Soysal Grup’un düzenlediği 16. Perakende Günleri’nin bu seneki konuklarından birisi Prof. Dr. Daron Acemoğlu’ydu. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) İktisat Profesörü olan Daron Acemoğlu, Türkiye’de ekonomik ve siyasal durumu, kapsayıcı kurumlar ve dışlayıcı-sömürücü kurumlar üzerinden açıklamaya çalıştı.
Daron Acemoğlu, "Dünya'daki En Çok Alıntı Yapılan ilk 10 Ekonomist" arasındadır. Ulusların Düşüşü: Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri adlı kitabı Harvard Üniversitesi'nde siyaset bilimci James Robinson'la birlikte kaleme almıştır. Kitap, ulusların neden farklı geliştiğini, bazılarının güçlenmede ve refah yaratmada başarılı olurken diğerlerinin neden başarısız olduğunu, kurumsal itisat, iktisadi gelişme ve ekonomi tarihi bakımından değerlendirmektedir
Acemoğlu’nun konuşmasından bir bölüm şöyle:
''Planları doğru yapabilmek için kavramsal çerçeveye, teoriye ihtiyacımız var. Bizim başlangıç noktamız, şu anda çok globalleşen, birleşen bir dünyada yaşamamıza rağmen, ülkeler arasında ciddi bir gelir farkı olmasıydı. Almanya, İngiltere gibi ülkelerin gayri safi milli hasılası Afrika ülkelerinin yaklaşık 40 katı. Ve bu fark azalmıyor, giderek artıyor. Bu uçurumlar sadece ekonomik değil, siyasal sistemler açısından da uçurumlar var.
Bizim bugün en büyük sorunlarımızdan birisi, dünyanın en gelişmiş ülkeleri ile en geri kalmış ülkeleri arasındaki bu gelir uçurumu. Aynı zamanda dünyanın en büyük mülteci krizini yaşıyoruz. Peki buradan nasıl çıkılır, bu sorunları nasıl çözeriz. Kimi teoriler ülkeler arasındaki kültür farklarına, zihniyet faklarına vurgu yapıyor. Kimi teoriler liderliğe ya da coğrafi koşullara vurgu yapıyor. Bize göre bunların hepsinden daha önemli bir şey var: Bir toplumun kurumları. Kurumlar derken, toplumun içinde yaşadığı organizasyonu belirleyen sosyal normlar ve kurallardan bahsediyorum. Bu kurallar ve normlar, hangi davranışın teşvik edildiğini, hangi davranışların cezalandırıldığını da belirliyor.
Neden liderlik, coğrafya ve kültür çok da önemli değil de kurumlar önemli dediğimi şöyle açıklayabilirim. Mesela Amerika ve Meksika sınırının böldüğü Nogales diye bir kasaba var. Sınırın bölmesinden sonra, Amerika tarafından kalan yer Kuzey Nogales, Arizona eyaletinde. Meksika tarafında kalan yer ise Güney Nogales, Sonara eyaletinde. Coğrafya aynı, on yıllarca aynı kültürü yaşamış. Ama iki kasabanın güneyi ve kuzeyi arasında gelir düzeyi, zenginlik ve yaşam standardı açısından bir uçurum var..
Kuzeyde gelir seviyesi 30 bin Doların üzerinde, Güneyde ise 10 bin Doların altında. Kuzey çok iyi eğitim almış. Güneyin ise eğitim seviyesi çok düşük. Kuzeyde çok daha iyi sağlık hizmeti var, güneyde sağlık hizmeti kötü. Peki mesele liderlik mi? Amerika’da Trump lider oldu. Kuzey’in koşulları çok mu değişecek? Hayır.
Açıklama basit, Nogales’i ayıran sınır… Güney Meksika kurumlarının bir parçası, Kuzey ise Amerika kurumlarının bir parçası. Bu kurumlar, insanlara fırsatlar açıyor. Özellikle kurumlar derken ekonomik kurumlardan bahsediyoruz. Bu kurumları ikiye ayırıyoruz.: Kapsayıcı ve dışlayıcı, sömürücü kurumlar.
