Türkiye, ikinci kuşak bir kapitalist ülke. Uluslararası iş bölümündeki yeri, kapitalist entegrasyon düzeyi ve derinliği ve yarattığı etki alanıyla Brezilya, Filipinler, Güney Kore, Arjantin’in içinde yer aldığı eksende bulunuyor.
1990’ların ortalarında şekillenen küresel emek, değer ve meta zinciri içinde yer alan Türkiye, bu süreçte küresel fabrikanın atölyesi olarak konumlandı. Özellikle 2008 krizi ve pandemi süreci küresel lojistik, tedarik ve üretim merkezi olarak öne çıkmasını sağladı.
Türkiye kapitalizmi bir manada Avrupa’nın Bangladeş’i olmaya çalışıyor. Ucuz emek cenneti ve geniş pazar olarak küresel finans kapitalin av sahasına dönüşüyor.
Modern ilksel birikim yöntemlerini en radikal bir şekilde kullanan kapitalist devlet, yoğun ve kronik yoksullaşma, mülksüzleşme ve proleterleşme sürecinin önünü açtı. Bir manada modern çitleme metotlarıyla Anadolu ve Kürt illeri yeni Petrograd’lar olarak dikkat çekiyor. 400 üzerinde Organize Sanayi Bölgesi (OSB), 40’ın üzerinde özel bölge ve yine 40’ın üzerinde serbest bölge bu yönelimin somut göstergesi. 2030 yılında OSB’nin sayısının 500’ün üzerine çıkması, diğer özel bölgelerinde iki katına ulaşması hedefleniyor.
Örneğin uluslararası finansman desteğiyle İzmir havzası ve Manisa bölgesinin Hong Kong benzeri küresel bir lojistik merkezi olması hedefleniyor. Benzer bir proje Ceyhan -Yumurtalık Bölgesi ve Adana Port diye tanımlanan bölgede gerçekleştiriliyor.
Türkiye kapitalizminin yönelimleri
Türkiye kapitalizminin yönelimleri iki düzeyde ele alabiliriz, birincisi mutlak artı değer sömürüsünü gerçekleştirerek, sınıfa yönelik stratejik saldırılarla ülkeyi bir ucuz emek cennetine dönüştürüp, küresel rekabet içinde yer edinilmeye çalışılıyor.
İkincisi Türkiye kapitalizmi bir alt emperyalist güç olma hedefiyle hızlı bir militarizasyon sürecine girmiş durumda. Özellikle Suriye’deki gelişmeler bu yönelimini hızlandırdı. Bu konu dün teorik bir tartışma konusuyken Türkiye kapitalizmin özellikle bölgede başta Irak ve Suriye’de bir nüfuz alanı oluşturması dikkat çekicidir. Bu adımları Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’daki hamleler izliyor.
Kısaca temelde bu iki yönelim, yani bir taraftan küresel lojistik, tedarik merkezi olma hamleleri, diğer yandan hızlı militarizasyon süreci ve emperyal arzular kapitalist devletin ve finans kapitalin tüm kararlarını ve yönelimlerini belirleyecek bir içerik taşıyor.
Bütçe, kapitalist devletin tercihleri ve stratejik yönelimleri
2026 Bütçesi TBMM’ye ekim ayı içinde sunulmuştu. Genel bir incelemeyle bütçeyi teknik teferruat dışında belirleyen saiklerin, yukarıda vurguladığımız olgular olduğu kolayca ortaya çıkıyor. Son beşlik süreçteki bütçelerden çok farklı olmayan bir çerçevede oluşturulmuş taslakta, ilk dikkat çeken ulusal gelirdeki yüzde 24’lük artış gözüküyor. Bu rakamın büyüsünün enflasyon ve kronik yoksullaşmanın bir yansıması olduğu düşünülürse, büyü hızla bozuluyor.
En son verilere göre Türkiye’de 25 milyonun üzerinde yoksul var. Bunun ciddi bir oranını çocuklar oluşturuyor. Tahmini 2 milyon çocuk ise derin yoksulluk içinde.
Yine bütçede dikkat çeken diğer bir kalem ise sosyal güvenlik ve sosyal yardım harcamalarındaki görülen “istikrar”. Bu harcamalar siyasal iktidarın varoluşsal karakterinden biri olan hayırsever kapitalizm uygulamalarının somut göstergelerinden biri. Bu yön stratejik olarak önce kitleleri yoksullaştır, sonra ulufeyle destekle ve yeni rıza mekanizmaları inşa et politikalarına hizmet ediyor. Ayrıca bürokrasi harcamaları da dikkat çekiyor. Devletin yeni patronajlarını ve ulaştığı bürokratik ağı/ makinayı göstermek açısından önem taşıyor.
Yani klasik tablo değişmemiş, bütçenin gelir ağırlığı tüketimden geliyor ve işçi sınıfı ve sınıfın farklı fraksiyonları geniş manada emekçilerden alınan vergiler, gelirde önemli bir pay oluşturuyor. Ayrıca faiz ödemeleri yeni rekor düzeyde. En önemli harcama kalemi yine savunma ve güvenlik olarak dikkat çekiyor. Bu durum hızlı militaristleşme sürecinin bir yansıması olarak ele alınabilir.
Toparlarsak 2026 yılı bütçesi finans kapitalin kar arzusu ve kar açlığını gidermeyi ve yönde sermayenin ihtiyaç duyacağı adımların önünü açmayı hedefliyor.
