İsviçre, 2022-2025 yılları arasında Türkiye’den gelen sığınma başvurularının büyük çoğunluğunu reddetti. Kabul edilen başvurular yalnızca yaklaşık %38 oranında kaldı. Reddedilen başvurular, Dublin Protokolü kapsamında başka ülkelere gönderilme veya sınır dışı edilme riski yaratıyor.
Mülteciler, kent merkezlerinden uzak, izole kamplarda yaşam mücadelesi veriyor. Sağlık ve psikolojik destek sınırlı, günlük yaşam koşulları zor. Uzun bekleme süreçleri ise sığınmacıların psikolojilerini altüst ediyor.

Erdal Uçar: “Enkaz altında kalan ailem, belirsizlik içinde ben”
6 Şubat 2023 depremlerinde, Adıyaman merkezdeki Hasoğlu Apartmanı saniyeler içinde yerle bir oldu. O binada Erdal Uçar’ın eşi ve üç çocuğu enkaz altında kalarak hayatını kaybetti. O günden sonra Erdal için yaşam başka bir yöne savruldu.
Depremden birkaç ay önce İsviçre’ye gelerek sığınma başvurusunda bulunan Uçar, yaklaşık üç yıldır İsviçre’de yaşıyor. Ancak bu süre boyunca bir türlü kalıcı bir statü elde edemedi. Hatta İsviçre Göç Sekreterliği’nden ret cevabı aldı. Şimdi hem ailesinin acısıyla hem de sınır dışı edilme ihtimalinin yarattığı korkuyla baş etmeye çalışıyor.
“Ben bütün ailemi o enkazda kaybettim. Psikolojik olarak zor durumdayım. Ama burada da bana yalnızca beklemem söyleniyor,” diyor. Uçar hem Türkiye’deki ihmallere hem de İsviçre’deki kayıtsızlığa dikkat çekerek, “Bir insanın başına iki kez yıkım yaşatılmamalı. Orada devlet ihmaliyle ailemi kaybettim, burada ise yalnızca bir dosya numarasına dönüştüm,” ifadelerini kullanıyor.

Meral Yeşiltaş: “Kanser tedavisinden çıktım, ağır işlerde çalıştırıldım”
İsviçre’nin St. Gallen kantonuna bağlı Uznach kentindeki bir mülteci kampında kalan 18 aylık mülteci Meral Yeşiltaş, Türkiye’de lenfoma kanseri tedavisi gördükten kısa süre sonra İsviçre’ye iltica etti.
İlk olarak gönderildiği Ticino kantonunda sağlık hizmetine erişimde sorun yaşamayan Meral, psikolojik destek de alabildi. Ancak kısa süre sonra St. Gallen’e sevk edildi. Burada ise hem sağlık hizmetlerine hem de psikolojik desteğe erişim oldukça sınırlıydı. Uzun süre bekledikten ve ısrarlı taleplerden sonra sınırlı bir destek alabilen Meral, kampın dayattığı düşük ücretli ve ağır işlerde çalışmak zorunda bırakıldığını anlattı.
“Kanser tedavisinden yeni çıkmıştım ama fiziksel olarak zorlayıcı işlere yönlendirdiler,” diyen Meral, 14 ay boyunca mutfak gibi ağır işlerde çalışmasına rağmen odasındaki hijyen ve yaşam koşullarıyla ilgili hiçbir sorunun çözülmediğini belirtiyor.
“Sağlığımı riske atamam. Mutfakta yoğun çalışmama rağmen dinlenebileceğim bir odam yok. İnsani koşullar sağlanmadan, sorumluluk veya performans beklentilerini nasıl karşılayabilirim?” sözleriyle yaşadığı çaresizliği dile getiriyor.
Ülkesinden politik nedenlerle kaçmak zorunda kalan Meral, yaşadığı kamp ortamını şöyle özetliyor, “Ben cezaevine girmemek için ülkemi, eşimi, evimi terk ettim. Ama burada bir yarı açık cezaevinde gibiyim.”

Şükriye Erol: Direnişle gelen özgürlük
Türkiye’de uzun yıllar Kürt siyasetinde aktif olarak yer alan ve 8 Aralık 2022’de siyasi baskılar nedeniyle İsviçre’ye iltica eden Şükriye Erol, geçtiğimiz aylarda sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıya kaldı.
Zürih Havalimanı’na götürülerek Türkiye’ye iade edilmek istenen Erol, bu duruma karşı açlık grevine başladı. Glarus Migrasyon Ofisi’nde ters kelepçeyle yere yatırıldığı ve kafasına bastırıldığı aktarılan Erol, maruz kaldığı şiddete rağmen geri adım atmadı.
Oğlu Seyfettin Erol, annesinin yaşadıklarını şu sözlerle anlattı, “Annem belgeleri imzalamayı reddettiği için aşırı güç kullanılarak kelepçelenmeye çalışıldı. O an yaşadıklarını bir ses kaydıyla kamuoyuna duyurmaya çalıştı. Annemin bedeni darp izleriyle doluydu.”
Şükriye Erol’un kararlı direnişi ve kamuoyunda oluşan dayanışma sayesinde sınır dışı işlemi durduruldu. Şimdi İsviçre’de mülteci haklarının korunması için sürecin takipçisi olduğunu söylüyor.