Kapsayıcı kurumlar çok basit. İş dünyasında size istediğiniz şeyleri veren kurumlar kapsayıcı kurumlar. Mülki hakları emin, yargı sistemi çalışıyor ve her insanı aynı şekilde değerlendiriyor. Rekabetçi yapı, bir şirket bir tekel her şeyi eline alıp kontrol edemiyor. İş piyasasında işler zorla, güçle olmuyor, piyasa koşullarına göre oluyor. Ve bir fırsat eşitliği var. İnsanlar geldikleri şehirlere, ailelerin isimlerine, ten renklerine göre sınıflandırılmıyor. Becerilerinize göre, piyasada yeni ufuklara yelken açabiliyorsunuz… Kapsayıcı kurumlar böyle.
Peki dışlayıcı kurumlar da bunun tam tersi. Mülki haklar yok. Yargı kurumlarıyla ilişkiye giriyorsanız, soyadınız, ahbaplarınınız kim olduğu çok önemli. Rekabetçi değil tekelci bir yapı. Piyasa yerine zor, güç ve kontrol belirleyici. Fırsat eşitliği yok. Bazılarının işi çok kolay bazılarının işi ise çok zor. Kapsayıcı kurumlar büyümeye çok daha yardımcı oluyor. Dünyadaki bu zenginlik ve fakirlik uçurumunu anlamak istiyorsak, bu kapsayıcılık ve dışlayıcılık noktasından başlamamız gerekiyor.
Dünyada veya tarihte bazı ülkeler kapsayıcı kurumlar yerine dışlayıcı kurumları tercih ediyorsa bu bir tesadüften ibaret değil. Dışlayıcı kurumların bazı kişilerin işine geldiği, bazı kişilerin veya bir zümrenin çıkarına olduğu için oluyor. Dışlayıcı kurumlar bir ülkede belirli bir zümrenin zenginleşmesine yardımcı oluyor, ama ülkenin genelinin zenginleşmesine, ülkenin kalkınmasına yardımcı olmuyor.
Bir örnek daha vereyim, Kuzey Kore ve Güney Kore. Aynı Nogales gibi. İkinci dünya savaşına kadar, kültür yaşam tarzı, zenginlik aynı. Savaştan sonra ikiye ayrılıyor 38. Paralelde. Bugün Güney, Kuzey’den 15 kat daha gelişmiş durumda. Kuzey’de insanlar çok da mutluluk içerisinde yaşamıyor. Burada şunu vurgulamak isterim. Ekonomik kurumlar kadar siyasi kurumlar da önemli. Ekonomik kurumlar nasıl toplumdaki fırsatları dağıtıyorsa, siyasi kurumlar da toplumdaki gücü dağıtıyor. Dışlayıcı sömürücü kurumlar fırsatları ve ekonomik gücü, küçük bir kesimde topluyor. Sistem öyle bir sitem ki, bütün ülke, yönetici Kim Ailesi ve ordu tarafından yönetiliyor. Her şey Kim ailesinin önceliklerine göre belirleniyor. İnsanlar karşı çıkamıyor. Çünkü karşı çıktıkları an hapse atılıyorlar, öldürülüyorlar ya da çalışma kamplarına gönderiliyorlar. Dışlayıcı ekonomik bir yapıyı sürdürmek için, aynı zamanda dışlayıcı sömürücü bir siyasal yapıya da ihtiyaç var. Bu iki yapı birbirini tamamlıyor.
Dışlayıcı, sömürücü siyasal sistemin yerine ortaya çıkan yapı ise demokrasi. Ama demokrasi tek başına yeterli değil. Kapsayıcı siyasi kurumlar demokrasiden çok daha fazla. Örneğin demokraside seçimle bir insanı ya da partiyi seçiyorsunuz. Peki bunu kim nasıl denetleyecek? Kapsayıcı siyasi kurumların çok daha anlamlı bir denetleme mekanizması geliştirmesi lazım. Güçlerin ayrışması, yargı ve medyanın bağımsız olması gerekiyor. Sivil toplumun güçlü olması gerekiyor. Yani bunların hepsi politik gücün, politik karar verme haklarının toplum içinde çok daha geniş kesimler tarafından uygulanmasına imkan veriyor. Bu sistem, bir kişinin ya da bir zümrenin toplumu etkisi altına almasına engel oluyor.
