PKK, kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihinde yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın ardından 5-7 Mayıs tarihleri arasında 12. Kongresi’ni gerçekleştirdi ve fesih kararı alarak çalışmalarını sonlandırdığını duyurdu. Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Ömer Güngör SYKP kurucularından Mahir Sayın’a Öcalan’ın çağrısı ve sonrasında yaşanan gelişmelere ilişkin görüşlerini sordu. Ancak Sayın’ın değerlendirmesine MA’da kısaltılmış olarak yer verildi. Biz Ömer Güngör’ün sorularını ve aynı zamanda ve Siyasi Haber’ in de yazarlarından olan Mahir Sayın’ın verdiği cevapları eksiksiz yayımlıyoruz. – SH
* PKK’nin 12’nci Kongresi’nde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile beraber “yeni bir başlangıç” olarak tanımlanan dönüşümün temel ve felsefi dayanakları nelerdir?
Şimdi Kürt halkı da en az üçüncü kezdir ki, savaşa son verip kendi sözünü geçerli kılma yoluna girmek istiyor. Sayın Öcalan’ın 1993’ten beri, kendi içinde evrimleşse de, temel paradigmasını oluşturan budur.
Burada tersinden okumalarla savaşı isyan ederek Kürtlerin çıkardığı sanılacak olsa da bu savaş onlara aslında Osmanlı’nın merkezi otorite olma girişimleriyle ta 1838’de ilan edilmiş ve kesintisiz olarak günümüze kadar sürdürülmüştür. PKK’nin doğuşu bu uzun sürecin, sadece en uzun soluklu ürünlerinden biridir. Sorunun nedeni değil temelde yatan Kürt inkarının değişik red ifadelerinden biridir.
TC devletinin Kuruluşu bunu bir kez daha, Osmanlının kalıntıları üzerinde, bir devlet ve bu devlet için de bir millet yaratmak üzere tekrarlamıştı. Çoğunlukla iddia edildiğine göre milletler önce doğar ve bu milletler de kendilerine hayat alanı yaratmak üzere bir devlet oluştururlar. Ancak çoğunlukla bu mekanizma böyle işlemez. Tam tersine, birileri tarihsel varoluştan da yararlanarak hakîmiyet alanı olarak bir devlet kurar ve bu devletin çimentosu olacak olan milliyetçiliği zorla dayatarak bu devlete bir millet yaratma yoluna girerler. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ise bunu, tam tersinden, zulme karşı bir başkaldırı süreci içinde gerçekleştirirler. Türk halkının uluslaşma süreci birinci, Kürt halkının uluslaşma tarihi ise bu ikinci kategoridendir.
Sayın Öcalan 1993’te ilk kez TC ile Kürtler arasında var olan sömürgeci-sömürge ilişkisine siyasal yoldan son verme teklifini getirmişti. Dönemin konjonktürünün yarattığı harita değişimleri çerçevesinde Cumhurbaşkanı Özal da bu teklifi “bir koyup üç almak” olarak formüle ettiği bir genişleme, yeni pazarlara ve petrole ulaşma projesine paralel bulduğu için, “federasyona kadar herşeyi tartışmalıyız” diyerek olumlu karşılamıştı. Ancak Kürtlerin bu barış girişimi, Özal’ın bizzat TC devleti tarafından öldürülmesi ve 17 bin faali meçhulün yaratılması ile sonlanmıştı. Zira TC devletinin kuruluş felsefesinde yer alan tek devlet, tek millet, tek dil olarak ifade bulan ve hedefine Kürtleri yerleştirmiş olan otoriter/totaliter üniter devlet felsefesi çok az değişikliğe uğramıştı.
