “onur” ve “namus” adına yüceltilip kadınlığın aşağılandığı bir düzen inşasıydı.

    LGBTİ+ hareketi savaşın kültürel ve sembolik zeminini sarsıyor

    Tam da bu yüzden LGBTİ+ hareketinin barış mücadelesine katkısı çok özel. Biz zaten toplumsal cinsiyet rejiminin dışarı kustuğu, o rejimi yıkabilme gücüne sahip bir topluluğuz. Heteronormativiteyi reddederek, kadınlık ve erkeklik kalıplarını parçalayarak, ataerkil iktidarın meşruiyetini sorgulayarak aslında savaşın kültürel ve sembolik zeminini de sarsıyoruz. Cockburn’ün işaret ettiği gibi LGBTİ+’ların antimilitarist duruşları, vicdani ret deneyimleri, militarize erkeklikle alay eden yaratıcı politikaları, barışın inşasında çok güçlü imkânlar yaratıyor.

    Bunun Türkiye’deki somut karşılığına bakarsak, “LGBTİ+’lara yönelik ilan edilmemiş savaşa son” çağrısı da 2003 yılında Kaos GL’nin ilk kamuya açık etkinliğinin başlığının “Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal Barış İçin Çözüm Arayışları Sempozyumu” olması da aslında tam da bu tartışmanın içinde konumlanıyordu. Çünkü o dönemde devletin LGBTİ+’lara karşı başlattığı özel savaş hukuku, barışın nasıl daraltıldığını ve kimin “insan” sayılmadığını da gözler önüne seriyordu. LGBTİ+ hareketi barışı yalnızca iki taraf arasında bir silah bırakma mutabakatı değil, toplumsal bir yeniden inşa meselesi olarak gördü.

    Ve yine 2000’lerin başında ABD’nin Irak işgaline karşı yükselen güçlü bir barış hareketi vardı. Kaos GL de o hareketin aktif parçalarından biri olurken, savaş karşıtlığının homofobi ve transfobi karşıtlığı ile ilişkisini ortaya koyarak sadece vicdani bir muhasebeden ibaret olmayan bir politik hat inşa etmeye çalışmıştı.

    Barış ancak birlikte özgürleşmeyle gerçek olabilir

    Dolayısıyla LGBTİ+ hareketinin barışa katkısı sadece “kendi alanını açmak” değil. Asıl olarak, barışın eşitlik ve özgürlük temelinde kurulması, militarize erkekliğin tasfiyesi ve herkes için onurlu yaşamın mümkün kılınması için bir çağrı. Bizim deneyimimiz, barışın ancak birlikte özgürleşmeyle gerçek olabileceğini bir kez daha hatırlatıyor.

    LGBTİ+ hareketi, Türkiye’de 1990’lardan bu yana sadece kendi haklarını savunmakla kalmadı; militarizme, erkek-devlet şiddetine, savaş politikalarına karşı açık bir tutum aldı. 2000’lerin ortasından itibaren Kürt sorununa dair barış girişimlerinde LGBTİ+ örgütlerinin “barış hemen şimdi” şiarıyla sürecin parçası olması, bunun en somut göstergesi. LGBTİ+ hareketi, barışı sadece devlet ile bir siyasi aktör arasındaki müzakere olarak görmedi; barışı, toplumun tüm ezilen kesimlerinin ortak talebi ve demokratikleşmenin önkoşulu olarak sahiplendi.

    Bu noktada LGBTİ+’ların kendi deneyimi de belirleyici. Varoluşları sürekli inkâr edilen, yok sayılan, şiddet ve nefret politikalarıyla bastırılan bir topluluk, barışın sadece silahların susması değil, aynı zamanda toplumun her kesiminin eşit ve onurlu bir yaşam kurabilmesi anlamına geldiğini çok iyi bilir. Bu nedenle LGBTİ+ mücadelesi, barışı yalnızca “taraflar arasında” değil, tüm toplumsal ilişkilerde demokratikleşmeyi hedefleyen bir perspektifle savunur.

    Dolayısıyla Kürt sorununa dair barış süreci, LGBTİ+’ların da özgürleşme mücadelesiyle doğrudan bağlantılı. Ne Kürt halkı özgürleşmeden LGBTİ+’lar özgürleşebilir, ne de LGBTİ+’lar eşit yurttaşlık hakkını kazanmadan gerçek bir barış inşa edilebilir. Bu, ancak birlikte özgürleşme ile mümkün.

    Kaos GL’nin 90’larda yola çıkarken söylediği; “Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” sloganı salt bir slogandan ibaret değil. Aksine, bir hakikatin sloganlaştırılmış ifadesi. LGBTİ+’lara yönelik artık ilan edilmiş “savaşın” son bulması için toplumsal barış mücadelesi verirken yinelediğimiz bir söz var: Toplumsal barış tanınma ve eşitlikle olur. Toplumsal barış hepimiz için hava kadar su kadar hayati önem taşıyor. Bu barışa giden yol ise eşitlik ve tanınmadan geçiyor. LGBTİ+ toplumu için istediğimiz tanınma ve eşitliği kuşatma altındaki Kürt halkı için de toplumun ezilen, ötekileştirilen bütün kesimleri için de talep etmeye devam edeceğiz.

    Barış için mücadele etmek, sadece silahların susmasını değil, aynı zamanda kendimizi yeniden kurmayı da içeriyor. Ve biz LGBTİ+’lar, tam da bu yeniden kurma iradesiyle, barışın toplumsal temellerini büyütmeye devam ediyoruz.

    Barış, homofobi ve transfobiyle hesaplaşmadan kurulamaz

    LGBTİ+’ların barış sürecinde siyasi bir özne olarak yer alması sizce nasıl mümkün olabilir? LGBTİ+ hareketi bu sürece nasıl dâhil edilmeli?