Kapsayıcı kurumlar bir büyümeyi de beraberinde getiriyor. Bu büyüme verimliliği arttırıyor ve yeni teknolojilere dayanıyor. Bu demek değil ki dışlayıcı sistemler büyüme getirmiyor. Dışlayıcı sistemler de büyüme yaratır ama teknolojiye değil doğa kaynaklara dayanır. Verimliliği düşüktür ve sürdürülebilir değildir. Yine bir örnekle devam edersek, Bu sefer Nogales yerine Amerika ve Meksika örneklerine bakalım. Aralarında ciddi bir uçurum var. 19. Yüzyılın başında Meksika bağımsızlığını ilan ediyor. Ancak dışlayıcı kurumlar devam ediyor. İspanyollar gidiyor ama yeni yerli diktatörler ortaya çıkıyor. Bir süre boyunca sürekli hükümet değişiyor, darbeler oluyor. Sonunda Profirio Diaz diye bir diktatör başa geliyor. Biraz kontrol altına alıyor belirsizliği. Endüstrileşme başlıyor ama verimli değil. Tekstil, çimento, demir çelik sektörlerinin başına yakınlarını getiriyor. Sadece belirli bir kesim zenginleşiyor. Bankalar da diktatörün yakınlarının kontrolünde, kredileri de birbirlerine veriyorlar. Bir fırsat eşitsizliği ve memnuniyetsizlik var. Ve sonunda halk isyan ediyor.
Bugün büyüyen ülkeler, kapsayıcı kurumlara sahip olan ülkeler. Dışlayıcı kurumlar büyümeye, refaha, fırsat eşitliğine engel oluyor, ve fakirleşmeyi de beraberinde getiriyor. Irak, Libya’yı da dışlayıcı kurumların olduğu ülkelere örnek verebiliriz. Ancak bu demek değil ki, kapsayıcı ekonomik kurumlar sorunsuz ve her sorunu çözüyor. Kapsayıcı kurumların hakim olduğu yerlerde; politik gücü elinde bulunduranlar, sistemi kontrol edenler yetkilerini arttırmak, gücü paylaşmak istemiyorlar. 13. Yüzyılda Venedik böyle çöktü. Gücü elinde bulunduranlar gücü paylaşmak istemedi, kapıları kapattı, tekelleşme başladı, fırsat eşitliği ortadan kalktı. Sonunda Venedik çöktü. Venedik örneği önümüzde çok açık duruyor…
Kapsayıcı kurumların olduğu ülkelerde sistem sürekli kendisini yenilemek, yeni teknolojileri içermek zorunda. Böyle olmadığında sistem kendisini tüketmeye başlıyor. İşte Avrupa Birliği’nde Brexit, Amerika’da Trump örnekleri var.
Şimdi Türkiye’ye bakalım. Türkiye’de son 10 yıllık büyüme oranı ortalama yüzde 3. Bu oran Türkiye açısından çok düşük. Nereden geliyor bu büyüme, verimlilikten mi? Hayır. Verimlilik oranı ya sıfır ya da negatif. Verimlilik olmadan bir ülkenin büyümesi imkansız. Nereden geliyor bu büyüme: tüketimden. Tüketim artıyor ama yatırım ve verimlilik artmıyor. Dengeli bir büyüme için tüketim ve verimliliğin beraber artması lazım. Cari açık bu verimliliğin olmamasında kaynaklanıyor. İşsizlik artıyor. Büyüme var çok düşük kaliteli. Enflasyon düşmüyor. Fırsat eşitsizliği çok yüksek. Büyüme herkese eşit oranda etki etmiyor. Büyüme herkese aynı yararı getirmiyor. İstanbul büyüyor ama Anadolu büyümüyor. Bir kesim zenginleşiyor, ama toplumun bir kesimi hiç zenginleşmiyor.
Kapsayıcı bir büyüme için kapsayıcı kurumları güçlendirmek lazım. Sivil toplumu güçlendirmek lazım. Yargı ve medya bağımsızlığını güçlendirmek lazım. Düşük kaliteli büyümeden, yüksek kaliteli bir büyümeye geçmeye ihtiyacımız var. Çünkü Trump Amerika’sı Türkiye’ye gelmiş olan sıcak paranın dönüşüne sebep olacak. Cari açığı olan, dış yatırıma ihtiyacı olan bir ülke açısından bu önemli bir problem. Bu sebeple önlemleri hızla almamız lazım.’’
(Haber: Ahmet Saymadi)