Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.
Nuray Sancar / Emek Partisi MYK Üyesi
Siyasi Haber: Daha önceki süreçlerin (1993-2013/1) her birini katliamlar izledi. (1993’ün ardından gelen sayısız faili meçhuller ve sınır ötesi operasyonlar- 2015’te ve devamında Kürt kentlerinin havadan ve karadan bombardımanı ve sınır ötesi operasyonlar). Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanmamasında hangi faktörler rol oynadı, bugünün koşullarındaki değişiklikler nelerdir?
Nuray Sancar: “Ateşkes”, “çözüm süreci” ve şimdi de sadece “çözüm” olarak adlandırılan, devletin Kürt sorunundan yalıtarak sadece terörden kurtulmaya odaklandığı stratejiler ulusal ve uluslararası koşullar tarafından şekillenen özgün yanları ile birbirinden ayrışır. Bununla birlikte bu farklı dönemleri birbirine bağlayan şey hafızadaki izlerden fazlasıdır.
‘Özalist’ liberal kalkınma hamlesi Türkiye burjuvazisinin fetih ve yayılma hırsını kamçılamıştı
1990’lı yıllar neoliberalizme olabildiğince hızlı eklemlenme sürecine Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Mesut Yılmaz yönetiminde atlayan Tükiye’de sıcak para dolaşımının yeni bir rantiye katman çıkardığı yıllar oldu. Özel bankaların çoğalması, İslami sermayenin beslenmesi ve ondan beslenme, kamu kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmeye başlanması, kara paranın temizlenerek dolaşıma aktarılması bu dönemin iktisadi yönelimlerinden biridir. O kadar ki göreli bir büyümeye yol açan, “Özalist” liberal kalkınma hamlesi Türkiye burjuvazisinin, Özal’ın deyimiyle Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar fetih ve yayılma hırsını kamçılamıştı, içeride de Anadolu Kaplanları olarak anılacak yeni sermaye birikim alanları oluşturmak için kolları sıvayan yeni bir burjuva sınıfın aktörleri de ortaya çıkmaktaydı.
Türkiye’nin yeniden “demirağlarla donatma” ruhuna girdiği bu koşullarda önemli bir bölgesel durum ortaya çıktı. Saddam Hüseyin Kuveyt’e saldırmış, sonra merkezinde ABD’nin olduğu devletlerarası bir koalisyon Irak’a müdahale etmişti. Irak’taki Kürtler ABD koruması altında özel bir statü elde etmek üzereydi. Bu karışıklıkta ABD Çekiç Güç adlı operasyon kuvvetlerini Türkiye’nin doğusuna yerleştirdi.
Irak’taki Kürt bölgesindeki gerilimlerin Türkiye sınırları içinde olası bir Kürt hamlesini kışkırtma ihtimaline karşı Kürtlerle hamilik ilişkisi kurma yollarını arayan Özal’ın ve Mesut Yılmaz’ın PKK ile “aracı”lı görüşmeler yaptığı biliniyor. Ne var ki devlet içindeki çeşitli hizipler; “düşük yoğunluklu savaş”ı yürütmek için kurulmuş ve giderek her biri özerkleşmiş paramiliter istihbarat ve operasyon aygıtlarında, ordu ve bürokraside ortaya çıkan görüş ve çıkar ayrılıkları bu ürkek adımların sonuç almaya doğru ilerlemesini engelledi. PKK görüşmecilerinden Eşref Bitlis’in “şüpheli” ölümü ve devletin operasyonları durdurmaması üzerine çatışmalar yeniden başlamıştı. O tarihten itibaren sivil halka yönelik baskılar, OHAL uygulaması altında kanun tanımadan yapılan baskılar, infazlar arttı. Mesut Yılmaz’dan sonra iktidara gelen Tansu Çiller’in başbakanlığında ise Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in “Başbakan tak diye emreder, ben şak diye yaparım” diye tanımladığı uyum görüntüsü eşliğinde Kürt halkına yönelik saldırılar, yerinden etmeler ve öldürmeler artacaktı. Ortalıkta Kürt kamuoyu liderlerini ve sermayedarlarını içeren ölüm listeleri de dolaşmaya başladı. Ateşkes tek taraflı olarak ilan edilmiş ve operasyonların devam etmesi nedeniyle de PKK tarafından iptal edilmişti.
