İsrail, 1960’lardan bu yana nükleer silahlara sahip olmasına rağmen, nükleer programının varlığını hiçbir zaman resmi olarak teyit etmeyen bir “nükleer opaklık” politikası sürdürmektedir. Bu bağlamda İsrail, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) hiçbir zaman imzalamamıştır. Teknolojik olarak gelişmiş balistik füzeler, seyir füzeleri ve füze savunma sistemlerinden oluşan geniş bir yelpazede üretim yapmakta ve bunları konuşlandırmaktadır.
2025 yazında İran ile İsrail arasındaki savaş, bu nükleer gölgeyi yeniden bölge gündemine taşımaktadır. İran’ın nükleer programına yönelik İsrail’in sert söylemleri ve saldırıları, nükleer bir savaş riskini tırmandırmaktadır. Bu çekişme yalnızca iki ülke arasındaki rekabetle sınırlı kalmamakta; küresel güçlerin -özellikle ABD’nin- Ortadoğu’yu enerji kaynakları ve stratejik çıkarlar için bir satranç tahtasına çevirme çabalarını da gözler önüne sermektedir. İran’ın nükleer programı, kendi elitlerinin çıkarlarını savunsa da, İsrail’in nükleer tekeline ve Batı’nın çifte standartlarına karşı bir denge arayışı olarak değerlendirilebilir.
İsrail’in nükleer belirsizlik politikası: Kapitalist hegemonyanın örtüsü
İsrail’in nükleer serüveni, 1950’lerin sonunda Fransa’nın desteğiyle Dimona’daki Negev (Necef) Nükleer Araştırma Merkezi’nin kurulmasıyla başlamıştır. İsrail’in nükleer silah programı hakkında çok az bilgi bulunmakta; ülke bu konuda ne doğrulama ne de yalanlama yapmaktadır. Ancak 1980’lerden kalma deşifre edilmiş belgeler, araştırmalar ve tanıkların açıklamaları, İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu kanıtlamıştır. Nükleer Tehdit Girişimi’ne göre İsrail’in yaklaşık 90 nükleer savaş başlığına sahip olduğu ve yaklaşık 200 nükleer silah daha üretebilecek kadar plütonyum rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktarın, 187 ila 277 nükleer silah üretmeye yetecek kapasitede olduğu öngörülmektedir.
“Nükleer belirsizlik” politikası, İsrail’in bu cephaneliği caydırıcılık aracı olarak kullanmasını sağlarken, uluslararası denetimlerden kaçmasına da imkân vermektedir. Bu strateji yalnızca askeri bir hamle değil, aynı zamanda ideolojik bir kalkandır. İsrail, “varoluşsal tehdit” söylemiyle nükleer programını meşrulaştırmakta, böylece Ortadoğu’daki güç dengesini kendi lehine sabitlemektedir. Bu belirsizlik, bölgesel rakiplerine psikolojik baskı uygularken küresel arenada diplomatik manevra alanı yaratmaktadır. ABD’nin bu politikaya verdiği örtülü destek, İsrail’in nükleer programını Batı’nın stratejik çıkarlarıyla bütünleştirmektedir.
İran-İsrail savaşında bu belirsizlik, her iki tarafın elit kesimlerinin hegemonya yarışını körüklemekte; fakat bu yarışın bedelini emekçi sınıflar ve yoksul halklar ödemektedir.
NPT ve küresel çifte standartların yüzü
İsrail’in NPT’yi reddetmesi, küresel güç ilişkilerindeki eşitsizliği açıkça gözler önüne sermektedir. 1970’te yürürlüğe giren NPT, nükleer silahların yayılmasını önlemeyi hedeflese de, pratikte büyük güçlerin nükleer tekellerini koruma aracına dönüşmüştür. İsrail, NPT’ye taraf olmayarak nükleer programını Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetiminden uzak tutmaktadır. ABD’nin bu duruma göz yumması, küresel çifte standartları daha da görünür kılmaktadır.
İran gibi NPT’yi imzalayan ülkeler sıkı denetimlere tabi tutulurken, İsrail’in nükleer cephaneliği sorgulanmamaktadır. İsrail; ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore ile birlikte nükleer silahlara sahip olduğu bilinen dokuz ülkeden biridir.
Bu durum, kapitalist dünya sisteminin gelişmekte olan ülkelerin teknolojik ve askeri kapasitelerini sınırlama stratejisini yansıtmaktadır. İsrail’in NPT dışındaki konumu, onun emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu olduğunu göstermektedir. İran’ın nükleer programı bu eşitsizliğe bir itiraz gibi görünse de, rejimin baskıcı karakteri bu itirazın halk lehine bir harekete dönüşmesini engellemektedir.
