CHP, Türkiye’de siyasetin temel unsurlarından biri. Bu Parti her zaman siyaset analizlerinin göz ardı edilemez bir öznesi olmakla birlikte, bugün bu önemi daha da artmış durumda. Keza DEM Parti, sadece Meclis’teki 3. büyük parti değil, aynı zamanda faşizme karşı mücadelenin dinamosu ve demokratik-özgürlükçü düşüncenin önde gelen taşıyıcı bir parti. Faşizme karşı cephenin kurulmasında ve hedefine ulaşmasında her iki partinin varlığı ve birbiriyle ilişkilerinin niteliği hayati öneme sahip.
Bu yazıda CHP ile DEM Parti’nin ilişkilerini faşizmin kurumsallaşması süreci bağlamında ve anti-faşist güçler dizilimi içindeki yerleri bakımından değerlendireceğiz.
CHP’nin tarihine kısa bir bakış
Herkesin malumu olduğu üzere CHP, Cumhuriyet’i, yani Osmanlı sonrası modern devleti kuranların partidir. CHP’nin kökleri meşrutiyet Osmanlısının iktidar partisi İttihat ve Terakki’ye, Cumhuriyet’in kökleri ise çöküşten modernleşerek kurtulmaya çalışan Osmanlı devletine dayanır. Yani, Kemalist resmi tarihin söylediği gibi geçmişten mutlak bir kopuş yoktur. Kimi konularda kopuşlar olsa da, bir o kadar süreklilik de vardır.
Cumhuriyet’le birlikte en katı biçimde hayata geçirilen “ulus-devlet”in ideolojik ve fiziksel kökleri Osmanlı modernleşmesine ve İttihatçıların Ermeni, Süryani, Pontos ve Batı Anadolu Rum halklarına yönelik soykırım, katliam ve tehcirlerine, “Milli Ekonomi” politikalarına, Türkçülük ideolojisine uzanır.
Ama elhak, bugünkü Türkiye sınırları içindeki halkları -başta Kürtler olmak üzere- modern şiddet ve çok-yönlü baskı yöntemleriyle bir buldozer gibi ezme, bütün bir halklar ve inançlar mozaiğini üzerine beton dökerek yok etme tarihsel suçunun faili doğrudan doğruya Mustafa Kemal Atatürk’ün CHP’sidir. Kürtlerin bu kadim topraklardaki binlerce yıllık varlığı inkar edilmiş, Kürtçe yasaklanmış, yerel toplulukların kendi yurtlarındaki özerk varoluş hakkı reddedilmiş, buna itiraz eden Kürtler isyana zorlanmış ve onbinlercesi katliama uğratılmış, sürgün edilmiştir.
Cumhuriyet tarihi, Türkiye coğrafyasının binlerce yıllık etnik, inançsal ve kültürel çeşitliliğinin Türk ulus-devletini kurma uğruna tahrip edilmesi, halkların zorla Türklük potasında eritilmesi tarihidir. Hristiyan halklar soykırım, katliam ve zorunlu göçlerle yok edilirken, Alevilerin Sünniliğe, Müslüman halkların Türklüğe asimilasyonu için tüm zora veya zor desteğindeki iknaya dayalı yöntemler uygulamaya konmuştur. Bu, Cumhuriyet’in bugüne kadar çeşitli revizyonlarla da olsa sürdüregeldiği devlet politikası, kurucu ilkesidir. CHP fiilen iktidarda olsa da olmasa da, kurucu ilkelere ve devlet politikalarına sahip çıkmış, “devlet partisi” olmaya devam etmiştir.
İşte bu nedenle halkların, ama bilhassa Kürtlerin kolektif hafızasında CHP “başlarına gelenlerin esas sorumlusu” olarak kodlanmıştır.