Rabia Aslan: “Ben ölmek istemiyorum”
Türkiye’den İsviçre’ye sığınan kadınların birçoğu, erkek şiddeti, toplumsal baskı ve töre cinayetlerinden kaçıyor. Ancak İsviçre’de başvuruları sistematik olarak reddediliyor. Buna gerekçe olarak Türkiye’nin kadınlar için güvenli bir ülke olduğu gösteriliyor. Türkiye gerçekten ne kadar güvenli, kadınlar ne kadar özgür, İsviçre Devleti bunu görmüyor. Bu bağlamda Rabia Aslan ve 6 yaşındaki kızının Türkiye’de yaşadıkları örnek gösterilebilir.
26 yaşındaki Rabia Aslan, 6 yaşındaki kızıyla birlikte İsviçre’ye sığındı. Rabia, 17 yaşında zorla evlendirilmek istenirken baskılardan kaçarak ailesinden uzaklaştı. Ancak evlendiği erkekten sistematik şiddet gördü.
Defalarca şiddete maruz kalan Rabia, “Doğuma giderken dahi dayak yedim,” diyor.
Bir dönem Almanya’ya kaçmayı başaran Rabia, Türkiye’ye döndüğünde baskılar kaldığı yerden devam etti. Sonunda evliliğini bitirdi ancak eski eşi tehditlerini sürdürdü, “Senin sonun da o kadın gibi olacak,” diyerek Rabia’yı ölümle tehdit etti.
Rabia, çocuğunu da yanına alarak kaçak yollarla İsviçre’ye ulaştı. Ancak burada da zorluklar bitmedi. Hırvatistan’da zorla parmak izi alındığı için İsviçre, Rabia’nın ilticasını Dublin prosedürü kapsamında reddetti.
Kamp sürecinde yaşanan en ağır olay ise kızının bir mülteci tarafından tacize uğraması oldu. Küçük A., yaşadığı travmanın etkisini hâlâ atlatamadı. Rabia ise kamp yönetiminin bu durumu “normal” olarak değerlendirdiğini belirterek, “Bana ‘Bunlar normal şeyler’ dediler. Polis de ‘Senin oturumun yok, müdahale edemeyiz’ dedi,” sözleriyle çaresizliğini anlattı.
“Ben ölmek istemiyorum. Ben sadece yaşamak istiyorum. Kızımın yaşayabileceği bir hayat olsun istiyorum. Özgürce, korkmadan, parmaklıklar arkasında olmadan…” diye haykırıyor Rabia.

Musa ve kızı Ece’nin hikayesi
Yaklaşık üç yıl önce İsviçre’ye sığınan Musa İtah, Türkiye’de Kürt siyaseti içinde aktif bir isimdi. Van’da yaşayan İtah, bir dönem Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Van il eş başkanlığını yaptı. 2015’te Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Van milletvekili adayı olmak istedi, ancak eski davaları nedeniyle adaylığı düşürüldü. Daha sonra HDP Parti Meclisi üyeliği görevini yürüttü.
İsviçre’ye geldikten sonra eşi ve dört kızı için aile birleşimi başvurusu yaptı. Ancak İsviçre makamları en büyük kızları Ece’yi kabul etmedi. Sebep olarak ise Ece’nin 18 yaşını geçmiş olması gösterildi. Oysa başvuru yapıldığında Ece henüz 17 yaşındaydı.
Yetkililer aileye, başvurunun yapıldığı tarihteki durumun geçerli olacağını söylemişti. Ancak bu sözler tutulmadı. Ece, ailesine kavuşmak için kaçak yollarla İsviçre’ye geldi ve bağımsız olarak iltica başvurusunda bulundu.
Ece’nin en büyük dayanağı aile bütünlüğüydü. Ancak başvurusu reddedildi, Federal Mahkeme de hızlı bir şekilde bu kararı onayladı.
Üstelik Ece’nin ileri safhada MS hastalığı bulunuyor ve panik atak krizleri yaşıyor. Türkiye’ye dönmesi hem sağlık durumu hem de politik baskılar nedeniyle ciddi riskler barındırıyor.
9 Eylül 2025 sabahı Friburg kantonundaki kampında gözaltına alınan Ece, geri gönderilmek üzere cezaevine konuldu.
Ailesi ve sivil toplum örgütleri harekete geçti. Anne ve baba, cezaevi önünde oturma eylemi başlattı. Polis buna izin vermeyince eylem, cezaevi yakınlarındaki bir bankta sürdürüldü.
Anne Zilan İtah, “Kızım yemek yemiyor, ben de yemiyorum. Sonuna kadar direneceğiz. Bu uygulama insan haklarına aykırıdır,” diyerek mücadelesini sürdüreceğini vurguladı.
Erdal, Meral, Şükriye, Rabia ve Ece’nin hikâyeleri, İsviçre’nin göç politikalarının giderek sertleştiğini ve insan haklarını ikinci plana attığını gösteriyor.
Türkiye’de baskı, şiddet ve ölüm tehlikesinden kaçan bu insanlar, İsviçre’de de belirsizlik, ret kararları ve Dublin prosedürleri ile karşı karşıya kalıyor.
İsviçre’nin insan haklarıyla bilinen imajı, bu hikâyelerle birlikte sorgulanıyor.
Mülteciler ise yalnızca bir şey istiyor, “Güvende olmak ve onurlu bir yaşam sürmek.”