PKK’nin kendisini feshetme ve silahlı mücadeleye son verme teklifi de ilk kez gündeme gelmiş değil. 2013-15 sürecinde de PKK feshedilmiş, ateşkes yapılmış, gerilla TC sınırları dışına çıkarak TC’ye karşı silahlı mücadeleyi bitirmek kararlılığında olduğunu göstermiştir. Ne var ki, o zamanki Erdoğan iktidarının bunu sadece tek adam rejimini kurmak, faşizmi kurumlaştırmak amacıyla kullanma niyetiyle davranıyor olması nedeniyle, Kürt halkının bu amaçlara hizmet etme niyetinde olmadığını gördüğünde, kendileri tarafından da imzalanmış olan Dolmabahçe anlaşmasını elinin tersiyle itmesini getirmiştir. Tarihin tekerrür etmemesi ancak ondan ders almakla mümkündür. Bugün de iktidarın bu girişimi hangi amaçlar için kullanmak istediğini iyi görmek ve demokratik bir toplumun kuruluşu yerine faşizmin kurumlaşmasına varmak için kullanılmasına geçmişte olduğu gibi şimdi de gereken hassasiyetle yaklaşmak gerekir.
Abdullah Öcalan yaşanan başarısız deneylere rağmen bugün bir kez daha silahlı mücadeleye son verip siyasal mücadele ile Kürt halkının kolektif haklarına kavuşmasını Türkiye’nin “demokratik bir topluma dönüşümüne” bağlamış ise bunu, faşist iktidara güvendiğinden değil, artık silahlı propagandanın Kürt halkının bilincinin ve örgütlenmesinin geri döndürülemez bir biçimde pekiştirme görevini tamamlamış olmasına ve diğer halkların da bu bilince ulaşabileceklerine olan güvenine bağlı olarak vermiştir. Bunlarda yanılmadığını Kürt halkı her fırsatta sergiler iken, diğer halkların, iktidarın muhalefeti parçalamak ve yok etmek amacına yönelik 19 Mart darbesinden beri sürdürdükleri antifaşist direniş de ona bir kez daha kanıtlamış ve cüretli adımlar atmasını sağlayarak, PKK’ye, şimdi silahlı propagandadan siyasi propagandaya geçme zamanının geldiğini bir kez daha hatırlatmış ve beklediği olumlu yanıtı da PKK’den almış bulunmaktadır.
* Kongrede, “demokratik toplum sosyalizmi vurgusu yapıldı. Bu kavram, yeni mücadele hattında nasıl bir toplumsal vizyonu ifade ediyor? Demokratik Toplum sosyalizmi Kürt özgürlük mücadelesinin ötesinde evrensel bir hedef taşıyabilir mi?
M.S. 12. PKK kongresinin “demokratik toplum sosyalizmi” belirlemesi gerçek özgürlüğe ulaşmanın kesintisiz bir süreç olarak hayat bulabilmesi açısından son derece önemli bir bakış açısı oluşturur. Demokratik toplum yalın haliyle ele alınmaya kalkışıldığında her sınıfa, millete, topluluğa göre içi doldurulabilecek bir “boş gösterge” oluşturur. Her kesim bu boş göstergenin içini kendi bakış açısından doldurur. İşte kongrenin yaptığı da, ortak bir dil kurma açısında belli bir önemi olan “demokratik toplum” boş göstergesinin, egemen sınıfın hegemonya aracı olarak aldatıcı bir işlev görmesinin önüne geçmek üzere, içini sosyalizmle, kolektivizme ve komünaliteye dayalı bir toplum önerisiyle doldurmak ve özgürlük talebinin kendisi için röper olarak (yol gösteren işaret) kullanabileceği hareketin doğrultusunu göstermektir.
Bu hareket biçimi eğer önceki girişimler gibi şiddet ile bastırılmaya kalkışılmaz ise kesintisiz bir süreç içerisinde sosyalizme doğru ilerlemenin gerekli ve doğru yolunu ifade eder. Ancak bilmemiz gerekir ki, kapitalist toplumun egemen sınıfı kendisinin sonunu getirecek olan bir yürüyüşü şiddet yoluyla engellemek üzere önceden devlet olarak örgütlenmiş durumdadır ve hegemonya araçlarının sistemi korumaya yetmediği yerde devletin şiddet aygıtlarını harekete geçirir ve bunun da yeterli olmadığı durumda siyasal gericiliğin en zalim biçimi olan faşizmi bu yürüyüşün karşısına diker.