2013 sürecinin 1993 süreciyle benzerliği her ikisinin motivasyonunda Ortadoğu’daki gelişmelerin rol oynaması ve sürecin sonlandırılmasından sonra “çöktürme” ve çökertme operasyonunun büyük bir ivmeyle devreye sokulmasıdır. 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş ortamında özerklik ilan ederek kantonlaşan Suriye Kürtlerinin IŞİD saldırılarına karşı ABD desteğiyle kazandığı zafer Türkiye’nin güvenlik sorunu haline gelmişti. 2014 yılı sonbaharında, çözüm süreci sürerken toplanan MGK’dan çıkan “Çöktürme Planı”nın devamında, 2015 seçimine çok az kala devlet çözüm masasını devirdi. 2015 seçimlerinde HDP’nin oylarının yüzde 13’ü geçmesi ve AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı bir sonucun ortaya çıkmasıyla birlikte “Çöktürme Planı” hızlıca devreye sokuldu. Suruç katliamı, 10 Ekim katliamı ve IŞİD imzalı bir dizi bombalamanın yarattığı tedhiş eşliğinde Kürt kentleri, PKK’nin özyönetim ilanı gerekçe gösterilerek kuşatıldı ve binlerce insan bu süreçte öldürüldü.
AKP ve MHP ittifakının bu süreçteki diğer amacı ABD ve Rusya’nın paylaşım mücadelesi verdiği Suriye’nin savaş sonrası yeniden yapılandırılmasında Türkiye sermayesine rant ve kâr ayrıcalığı temin etmekti. Bunun için bu iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden ve öncelik farklılıklarından yararlanarak Suriye’deki Kürt oluşumlarına yönelik harekâtlar da yapıldı ve Türkiye sınır ötesinde kendisine bir yerleşim alanı açtı. Türkiye Suriye’deki varlığını, Suriye’deki yönetim değişikliğine rağmen ve hatta sayesinde hâlâ sürdürmektedir.
Güç ilişkilerini tersine döndüren her eşikte bunun hıncını Kürtlerden aldılar
Böylece 10 yıl arayla her iki süreçte güvenlik stratejisini “terörizmi sonlandırmak” olarak kuran ama bunun için ilkinde Irak Kürdistanı’ndaki, 2013’te yani ikincisinde de Kuzey Suriye’deki gelişmelerde ön almak, alamıyorsa Kürt varlığına hamilik yapmak üzere içerideki Kürtlerle çeşitli süreçler başlatan Türkiye egemen sınıfları ve siyasi temsilcileri bölgesel siyasetteki güç ilişkilerini tersine döndüren her eşikte bunun hıncını Kürtlerden aldılar.
Bugünkü “süreç” ise artık tek adam tarafından yönetilen rejimin giderek sıkışmasının, yanı sıra iç ve uluslararası koşullarda meydana gelen değişikliklere karşı eski politikalarla yürüyemeyeceğinin işaretini taşımaktadır. Adına barış veya çözüm demekten sakınan Cumhur iktidarının başı sonu belirsiz ve sadece PKK’nin kendini feshine ve silah bırakmasına endekslediği bir hamleden bahsediyoruz. Birkaç aydır süren görüşmelerde herhangi bir adım atılmış değil. Kürtlerin geçmiş deneyimlerden dolayı temkinle karşıladığı, devletin ise beklenti yaratarak ilerlemeye çalıştığı yöntem içinde Kürtlerin kolektif hakları, talepleri hakkında henüz hiçbir cümle kurulmamıştır.