    LGBTİ+’ların barış sürecinde siyasi bir özne olarak yer alabilmesi için öncelikle barışın tanımını dar bir çerçeveden çıkarmak gerekiyor. Barış sadece iki taraf arasında imzalanacak bir metin ya da çatışmanın sona ermesi değil. Barış, toplumun tüm ezilen kesimlerinin eşit ve onurlu yaşam koşullarına kavuşabilmesi için yeniden kurulan bir düzen demek. Dolayısıyla LGBTİ+’ların bu sürecin öznesi olabilmesi, barışı toplumsallaştırmakla doğrudan bağlantılı.

    LGBTİ+ hareketinin en büyük gücü, kendi deneyimiyle bunu göstermiş olmasıdır. Biz yıllardır “yok” sayıldık, kriminalize edildik, hedef gösterildik. Ama tüm bunlara rağmen toplumsal varlığımızı savunduk, kamusal alana çıktık, dayanışma ağları kurduk. Bu deneyim, barış sürecinin de temel ihtiyacıdır: Susturulanların, yok sayılanların kendi sözünü kurabilmesi. LGBTİ+’ların barış sürecinde özne olması, sürecin gerçek bir demokratik dönüşüm yaratabilmesinin de ölçüsüdür.

    Somut olarak bu ne demek? Birincisi, kurulacak her türlü barış mekanizmasının kapsayıcı olması, sadece silahlı aktörlerin değil sivil toplumun, kadınların, LGBTİ+’ların, farklı inanç ve kimlik gruplarının içinde yer alabilmesi demek. İkincisi, LGBTİ+ örgütlerinin barış gündeminde yalnızca “tali bir mesele” olarak değil, savaşın ürettiği cinsiyetlendirilmiş şiddetin doğrudan muhatapları olarak söz hakkına sahip olmaları demek. Üçüncüsü, LGBTİ+’ların yaşadığı nefret politikalarının da barış gündeminin parçası haline gelmesi; çünkü barış, homofobi ve transfobiyle hesaplaşmadan kurulamaz.

    Bizim açımızdan mesele, “bize de yer açılması” değil aslında. LGBTİ+ hareketi barış mücadelesinde zaten var; geçmişte barış girişimlerinde sözünü söyledi, “LGBTİ+’lara yönelik ilan edilmemiş savaşa son” dedi, savaş ve milliyetçilik karşıtı politikalarıyla katkı sundu. Bugün de mesele, bu varoluşun tanınması ve sürecin kurumsal çerçevesine dahil edilmesi.

    Kısacası, LGBTİ+’ların barış sürecine dahil olması, süreci demokratikleştiren, onu toplumsallaştıran bir adım olur. 

    Share. Facebook Twitter Pinterest LinkedIn Tumblr Telegram Email

    İlgili İçerikler

    Elif Torun: Esas alınacak olan, işçi sınıfının ve Kürt halkının birleşik devrim mücadelesidir

    24 Eylül 2025

    Venezuela Komünist Partisi’nden Andrade: Anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalizm olmaz

    21 Eylül 2025

    Deniz Can Aydın: Kürt halkının talepleri demokrasi ve devrim mücadelesiyle buluşturulmalıdır 

    21 Eylül 2025
    Destek Ol
    Yazılar
    Mehmet Murat Yıldırım

    “Bozkırın Tezenesi”: Neşet Ertaş’ın anısına

    Aycan E. Prifti

    Güneşin gölgesinde: Yapay zekâ (AI), Bakan ve gerçek mesele

    Tuncay Yılmaz

    Filistin’i tanımak mı “soykırım ortağı” damgasından kaçış mı?

    Mehmet Murat Yıldırım

    Apê Musa’nın kalemi: Zaman aşımına sığmayan bir cinayet

    Bağlantıda Kalın
    • Facebook
    • Twitter
    Seçtiklerimiz
    Ertuğrul Kürkçü

    Trump’ınkinden başka bir dünya mümkün

    Şebnem Oğuz

    Günümüz faşizmi ve savaş–barış diyalektiği: Mücadeleyi nasıl kurmalı?

    Siyasi Haber

    Endonezya’nın oligarşiye karşı isyanı – Muhammad Ridha

    Siyasi Haber

    Venezuela Komünist Partisi’nden Andrade: Anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalizm olmaz

    Güncel Kalın

    E Bültene üye olun gündemden ilk siz haberdar olun.

    Siyasi Haber, “tarafsız” değil “nesnel” olmayı esas alır. Siyasi Haber, işçi ve emekçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler, doğa ve yaşam savunucuları, ezilen etnik ve inançsal topluluklardan yanadır.

    Devletten ve sermayeden bağımsızdır.

    Facebook X (Twitter) YouTube
    EMEK

    Pamuk üreticileri: Böyle giderse çiftçiliği bırakacağız

    24 Eylül 2025

    Bakan Tekin özel sektör öğretmenlerini hedef aldı: “Sınavı kazanamadıkları için…”

    22 Eylül 2025

    Metal işçisi yoksullaşıyor

    14 Eylül 2025
    KADIN

    Aile yılı ilan edilen 2025’te 200’den fazla kadın öldürüldü

    25 Eylül 2025

    Kadın avukata komşu tacizi: “Evimde yalnız kalmaya korkuyorum”

    14 Eylül 2025

    Ağustos ayında 28 kadın katledildi, 25 kadın şüpheli şekilde hayatını kaybetti

    6 Eylül 2025
    © 2025 Siyasi Haber. Designed by Fikir Meclisi.
    • Home
    • Buy Now

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.