Esasında bu tür sosyalist bir ilerleme Marks’ın savunduğu kesintisiz devrim anlayışının bir ifadesidir ve bunun Türkiye’deki başarısı demek tüm bölge ve dünya halklarının bu başarıdan güç alarak kurtuluşa ilerlemelerinin yolunun açılması anlamına gelir.
* Kongrede ilan edilen ve Demokratik Toplum Sosyalizmi olarak da ifade edilen yeni sürecin perspektifi, yeni mücadele hattını nasıl geliştirir?
Şimdiye kadar süren kısır döngüden çıkabilmek için bugün dünkünden daha uygun bir zemin bulunmaktadır. Daha önceki barış girişimleri dönemlerinde olmayan bir halk hareketi, faşist iktidarın Kürdistan belediyelerine kayyımlarla saldırmasının ardından, diğer muhalefeti de yok etme girişimi olarak gerçekleşen 19 Mart darbesinden beri süregelmektedir. Bu durum kesintiye uğramadığı takdirde faşist iktidarla sürdürülen müzakereler arkasında güçlü bir mücadele gücünü bulmaya devam edecek ve iktidarı, başka amaçlar gütse bile demokratik tavizler vermeye zorlayacak, bunları yerine getirmediği takdirde de tümden kaybetmeye sürükleyecektir. Demokrasi, tarihin hiçbir döneminde halklara yukarıdan hediye edilmiş bir yöneten yönetilen ilişkisi olmamıştır; bizatihi sokakta kurulan demokrasinin kendisini yukarıya dayatmasının eseri olarak demokrasi kazanılmıştır. Bugün de “demokratik toplum” doğrultusunda atılacak her adım ancak sokakta yaratılan ilişkinin iktidar katına tasdik ettirilmesi biçiminde gerçekleşecektir.
Bunun en iyi kanıtını günümüzde Kürdistan özgürlük hareketinin kırk yıldır sürdürdüğü fiili direnişin ortaya çıkardığı sonuçlar oluşturmaktadır. Artık Türkeş’in “Ne mozayiği ulan?! Mermer, mermer!” zırvalamaları ve “dağ Türkleri” değil, “Sevmediğimiz takdirde Türk de olamayacağımız Kürt kardeşlerimiz” vardır! Kürt dili parlamentoda her ne kadar hala “bilinmeyen bir dil” olarak kayıtlara geçiriliyor olsa da bizatihi bunu yapan devletin kendisi “Kürtçe TV yayını” yapmak zorunluluğunu, “Kürtçe dil derslerini okullara entegre etme“ gereğini duymaktadır. Kürt milletinin varlık bilinci artık asimilasyonla geri döndürülemeyecek bir biçimde örgütlü bir niteliğe bürünmüş ve TC devleti de kendisini bu gerçeklik karşısında gözden geçirme ihtiyacını duyar hale gelmiştir. Devlet aklı hala kuruluş paradigmasını aşamadığı için de çelişkiler içerisinde ne yapacağını bilmez halde davranmaya devam etmektedir. Bunlar sokağın gerilla haline bürünmüş eyleminin eserinden başka bir şey olarak görülemezler.
Şimdi bu sağlam zemine basarak Kürt özgürlük hareketi TC devletinin karşısına hiçbir devirde ciddi biçimde aşma çabası göstermediği demokrasi sorunlarının ve Kürtlerin ve diğer tüm marja itilenlerin bireysel ve kolektif haklarının siyasal mücadeleler yoluyla gerçekleştirilmesi zeminini sunmuş bulunmaktadır.