Saray iktidarı izlenen iktisadi politika nedeniyle bütün emekçileri açlık sınırının altında yaşamaya mecbur etmiş, ülkeyi yerli yabancı ortaklıkların maden, enerji santrali, inşaat, serbest bölge vb. işletmeleri için talan etmekte mesafe kaydetmiş, ödemekte zorlandığı milyarlarca lira borç altına girerek [hazineyi] boşaltmıştır ve bütün bunların maliyetini de işçi sınıfı ve emekçilere ödetmeye çalışmaktadır. Bu durum sosyal patlama tetikleyen kıvılcımlar için uygun bir zemindir.
Beka kaldıracı olarak barış ve çözüm rehinciliği
Diğer yandan İsrail ve ABD işbirliği altında Ortadoğu’nun haritası yeniden çizilirken yine bir güvenlik kompleksine kapılan ama aynı zamanda kaosu fırsata çevirmeye çalışan Cumhur iktidarı için Kürtlerin ve örgütlerinin dâhil olduğu iç cephe, olası bir dış cephe ihtiyacının da kaynağı olarak görülmektedir. Savaştığı cepheleri azaltarak içeride sağlayabileceği nizam Ortadoğu’daki paylaşım savaşında rol oynama [olanağı] kazandıracaktır. Bu yüzden Kürtlerin barış ve çözüm “beklentisi”ni kendi iktidarının geleceği için rehin tutmak ve bu arada hem iç hem dış siyasette yolundaki pürüzleri temizlemek güncel stratejinin başlıca taktiğidir. Bugün en yakın rakibi olarak yarıştığı CHP belediyelerine amansızca saldırarak bu partiyi bölmeye çalışmak, belediyelerin birikimine el koymak ve nihayet partinin il başkanlığına kayyım atamaya kadar [varan] iktidar siyaseti için Kürt hareketiyle barış ve çözüm rehinciliği aracılığıyla kurduğu ilişki bir beka kaldıracı olarak görülüyor.
1993 ve 2013 sürecine benzer bir döngüye yol açıp açmayacağını zaman gösterecek.
Barış, Saray iktidarı için eşitler arasındaki bir mesele değil
Mevcut iktidar ve devlet aklının bir barışa izin vereceğini düşünüyor musunuz?
Devletin barış anlayışı Trump’ınkine benziyor; barışın teminatı benim gücümdür. Bu güç, paylaşım ve egemenlik savaşının en az maliyetle yürütülmesini sağlayan tehdit, şantaj, ambargolar ve ticari baskıların bir arada kullanılmasını mümkün kılan silah ve nükleer gücüdür. Dolayısıyla PKK ile birlikte, silahsızlanmaya direnen PYD’nin de kendisini feshetmesi karşılığında iktidar henüz sahip olmadığı olanaklara, karşısındakini zayıflatıp dağıtarak ulaşabileceğini zannediyor. Barış, Saray iktidarı için eşitler arasındaki bir mesele, bir çözüm aracı değildir. Bir güç ve hegemonya oluşturma koşuludur ve sadece silahsızlandırma ulaşılabilen bir konudur. Bu yalınkat yaklaşımın gerçekleşmesi için her türlü politika denenecek gibi görünüyor.
Öte yandan böyle bir barış Erdoğan ve Bahçeli ikilisinin sübjektif niyetleri ve eylemlerini tek belirleyen yapmaz. Güç ilişkilerinin gün gün değiştiği, defalarca ziyaret edilen eş-Şara’yla kurulan ilişkilerin ve alınıp verilen vaatlerin İsrail ve ABD’nin en küçük müdahaleleriyle boşa düştüğü, bölgedeki her devletin dost ve düşman denkleminin sürekli değiştiği koşullarda devletin Kürt özgürlük hareketiyle ilişkisi de kaygan konjonktürle damgalanır. Cumhur iktidarının Kürlerle barıştan anladığı olası muharebeler için asker ve müttefik envanterini genişletmekten başka bir şey değildir. Cephe sözünü ağızlarından düşürmemelerinin bir nedeni de budur. Halkına, rakiplerine ve komşularına karşı gard alan fırsatçı bir iktidardan daha fazlası beklenemez.