Asgari ücret politikaları, sınıfı değersizleştirme operasyonu
İşçi sınıfının ana gövdesinin asgari ücretle çalıştığı Türkiye’de, her asgari ücretin belirleme dönemi sınıfın dikkatlerinin yoğunlaştığı bir dönem olarak önem taşır Tipik bir korporasyon ilişkisini ifade eden tespit komisyonu son derece soğukkanlı bir şekilde asgari ücreti her yıl belirler ve bir manada işçilerin hayat standartları hakkında karar verirler.
Sınıfın yoğun örgütsüzlüğü ve sendikal bürokrasi tarafından kuşatılmışlığı, asgari ücretin finans kapitalin isteği doğrultusunda belirlenmesine yol açmaktadır. İşçi sınıfı için bunun somut anlamı açlık, sefalet, temel insani koşulların yanında entelektüel faaliyetlerin bütünün yitirilmesi anlamına gelir.
Aslında asgari ücretin bir korporatif yapı tarafından karar altına alınması kapitalist devletin, finans kapitalin örgütü olan TÜSİAD’ın ve yeni devletin organik aparatları olan sendikaların sınıfı terbiye etme ve sınıfı değersizleştirme operasyonudur. Asgari ücret tartışmalarında en çok ihmal edilen bu noktalar direkt olarak sınıfın örgütsel, mücadele, eylem ve entelektüel kapasitesine yönelik stratejik bir saldırı içerir. Sınıfın kimliğinin ve bilincinin aşınmasına yol açar. Özgüvenini sarsar.
Marx’ın ücret analizinde sınıfın en alt sınırda yaşamını sürdürmesi için elde edilen ücret olarak belirlediği bu olgu, yine Marx tarafından işçinin ailesi üzerinden hesaplanması gerektiği vurgulanır. Bugün bunun aktüel ifadesi 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı olan 92 bin liradır.
Başka bir boyutta sermayenin sınıfa en az ücreti dayatması şaşırtıcı değil, onun ontolojik bir eğilimidir. Çünkü sermayenin için işçi bir insan değil, bir nesnedir. Ve bu nesnenin soluk alıp vermesi bile sorundur. Ve her fırsatta sınıfa nesne, şey, böcek olduğu hatırlatılır. Her fabrikanın ve işyerinin bir cehennem olduğunu işçiler bilir. Yine Marx’ın iadesiyle bu konsantre yabancılaşma alanından işçinin çıkarken, vebadan kaçar gibi kaçması boşuna değildir.
Emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfı için emek gücünün değerini düşmesi demek, somut olarak hayatta kalacak kadar geçinememesi anlamına gelir. Sınıfın büyük bir çoğunluğunun asgari ihtiyaçları için borç çemberi içinde olması bu manada şaşırtıcı değildir. Bu durum finans kapitalin farklı kredilerle borçlandırıp sınıfı kuşatması ve yeniden esir almasına gelir. Borç çemberi içinde boğulan işçi artık eylem yapamaz, greve çıkamaz, hep tereddütte kalır, işini korumak için her şeye rıza gösterir.
Her şeye rağmen ve her şeye karşın
Yukarıda belirtiğimiz şeyler aslında Türkiye kapitalizmin yeni yöneliminin somut dışavurumlarıdır. Despotik emek rejimleriyle sınıfı abluka altına alan finans kapital, yoğun ve ucuz emek rezervleriyle küresel sermayeye alanlar açıyor. Küresel tedarik, lojistik ve üretim merkezi olarak bir manada arazi temizliyor. Geniş tanımla 11 milyonu geçen işsizin varlığı da sınıfa yeni dayatmaları koşulluyor. Bangladeş’te ücretlerin ortalamasının 2025 başında ancak 102 dolara yükselmesi finans kapitalin izleyeceği stratejileri de ortaya koyuyor. Şöyle bir vurguyu yapmak doğru olacaktır. Hızlı militarizasyon süreciyle, sınıfa dayatılan kölece çalışma koşulları arasında bir diyalektik işliyor.
İşçi sınıfı bir taraftan kimlik ve kültür politikalarıyla sınıf bilinci aşınırken, diğer taraftan yeni korporatist sendikal yapılarla kuşatılıyor ve açlık sınırında yaşamını sürdürmeye zorlanıyor. Militarizasyon politikalarını realize etmek, ancak sınıfın atomizasyonuyla olanaklı. Yeni küresel iş bölümünde konumlanma da sadece bu zemin üzerinden gelişebilir.
Bütün bu negatif tabloya karşın sınıfı iyi bilen ve ruhunu tanıyanlar için sınıfta olağanüstü bir öfkenin biriktiği ortadadır. Dip dalgasının oluştuğu gözlenebilir. Sınıfsal antagonizmanın şiddetlendiği, Anadolu ve Kürt illerinin küresel fabrikanın atölyesi olmasına bağlı olarak sınıfsal çelişkilerin açığa çıktığı ve domine olduğu bir konjonktürün içine girdik. Bugün lokal düzeyde salınımlı bir şekilde yaşanan direnişler ve sektörel bazda gerçekleşen işyeri grevleri bozkırda çakan kıvılcımlar olarak değerlendirilebilir.
Sınıfsal kutuplaşma ve farklı anti-kapitalist alanlardaki çelişkilerin iç içe geçmesi ve şiddetlenmesi ve birbirini beslemesi bozkırı her an tutuşturacak bir aşamaya getiriyor. 2026 yılında küçük bir kıvılcım, ateşe dönüşebilir…