Elbette bunu, sadece faşist iktidara yapılan bir teklif olarak değil, tüm Türkiye işçi sınıfına, halklarına, kadınlara, gençlere, Alevilere, LGBTİ’lere sunulmuş bir teklif, var olan siyasal erk karşısında en geniş bir antifaşist bloku oluşturarak dikilme teklifi olarak görmek gerekir. Bu teklifin başarısı ancak pratik gereklerini yerine getirmekle mümkündür. Faşizmin demokrasi düşmanlığının cisimleşmiş hali olduğunun bilinciyle, onunla yürütülen müzakerelerin antifaşist mücadeleden ayrı düşünülmemesi gerekir. Onları demokrasiye ancak böylesine örgütlü bir halk gücü zorlayabilir. Yoksa onların yapmak isteyecekleri kendi iktidarlarının güçlendirilmesi ve bir dönem daha iktidarı elde tutmak için bu durumu öncekiler gibi kendi çıkarlarına kullanmak olacaktır. Faşizmle müzakere onunla iyi ilişkiler sürdürmek değil tam anlamıyla onunla mücadele etmek anlamına gelir. Zaten bugünkü müzakere zeminini gündeme getirmiş olan da Kürt halkının özgürlük uğruna verdiği on binlerce şehidinin mücadelesinden başka bir şey değildir.
Atılan bu barış adımın başarısı, Türkiye’nin demokratikleşmesinde rol oynayabilecek olan antifaşist bir halk hareketinin şekillenmesi ile paralel yürümek durumundadır. Burada demokrasinin gelişebilmesinin önemli şansları da filiz vermektedir.
Birincisi, mevcut muhalefet hareketini CHP’nin iktidar aracı olarak değil, çağdaş demokrasiyi kurmak için gerekli ve değişik kanatlardan oluşacak olan bir antifaşist, antiemperyalist ve anti şovenist demokratik cephenin oluşturulması olarak görmek ve değerlendirmek gerekir. İkincisi, bu cephenin sağ ve merkez unsurlarına karşı sol kanadını oluşturacak ve kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemeye kapalı olmayan (HDP kuruluşunda hedeflendiği gibi) bir üçüncü kutbun bu harekete yön verici rol oynamasını sağlayacak bir girişimin geliştirilmesi gerekir.
Üçüncü olarak da sosyalistlerin, geçen yüzyılda oluşmuş reel sosyalizm deformasyonlarını aşabilecek, sosyalist birey-toplum ilişkisini demokratik bir biçimde kuran, devleti devlet olmayan bir devlet haline getiren bir yeni programla bu mücadelede yol gösterici rol oynamasını sağlamak gerekir. Eğer bugünkü faşist iktidarın yarattığı ve daha da yaratacağı engelleri aşabilecek olursak, PKK’nin feshinin karşılığı olacak olan, Kürtlerle birlikte sosyalizme yürüyüşün yolu da, örgütlenmenin kendine ait özgünlükleri içerisinde özgürlüğe ve sosyalizme tüm halkların birliği içinde yürünmesini olanaklı kılabilir. Şu anda teorik olarak yol açılmıştır. Ne var ki, dünya-tarihsel deneyimler bize bu yürüyüşte burjuvazinin yeni oyunlarıyla yüz yüze gelmekten kurtulamayacağımızı da göstermektedir.
* Yeni mücadele hattı küresel düzeyde demokratikleşme ve insan hakları mücadeleleriyle nasıl bir bağ kurmayı hedefliyor? PKK’nin bu dönüşümü, uluslararası alanda nasıl bir algı yaratabilir?
M.S. PKK’nin kendini feshederek yola siyasal mücadele ile devam etme kararı şimdiden tüm halklar ve hatta devletler arasında yankı bulmuş durumdadır. Tüm dünya halkları bilmektedir ki, silahlar konuşmaya devam ettiği müddetçe halkların kendi iradelerini siyaset sahnesine doğrudan yansıtabilmeleri en asgari düzeye düşer. Zira savaş öylesine bir cehennemdir ki, her şeyi kendisinin ateşini harlatmak için kullanır ve insanların günlük yaşamlarının karşısına en büyük engel olarak dikilir. Bu gerçeklik karşısında Reber Apo öncülüğünde PKK’nin almış olduğu silahları susturup siyasal yoldan özgürlük taleplerinin karşılanması adımı tüm insanlık adına bir kazanç olarak görülmüş ve alkışlanmış bulunuyor. Küresel köyde her evde olan iyi bir gelişme diğer evlerde de sevinç ve umut yaratmakta, ev halkının mücadele azmini yükseltmektedir. Onun için “küresel düzeyde demokratikleşme ve insan hakları mücadeleleriyle” zaten önceden beri var olan mücadele birliği, bugün, önce bölgede ve giderek küresel düzeyde mücadele zeminlerinin yaratılmasına artık imkan sağlayacak görünmektedir. Denebilir ki, bugüne kadar başarılamamış olan ezilenlerin enternasyonal birliği için güçlü bir zemin döşenmektedir.