İsrail gerçekten de bölge halkları açısından bir tehdittir
Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu propagandası yapmakta. “Ülke tehdit altında” algısı yaratarak muhalefeti susturmaya çalışmakta. Bunun somut göstergeleri nelerdir?
Birinci soruda “süreçler”in ortak özelliklerine değinirken kısaca soruya da yanıt olabilecek noktalara değinmeye çalıştım. Ama şunu ekleyebiliriz. İsrail gerçekten de bölge halkları açısından bir tehdittir, devletler açısından da öyle. Gazze katliamının oluşturduğu örnek Netanyahu’nun Siyonist faşizminin hiçbir sınır tanımayan şiddetiyle neler yapabileceğini gösterdi. Bugünlerde Gazze’ye başlatılan kara harekâtı Filistin diye bir realiteyi haritadan silmeye odaklanmış durumda. Öte yandan Suriye’de bölücü şeriatçı eş-Şara iktidarı altındaki gerilimlerden yararlanarak, örneğin Dürzi güçlerini desteklemek suretiyle bu ülkenin iç işlerinde bir rol oynamaya ve arazi üzerinde hüküm sürmeye çalışıyor. Suriye’nin donanma gücü İsrail tarafından yok edildi, İsrail Golan tepelerine yerleşti. Rojava yerleşimindeki Kürt örgütlülüğü üzerinde de tasarrufta bulunmak istiyor. Bunu başarırsa Türkiye İsrail ile komşu olacak demektir.
ABD’nin Suriye Temsilcisi ve Türkiye Büyükelçisi Thomas Barrack’ın “Osmanlı devlet sistemi’ önerisinden heyecanlanan Saray iktidarı bundan ümmetçilik hayalini canlandırmaya çalışmışsa da Suriye’nin milliyet ve mezhep esasına göre bölünme ihtimali onun için bir korku ve hırs kaynağıdır. Türkiye yönetenleri şu noktaya gelmiş bulunuyor: Kürtler ya benimdir ya toprağın. Dolayısıyla Suriye’deki Kürt yerleşimi üzerindeki nüfuzu kimseye kaptırmak istemiyor. Ona yar olmayacaksa kimseye de olmayacak!
Ne var ki İsrail’in bölge ülkelerine bir ABD tetikçisi olarak dizayn vermek için işlediği cinayet ve katliamlar bir ölçü olacaksa, bölgesel güç ilişkilerinin mevcut durumu içinde saldırılarını sürdüreceği, stratejik hedeflerine bağlı kalacağı kuşku götürmez bir gerçektir. İran, Irak, Suriye, Yemen hedefindedir ve Türkiye için bir tehdit oluşturmadığını da söylemek mümkün değildir. Ancak her şey İsrail’e kalmadığı için ABD ile Rusya arasında ezelden beri hem bir tampon bölge hem de NATO üyesi ve Amerikan peyki olan Türkiye’nin ne denli hedefte olacağını belirleyecek olan şey tek başına İsrail veya Türkiye iktidarı değildir. Ancak İsrail Güney Kıbrıs’a mevzilenerek, Türkiye’nin Suriye’de kurmaya çalıştığı üs bölgelerini vurarak, PYD ile ilişkilenerek kışkırtıcı ve kuşatıcı bir rol oynamaya devam ediyor. Türkiye yönetimi bunlara henüz bir ses çıkarmadı. Filistin işgali boyunca kârlı ticaret yaptığı İsrail’e karşı hiçbir yaptırım uygulamadı. Hayıflandığı tek konu Kudüs ve Kürtler üzerinde nüfuz kurma çalışması oldu.
