Türkiye anayasasının 66. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür. Peki gerçekte Türkiye’nin tüm vatandaşları Türk müdür?
Bunun böyle olmadığını sokaktaki çocuk bile bilir. İlk akla gelen, ulusal kimliklerini inatla savunan Kürtlerdir. Ama Türkiye çok uluslu bir ülkedir. Araplar, Çerkesler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Boşnaklar, Pomaklar ve pek çok başka ulustan vatandaşı vardır. Son yıllarda Türkiye’ye yönelik göçün artmasıyla bu çeşitlilik daha da artmıştır. Bu yurttaşlar, Türk olmadıkları gibi, tüm bu ulusları Türk ilan etmek, zorla Türkleştirmenin anayasal dayanağını oluşturmaktadır. Bunun, “Türkiye’nin tüm vatandaşları erkektir” maddesini anayasaya koymaktan pek de farkı yoktur.
1921 anayasası ulusal baskıyla dayanmıyordu. Gerçi Türkçü fikirler 1. Meclis’te de vardı ama Mustafa Kemal, meclis başkanı olarak tekzip etmişti. Meclis’in bileşimini “Türk, Kürt, Çerkes ve tüm İslam unsurları” (anasır-ı İslam) şeklinde ifade etmişti. Kurtuluş Savaşı’nın meclisi böyle bir bileşimdeydi. Ama bir kez savaş kazanılıp, yeni devlet kurulunca, “İslam unsurları” kavramı da tarihe karıştı. 1924 anayasasına göre Türkiye’de sadece Türkler vardı. Türkçe dışındaki tüm diller yasaklandı. Sadece Lozan’da “azınlık” olarak tanınan Ermeni ve Rumlar bundan azade kalabildi ama onları da başka felaketler bekliyordu.
Anımsatmakta fayda var. 1930’ların Türk ırkçılığı o dereceydi ki, örneğin bu akımın başlıca sözcüsü Nihal Atsız, anayasanın bu maddesine karşı çıkıyordu. Ne demek “herkes Türk’tür” diyordu, Türk olmak öyle kolay mı? Ona göre Türkler üstün ırktı ve anayasayada bu yazılmalıydı. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, “Bu memlekette sadece Türklerin ulusal haklar talep etme hakları vardır. Diğerlerinin tek bir hakkı vardır o da köle olma hakkı” diyerek, hükümetin de pek farklı bir noktada olmadığını ilan ediyordu.
1930’larda, öjeni (ırkbilimi) ciddi ciddi bir bilim sayılıyordu. Bu sözde–bilimin öncüsü, tahmin edilebileceği üzere Almanlardı. Ancak Türkiye’de de ırk araştırmaları bu yıllara damgasını vuruyordu. Mustafa Kemal öncülüğünde Türk ırkı araştırmaları, özellikle Türklerin brakisefal kafatasına sahip olduğu ve medeniyeti brakisefal ırkların kurduğu savı etrafında geliştiriliyordu. Pek çok mezar açıldı, kafatasları ölçüldü. Devşirme bir Ermeni olan Mimar Sinan da mezarı açılanlar arasındaydı ve kafatası ölçülmüştü! Ancak bir süre sonra, kafatası ölçümleri durduruldu ve bu konu rafa kaldırıldı; zira Anadolu’da yaşayanların çoğunluğunun brakisefal kafatasına sahip olmadığı anlaşılmıştı! 2. Dünya Savaşı’nda Nazizmin yenilgisinin ardından öjeni eski itibarını yitirdi. Dahası biyoloji bilimindeki gelişmeler, insanlar arasında ırk farkı bulunmadığını ispatladı. Bugün artık Türk ırkına dair 1930’ların savları savunulamaz.
Oysa, Türk üstünlüğü telakkisinin dolaylı bir ifadesi olan 66. madde, toplumsal gelişmenin ne denli gerisinde de kalmış olsa, arkaik bir hüküm olarak yerli yerinde durmaktadır. Onu en cansiperane biçimde savunan partilerin Nihal Atsız’ın takipçileri olması da bir raslantı değildir.
66. madde Türklüğü bir anayasal norm haline getiriyor. Türk olmayanlara ise bu normu dayatıyor. Türk olmayanlara mutlu olmak için Türklüğe asimile olmak dışında kapı bırakmıyor. Her ne kadar başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere toplumsal gelişme bu maddenin dar sınırlarını çoktan aşmış olsa da, 66. madde, halen Türklerin egemen ulus, diğerlerininse ezilen ulus konumunda olduklarını tasdik ediyor. Türk ulusundan emekçilere sahte bir üstünlük duygusu vererek onları sisteme bağlıyor. Oysa bu madde gerçekte sadece Türk egemen sınıflarının (Kürtler başta gelmek üzere) ezilen halklar üzerindeki hakimiyetini ifade ediyor.
Kapitalizm bir yandan farklı halklardan emekçileri, insanları, aynı fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda, mahallelerde birleştirip nesnel bir kaynaşmaya yol açar. Bu kaynaşma, demokratik ulus (ulusal eşitlik) özleminin temelidir. Aynı kapitalizm diğer yandan bir özel mülkiyet rejimidir. UIusal baskı ve boyunduruk, mülkiyetin egemen ulustan burjuvazinin ellerinde yoğunlaşmasının güvencesidir.
Anayasanın 66. maddesinde cisimleşen Türk üstünlükçülüğü, bir yandan emekçi sınıfları milliyet esasına göre bölerken, diğer yandan Türk burjuvazisine sömürüden aslan payını sağlar.
Demokratik ulus talebi, milliyet ayrımı gözetmeksizin işçi sınıfının en geniş birliğine hizmet ederken, demokratik cumhuriyet için de bir sosyal temel hazırlar. Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi olan çok uluslu bir ülkede, demokratik ulus talebi, sınıf mücadelesinin vazgeçilmez ve temel bir unsurdur. Her grevde, her gençlik eyleminde ırkçı önyargılar tekrar tekrar kırılır, halklar yeniden kaynaşır. Bu mücadele, Türkiye’yi tüm halkların eşit olduğu demokratik bir ulusa ve ona dayanan üretenlerin yönettiği Demokratik bir Cumhuriyete dönüştürene kadar sürecektir.