* Kongre kararlarında, mücadelenin “Önder Apo tarafından yönetilmesi” şartı vurgulanıyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu süreçteki liderlik rolü, demokratik ve hukuki zeminde nasıl tanımlanıyor? Bu şartı göz önünde bulundurursak Sayın Öcalan’ın koşullarına ilişkin hangi adımlar atılmalıdır?
M.S. PKK muhtelif beyanlarında kendisinin bir önderlik hareketi olduğunu vurgulamış ve bunca zamandır tecrit altında tutulan Reber’in gönderdiği mesajı bu anlayışına uygun olarak saygıyla karşılayıp gereğini yapmaktan imtina etmemiştir. Bu tutum ve güven bir günde ortaya çıkmış bir durum değil, uzun yılların deneyimi içinde pekişmiş bir kanaatin ifadesidir. Reber Apo da kendisine güvenenleri hiçbir dönemde yanıltacak bir adım atmayarak bu güvenin yıkılmaz temelini korumuştur. Bu açıdan onun sürecin bütününde hem örgütüyle hem de istediği her insan ve kurumla görüşebilmesinin önünün açılması şarttır. Bu 26 yıldır sürdürülen tecrit hayatına son verilmesi ve kendi iradesiyle belirlediği biçimde davranmasına imkan sağlanması anlamına gelir. Ne var ki iktidar hala bu konuda “serbest irade kullanımı” anlamına gelebilecek bir adım atmaktan titizlikle sakınmakta ve sürecin ilerlemesi engellemektedir. Demokrasiye koşar adım ilerleme arzusunda olanların tümü, yani tüm demokratik muhalefet, bu yürüyüşün temel şartlarından birinin sayın Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılması olduğu bilinciyle bir dayanışma hareketi içerisinde olması gerekir. Bu sürecin ilerleyip ilerlemeyeceği konusundaki bir turnusol kağıdı görevini görecektir.
* PKK’nin kongrede aldığı yeni kararlar, Ortadoğu’daki mevcut siyasi ve askeri dinamikler ışığında nasıl değerlendirilebilir? Bu karar, bölgedeki diğer aktörler (Türkiye, Suriye, İran ve uluslararası güçler) tarafından nasıl karşılanabilir?
M.S. Küresel bir köy haline gelmiş olan dünyamızda herhangi bir iç gelişmeyi bu köyün oluşturduğu bağlantısallık dışında görmek gerçeğe gözünü kapamak olur. Hiçbir iç çelişki ve ilişki yoktur ki, şekillenmesi, içinde bulunduğu dünyanın ilişkilerinden etkilenmeden kendi çözüm yolunu bulabilsin. Türkiye’nin yaşadığı iç ilişki ve çelişkileri de dünyanın ve Ortadoğu’nun ilişki ve çelişkilerinden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Bu açıdan elbette ki, iktidarın başlattığı mevcut “süreç” de özel olarak Ortadoğu’da yaşananlarla diyalektik bir etkileşim içesindedir. O kadar ki, bu “süreç”in bölgedeki, özellikle de Suriye’deki gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıktığını düşündürebilecek olgu ve savlarla da yüz yüze gelmekteyiz. TC’nin bölgesel hegemonya hesapları içerisinde attığı adımlar ve özellikle ABD-İsrail ikilisinin bölgede oluşturmaya çalıştığı yeni statüko Türkiye’nin iç ilişkilerinin ve çelişkilerinin de yeniden şekillenmesine neden olmaktadır. Zaten başka hiçbir şey olmasa bile, TC devletinin her türlü Kürt kazanımına karşı olmaktaki ısrarı, Rojava’da ortaya çıkan statüyü de ortadan kaldırmak için attığı adımlarla, TC’nin tüm ilişkilerinde ifade bulmadan edemezdi.