Güç gösterisi en çok içerdeki halka yapılıyor
Elbette İsrail’in hamlesinin iç politikadaki karşılığı iç güvenlik alarmının yükseltilmesidir. Türkiye’nin İsrail’in hedefinde olduğu sürekli işlenen bir konu. NATO’nun da direktifine uyarak silahlanan ve sürekli silah üreten Cumhur iktidarı geliştirdiği “savaş sanayisi”nin sağladığı rantı da kurulan güvenlik duvarının gücü olarak propaganda etmekten imtina etmiyor. Bir bakıma güç gösterisi en çok içerdeki halka yapılıyor.
Hâlâ binlerce kişinin hapiste tutulması ve bunlara her gün yenilerinin eklenmesi, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımların yanında, iktidarın en güçlü alternatifi olarak görünen CHP’nin belediyelerine olan saldırılar, cumhurbaşkanı adayının tutuklanması ve aday olamaması için 35 yıl geriye giderek diplomasının iptal edilmesi, Cumhur İttifakı’nın “terörsüz Türkiye” diyerek hayata geçirdiği “süreç”le demokrasi ve Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleştirilmesinden ziyade başka hangi amacı esas aldığına işaret etmektedir?
Cumhur iktidarı yönetiminin başlıca hedeflerinden biri ülkedeki toplumsal dinamizmi kötürümleştirmektir. Bu bakımdan diktatörlük dozu artmış, giderek faşizme yaklaşan bir rejim oluşturuldu. Meslek örgütlerine, sendikalara, kitle örgütlerine, barolara, grev ve eylemlere yönelik saldırılar, basın yasakları ve ağır sansür koşulları yaşamın bir realitesi oldu. Bugün ülkede “Hangi suç işlenirse hangi bedel ödenir?”in hukuki bir karşılığının kalmadığı, cezanın ve suçun keyfi saiklerle atandığı bir ortam var.
İki cumhurbaşkanı adayını; Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu’nu hukuk bağlamında anlamı olan bir suçlama ile değil, sadece rakip oldukları için hapiste tutan, bunu da toplumsal muhalefet yeterince güçlü olmadığı için yapabilen Saray iktidarı için elini yakmadan ateşle oynamak yine de öncelikli ilke. 19 Mart’ta İBB’ye kayyım atayacakken bunu kitle gösterileri nedeniyle yapamayan iktidar her hamlesinde referanduma tabi tutar gibi ölçtüğü kitle refleksine göre yol alıyor. Parsel parsel işgal ediyor, CHP’nin ve belediyelerinin içini boşaltıyor. Halkı bu baş döndürücü hıza yetişemez hale getiriyor.
Seçimlerin değiştirici gücünün abartılması gerçekte tehlikelidir
Türkiye’de emekçiler, gençler ve kadınlar bütün birikmiş tepkileriyle CHP’nin mitinglerini dolduruyorlar. Yani kitleler başlangıçta ne yapacağını bilemeyen CHP’yi önlerine kattı, CHP de bu kitle öfkesini arkasına alarak ilerledi. Düzenli mitingler kitle refleksini kontrol altında tutarak mücadelenin radikalize olmasını da önleyen ama aynı zamanda genelin siyasi bilincine ve gücüne denk düşen eylemler.
Şu anda CHP erken seçime kilitlenmiş durumda. Seçimlerin, geçmişteki yolsuzluklara, oy hırsızlıklarına rağmen değiştirici gücünün bu denli abartılması gerçekte tehlikelidir. Ancak halk bu meşru savunma alanında toplumsal dinamizmi köreltmeye çalışan, tektipleştirici ve biat talep eden bir faşizm formunun dayatılmasına karşı elinden gelen mücadeleyi yapma imkânını da bu hedefle gerçekleştiriyor. Bütün mesele bu mücadelenin içeriğinin gerçek bir halk inisiyatifine dayanan bir rejim talebiyle doldurulmasında. Bu da her küçük kazanımın üzerine inşa edilebilir ve örgütlü bir güçle dönüştürülebilir. Faşizmin püskürtülmesinin başka koşulu yoktur.