Füze ve savunma sistemleri: Teknolojik hegemonyanın silahları
İsrail’in nükleer cephaneliği, ileri teknoloji füze ve savunma sistemleriyle desteklenmektedir. Bu sistemler yalnızca savunma amacı gütmemekte; aynı zamanda bölgesel üstünlüğü pekiştirmeyi hedeflemektedir. İsrail, ABD üretimi F-15, F-16 ve F-35 uçaklarına sahiptir; bu uçaklar nükleer bombalar taşıyabilecek şekilde modifiye edilebilmektedir. Ayrıca, Almanya’da üretilen ve nükleer seyir füzeleri fırlatabilecek kapasitede olduğu düşünülen altı adet Dolphin sınıfı denizaltı da donanmasında bulunmaktadır. Jericho balistik füzeleri ise 4.000 km’ye kadar menzile sahiptir. Yaklaşık 24 tanesinin nükleer başlık taşıyabileceği tahmin edilmektedir, ancak kesin sayı bilinmemektedir.
İsrail’in füze savunma sistemleri çok katmanlı bir koruma sunmaktadır: Arrow (Ok) balistik füzelere, David’s Sling (Davut’un Sapanı) orta menzilli tehditlere, Iron Dome (Demir Kubbe) ise kısa menzilli roketlere karşı etkilidir. Bu sistemler büyük ölçüde ABD’nin finansal ve teknolojik desteğiyle geliştirilmiş, bu da İsrail’in askeri kapasitesinin küresel kapitalist sistemle olan bağlarını ortaya koymuştur. Bu teknolojilerin yüksek maliyeti, İsrail’in kaynaklarını sosyal refah yerine militarizme yönlendirdiğini de göstermektedir.
İran-İsrail Savaşı: Sınıfsal dinamiklerin gölgesi
İran-İsrail savaşı, nükleer silah tehdidini yeniden gündeme taşımıştır. İsrail, İran’ın nükleer programını “varoluşsal tehdit” olarak tanımlamakta; İran ise faaliyetlerinin barışçıl olduğunu savunmakta ve İsrail’in nükleer tekelini eleştirmektedir. Bu çekişme, iki ülkenin burjuva elitleri arasındaki hegemonya mücadelesinin bir yansımasıdır.
İsrail’in nükleer kapasitesi, bölgedeki üstünlüğünü koruma arzusuyla şekillenmektedir. İran’ın programı ise Batı yaptırımlarına ve İsrail’in tehditlerine karşı bir savunma kalkanı olarak değerlendirilmektedir. Ancak İran’daki teokratik rejim, bu programı halk üzerindeki baskıyı artırmak için de bir araç olarak kullanmaktadır. Nükleer silahlar, emekçi sınıfların değil, burjuva elitlerin çıkarlarına hizmet etmektedir.
Nükleer tehditten kurtuluşun yolu
İsrail’in nükleer belirsizlik politikası, füze sistemleri ve savunma teknolojileri, kapitalist sistemin Ortadoğu’daki yıkıcı dinamiklerini ortaya koymaktadır. İran-İsrail savaşı bu krizleri derinleştirirken, nükleer silah tehdidi bölge halklarını felaketin eşiğine sürüklemektedir. Nükleer silahlar, kapitalist devletlerin sınıfsal hegemonyalarını sürdürme çabasının bir ürünüdür. Bu tehdit ancak emekçi sınıfların birleşik mücadelesiyle ortadan kaldırılabilir.
Ortadoğu’da nükleer silahlardan arındırılmış bir gelecek için küresel bir dönüşüm gereklidir. Emekçi sınıflar; İsrail’in nükleer tekeline ve İran’ın burjuva rejiminin militarist politikalarına karşı örgütlenmeli ve mücadele etmelidir. NPT gibi uluslararası anlaşmaların reformu değil, kapitalist sistemin ortadan kaldırılması nükleer silahlardan kurtuluşun gerçek koşuludur. Tarihsel materyalizmin ışığında, Ortadoğu’nun emekçi halkları nükleer tehditten kurtulmak ve eşitlikçi, barışçıl bir dünya kurmak için mücadeleyi büyütmelidir.
Bu, yalnızca bir umut değil; tarihsel gerçekliklerin ve maddi koşulların zorunlu kıldığı somut bir hedeftir.