Erdoğan Rojava’nın ortadan kaldırılmasını Rusya’nın arabuluculuğu sayesinde Esad’la anlaşarak halletme hesapları yapmaktaydı. Ancak bu hesap Esadın reddi ve ABD-İsrail ikilisinin Rusya ile de anlaşarak HTŞ’yi Şama gönderme planı karşısında değişmiş ve elindeki lejyoner birliği SMO’yu Şam yerine Kürtlerin üzerine gönderip hüsrana uğramaktan kurtulamamıştır. Ancak “süreç”in başlangıcında durum farklı olsa da bugün gelinen noktada TC devleti Rojava statüsünü bir kazanım olmaktan çıkaracak bir duruma sürükleyebilmek için Özgürlük Hareketini Rojava’yı da silahsızlandırmaya zorlamaya çalışmaktadır; ancak ABD-İsrail ikilisinin Suriye üzerindeki hesapları, Erdoğan’ın yaptığı hesap hataları, bu şansı onun elinden almış görünmektedir. Muhtemelen onun içindir ki de Sayın Öcalan’la devletin yaptığı bir mutabakat ifadesi olarak yansıtılmış olan açıklamada, herkes açısından değişik açılardan bu kadar önemli olmasına rağmen Rojava’nın adı dahi geçmemektedir. Bu TC’nin de bu konudaki insiyatifi kaptırmış olduğunu kabullendiğini gösterir gibidir.
Eğer bu “süreç” bir boş gösterge olmaktan çıkıp da gerçek anlamda demokratik bir Türkiye’nin oluşumuna vesile olacak olur ise, sayın Öcalan’ın çok önceden belirttiği gibi hakların eşitliğine dayalı bir TC, yumuşak gücüyle Ortadoğu’nun yeniden şekillendirici gücü haline gelebilir. Suriye ve Irak devletleri yeniden demokratik temellerde kurulma şansını elde ederken, İran’ın da bu sürecin dışında kalması mümkün olmaz. Demokratik ilişkilerin hakim olduğu bir durumda da bütün bu halklarla yaşamanın deneyimine sahip Kürtler bölge devletlerinin birbirine yakınlaşmasına vesile ve hatta “konfederal bir birlik” oluşturmalarına kadar varan bir ortak varoluşun köprüsü olabilirler.
ARTIK Suriye devleti diye bir devlet yok. İsrail ABD desteği ile bu devletin var olma imkanlarını uzunca bir süre için ortadan kaldırdı. İsrail’in ifadesiyle artık Şam’da işgalci bir terör örgütü var. O böyle derken diğer yandan Trump Suudi Arabistan’da Colani isimli bu terör örgütü lideriyle görüşme yapıyor. Yani dört bir yandan Suriye devletinin istikrar kazanmadan kendilerine muhtaç halde yaşamasının taşlarını döşüyorlar. Halbuki, Rojava çoktan nasıl bir arada, barış ve özgürlük içinde yaşanabileceğinin örneğini sergiledi. TC’nin demokratik bir karakter kazanması da bu örneğin tüm bölgede nasıl hayat bulabileceğinin umudunun ve imkan dahilinde bulunduğunun örneğini oluşturacaktır.
*PKK Kongresi’nin Türkiye’deki sol, sosyalist ve demokratik mücadele zeminlerine etkisi hangi yönde ve ne düzeyde olacaktır?