Bahçeli, uzun vadeli devlet çıkarlarının bekçisi olduğu vehmedilen bir siyasetçi
Devlet Bahçeli’nin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet Bahçeli devlet ve güvelik bürokrasisine hâkim; partisi, devletin esnemez çelik çekirdeğini temsil eden ancak seçim gibi bir derdi olan AKP’nin tersine kısa değil uzun vadeli devlet çıkarlarının bekçisi olduğu vehmedilen ve kendisine vehmeden bir siyasetçidir. Devletin hafızasının da kara kutusu gibidir. Gerçekte bugün iktidarı yöneten Erdoğan’dan çok odur. Türkiye sermayesinin günlük siyasal dayatmalarına karşı sermayenin bütün geleceğini düşünerek siyaset yapan bir unsurdur.
Onun milliyetçi retorik ve sert üslupla vermeye çalıştığı ayar, hem AKP ve Erdoğan’ın hem diğer sistem partilerinin tutum ve sözlerine çeki düzen vermeleri içindir hem de ana eksenden kaymalar karşısındaki devlet uzlaşmazlığının göstergesidir.
Bu en milliyetçi partinin başındaki insanın “süreç”i başlatan kişi olması bu rolüyle çelişmez. O Türk devletinin ve sermayesinin bekasını Kürtlerle süreç başlatmakta görmüştür. İçeriye yönelik milliyetçi retoriğin altında bir ABD bağımlısı figürün gizlendiği de şaşırtıcı değildir. Bu bakımdan Erdoğan’ın atarlanmalarını bile disipline eden kişi odur.
“Süreç”i onun başlatması, bir zamanlar Meclis kürsüsünden ip atarak idam edilmesini istediği Öcalan’ı o kürsüde konuşmaya çağırması siyaseten tutarsız görünse de iç ve bölgesel realite bakımından gerçekçidir. Yıllardır milliyetçi hassasiyetleri köpürtülmüş kitlelerin karşısında, onlarla kan uyumu nedeniyle yatıştırıcı rolü oynayabilecek yegâne kişi odur. Doğrusu oy hesabı olan ve milliyetçi oylara muhtaç bir Erdoğan aynı sonucu veremezdi.
Komisyon başka, daha esaslı ve ileri formlarla yer değiştirebilir
TBMM Komisyonunun kuruluşunu, ismini, bileşimini ve ilan edilen çalışma perspektifini ve bugüne kadarki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Komisyon’un çalışmalarına ilişkin eleştiri ve önerileriniz nelerdir?
Komisyon “süreç”in istihbarat örgütü ve güvelik bürokrasisi ile yapılan müzakerelerin ürünü olarak şekillenmesine karşı gelişen siyasi ve toplumsal itirazın ve direncin sonucu olarak kurulmak zorunda kalan bir oluşumdur. Bileşimini belirleyen iktidar partileri, Meclisteki koltuk dağılımını esas alarak dostlar alışverişte görsün şeffaflığıyla sınırlamışlardır. Komisyon yasa çıkaran bir organ değildir ancak yasa önerilerinde bulunur. Şimdiye kadar yapılan oturumlarda yasal önerilerin tartışıldığına rastlanmamış, bunun bilgisine sahip olunmamış olmasına rağmen “süreç” için açılan tek ama yetinmek zorunda olmadığımız bir kürsüdür. İktidar partilerinin orada ayak sürümelerine, ağırdan almalarına rağmen Komisyon başka, daha esaslı ve ileri formlarla yer değiştirebilir. Bunu mümkün kılacak olan şey parlamento içindeki ve dışındaki muhalefetin mücadelesidir.
Bir önceki müzakereler sürecinde görüşmeci heyetler bir ortak sonuç metni yazma aşamasına gelmiş, “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak adlandırılan 10 maddelik anlaşmanın üzerinden çok geçmeden Erdoğan tarafından “Ne Dolmabahçe mutabakatı? Nereden çıkmış böyle bir şey? Böyle bir mutabakat falan söz konusu değil” denerek masa devrilmişti. Bu Komisyon’un çalışmalarının aynı kaderi yaşamaması açısından ne yapılmalı?
Buraya kadar iktidarın niyeti, stratejik hedefi ve muhtemel adımları ve oyalamaları üzerine konuşmuşken elbette günün birinde masa devirme pozisyonunun da olabileceğine, bu Demokles Kılıcı’nın halkın başının üzerinde sallanmaya devam ettiğine de değinmek gerekir. Ancak bu süreç tek yanlı işletilen bir süreç değil. Bu belirsiz süreçten bir demokratik Türkiye tablosu çıkarmak, faşizmi püskürtmek ve Türkiye halklarının eşit özgür birliğini sağlayacak yeni bir rejim inşası şansı vardır. Bunun potansiyel bir şans veya imkân değil tersine bütün siyasal olanakları kullanarak yaratılacak bir mücadele sürecinin ürünü olduğunu unutmamak gerekiyor. Barış, özgürlük ve demokrasi hiçbir zaman bir ihsan veya lütuf olmamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri, kadın ve gençlerin müdahaleleri, haklar ve özgürlükler için sayısız mücadelelerin ürünü olmuştur bunlar. Her seferinde bedel ödenmiştir, iğneyle kuyu kazılmıştır. Dolayısıyla sürecin nasıl ilerleyeceği, ne istendiği, neye evrilmesinin talep edildiği önemlidir ama talebi bir güç haline getirecek olan şey örgütlü müdahaledir.
Bir yandan kolektif haklar için diğer yandan işçi ve emekçi olarak sömürücü düzene karşı verilen mücadelenin ortaklaştığı bir örgütlü mücadele zemini “süreç”i, işçi sınıfını ve halkları köleleştirmeye devam eden, içerde ezilmişliğine sessizce katlanan, dışarıda fetih politikalarının envanterine kayıtlı Türk ve Kürt insan profili üretmek isteyen iktidarın kurgusu olmaktan çıkarabilir.
Seçim olsa da olmasa da kesintisiz ve sürekli mücadele şart
Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır? Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?
Bugün DEM’in, CHP’nin, EMEP’in, TİP’in ve sair güçlerin bu baskıcı, yasakçı rejimden kurtulmak gibi ortak bir amacı var. DEM elbette bir müzakere süreci yürütüyor ve bu olanağı kendi stratejik hedefleri doğrultusunda genişletmeye çalışıyor.
Her partinin kendine göre bir siyasal anlayışı ve alternatif bir düzen anlayışı var. CHP seçimle iktidara gelmekle birçok şeyin düzelebileceğini iddia ediyor. EMEP sosyalizmi hedefleyen ve işçi sınıfı öncülüğünde bir sosyalist devrim mücadelesi vermeye çalışan bir parti ve kapitalizm koşullarında komünal örgütlenmeyi esas alan ve bunun her konuya yansıması olan bir perspektifin sahibi DEM’le sosyalizmin içeriği konusunda ayrı düşer. Bununla birlikte adı geçen partilerin ve diğer ittifak güçlerinin birleştiği asgari talep var ki, bu da tek adam iktidarına son vermektir. Erken seçimin her derde deva olabileceğini düşünmek mümkün değil ancak buna itiraz etmek için de bir neden yok.
Bugün toplumun geniş bir kısmı CHP’ye yönelik saldırılardan rahatsız ve muhalefetini onun argümanlarına katılarak gösteriyor. Çünkü bu toplam toplumsal ve siyasi koşullar içinde başını belaya sokmadan direnmenin meşru sınırlarını ve duygudaşlığını insanlar bu zeminde bulmaktalar. İktidar o kadar gayri meşrulaştı ki bu sınırlı zemin çok geniş kesimi içerebilen bir mecraya dönüştü. O halde daha ileri çözümler için bu zemin bir başlangıç noktasıdır.
Tek adam rejiminin yıkılması faşizmin geriletilmesinin ilk şartıdır. Fakat faşizm sistemin öylesine derinliklerine kadar kök salmıştır ki kesintisiz ve sürekli mücadele seçim olsun olmasın bir şarttır.