M.S. Eğer bu süreç faşist iktidar tarafından kesintiye uğratılmaz ve ilan edilen doğrultularda ilerlemeye devam ederse, bu Türkiye’nin çağdaş demokrasi normlarına ulaşması açısından muazzam bir zeminin döşemesi anlamına gelecektir. Kongrenin yaptığı “demokratik toplum sosyalizmi” vurgusuna bakarsak mevcut sürecin Türkiye sosyalist hareketinin 1980 darbesiyle birlikte içine yuvarlandığı parçalanma ve güçten düşme sürecine bir son vermenin de imkanlarını içinde taşıdığını söyleyebiliriz. Kürt özgürlük hareketinin bu güne kadar biriktirmiş olduğu demokrasi potansiyeli ongre kararında da ifade bulduğu gibi sosyalizmle bütünleştirilebildiğinde bir sosyalist yeniden kuruluşun ve kitlelerin örgütlenmelerinin yükselmesinde son derece önemli bir başlangıç noktası oluşturur ve denebilir ki, küresel düzeydeki ifadeleriyle birlikte Türkiye’deki sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizden çıkış açısından sağlam bir başlangıç noktası oluşturabilir.
* Daha önce Türkiye Devleti defalarca kongre yapılsın adım atacağız demişti. Ancak gelinen aşamada söylem dışında iktidarın ve devlet kanadının bu konuda attığı somut bir adım yok. Bu sürecin uzun sürmesi, beraberinde tehlikeleri de arttırmaz mı, sizce devlet nasıl bir programı izlemeli?
M.S. Devletin dümeninde faşistlerin bulunması dolaysıyla çok kritik bir süreç yaşamakta olduğumuz gerçeğini görmek gerekiyor. Faşizm demokrasi düşmanlığının cisimleşmiş hali ise demokrasi doğrultusunda atılacak adımlara karşı da doğal bir direnç göstermesinin maddenin karakterine uygun bir tutum olduğunu bilmemiz gerekir. Eğer bu demokrasiye karşı olan direnci yenecek başka kuvvetler harekete geçmez ise, sürtünme kuvveti karşısında sönen her hareket gibi bunun da sönmesi kaçınılmaz olur. Hareketin var olan dirence/sürtünmeye rağmen devam edebilmesinin temel şartı direnci yenebilecek kuvvetlerin sürekli bir etkide bulunmaya devam etmesidir. İktidarın yeni sürece yol vermek amacıyla 1 Ekim 2024’den beri sergilediği tutum, şu anda hesaplamadığı yeni bir faktörle, Gezi direnişinden beri neredeyse durgunluğa sürüklenmiş olan kitlelerin güçlü bir direnişiyle yüz yüze geldi. İktidarın beklemediği bu direniş onun faşist reflekslerini harekete geçirerek, Kürt belediyelerine karşı sürdürdüğü kayyımlama girişimini Türkiye çapında bir darbeye dönüştürmesine ve, karşısına dikilen Cumhurbaşkanı adayını tutuklatırken, CHP’yi de kayyımlamaya girişmeye kadar vardı. Hükümetin bu faşist refleksleri süreci frenlemektedir. Bunun yenilebilmesi için buna karşı yeni güçlerin yeni bir mücadele nizamını benimseyerek ek kuvvetler yaratması gerekmektedir. Bu yapılamadığı takdirde, iktidar aynı reflekslerle devam etmeye kalkışır ise, sürecin hiçbir yere varmadan sonlanmasına
yol açabilir.
Sürecin başarıya ulaşabilmesi için devletin atması gereken adımlar, sırasıyla, sayın Öcalan’ın özgür iradeyle davranabileceği bir konuma kavuşturulması, muhalefete yönelik saldırıların durdurulması, esir alınan tutsakların derhal serbest bırakılması ve restorasyon değil gerçek bir demokrasinin kurulabilmesi izin özgür seçimlerin yapılmasının en kısa sürede ilan edilmesidir. Ancak bu sürecin ardından gelecek olan meclisin Kurucu Meclis görevi görerek, çağdaş bir anayasa taslağını tüm halkların tartışmasına açarak nihai biçiminin oylanması sonucunda TC’nin demokratik bir cumhuriyete dönüştürülmesine varılabilir. İstediğimiz budur; hedefe varılıp varılamayacağını
mücadele belirleyecektir.