Cellat polemiği
CHP’nin, Meclis Komisyonu’nun Abdullah Öcalan ile görüşmek üzere İmralı’ya gidecek olan heyetine katılmama kararı üzerine bu Parti ile DEM Parti arasında bir polemik başladı. DEM yöneticileri CHP’yi cesaret gösteremeyerek çözüm ve demokratikleşme açısından büyük bir fırsatı kaçırmakla eleştirirken, CHP’den önceleri eleştirinin sivri ucunu AKP’ye yönelten yanıtlar geldi. Aslında CHP, Genel Başkan Yardımcısı Murat Emir’in, MYK’nın “heyete katılmama” kararını açıklarken kullandığı sözler, oldukça özenliydi ve İmralı’ya gitmemenin CHP’nin sürece bağlılığına gölge düşürmeyeceği yönündeydi.
DEM yönetimi de eleştirilerini sürdürse de gerilimi tırmandırmama politikası izledi. Hatta tabandan yükselen şiddetli tepkilerin etkisi altında Partili yöneticilerin ve vekillerin de sert açıklamalar yapmasının yaratabileceği sorunları önlemek amacıyla tüm Parti örgütüne CHP ile ilgili açıklama yapmama uyarısında bulundu. Nitekim iki partinin kitlesinden yükselen tepkiler yatışmaya başlamıştı.
Fakat Özgür Özel’in CHP 39. Olağan Kongresi’nde yaptığı konuşmada kullandığı şu sözler gerilimin fitilini bir kez daha ateşledi: “Herkesi, canı istediğinde ‘Şu parti kapatılsın, kapatmıyorsa Anayasa Mahkemesi kapatılsın’ diyenlerin demokratlığını hatırlamaya davet ediyorum. Bir Stockholm Sendromu’na kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğunuz celladınıza âşık olmamaya davet ediyorum.” Özel açıkça DEM’e, MHP lideri Devlet Bahçeli’yle ve Tayyip Erdoğan’la süreç bağlamında kurulan ilişkileri hatırlatıyor ve “celladına aşık olma” metaforunu kullanıyordu.
Özel’in sözleri gerçekten de ağırdı ve ülkedeki en bilinçli ve en kararlı Parti kitlesini oluşturan DEM’lilere, bütün provokasyonlara (örneğin AKP’nin kurduğu 1 Ekim protokol fotoğrafı tuzağına, örneğin Erdoğan’ın DEM’in Cumhur İttifakı’na eklendiği imasını içeren sözlerine…) rağmen ısrarla CHP ile iyi ilişkileri korumaya gayret eden, barışın demokrasi olmadan mümkün olmayacağını her fırsatta vurgulayan DEM yönetimine saygısızlıktı.
Oysa Özgür Özel, Genel Başkanlığa seçildiği günden bu yana Erdoğan’ın muhalefeti bölmeye yönelik tuzaklarına düşmeyen, CHP ile DEM kitlesi arasına kama sokulmasına izin vermeyen açıklamalarıyla iyi bir liderlik göstermişti. Özel’in “celladına aşık olma” metaforu bir “ayar tutturamama” sonucu muydu, yoksa “iktidar yürüyüşü” stratejisinin bir parçası olarak bilinçli olarak mı kullanılmıştı? Bu sorunun cevabını muhtemelen önümüzdeki haftalarda göreceğiz.
Özgür Özel, sözlerinin Kürt halkında ve DEM yöneticilerinde yaratacağı infiali hesaplayamamış olmalıydı ki, gelen şiddetli tepkiler karşısında art arda birkaç kere konuşmasının DEM’i ve Kürtleri hedef almadığını açıklamak zorunda kaldı.
İki parti arasındaki karşılıklı eleştiriler yumuşayacak gibi görünürken, bu kez de DEM cephesinden bir salvo geldi.
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan 2 Aralık’ta Partisinin Meclis Grubunda yaptığı konuşmada cellat polemiğinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e şöyle karşılık verdi: “Biz bu coğrafyadaki halklar, inançlar, devrimciler, ezilenler, emekçiler olarak celladı çok iyi tanırız. Cellatları mezarlıklarımızdan, faili meçhullerimizden, yakılmış köylerimizden, direndiğimiz zindanlardan çok iyi biliyoruz. Kimse bu hafızanın üzerine ucuz metaforlarla yaklaşmasın. Cellatlığımıza soyunan çok oldu, haklısınız. Ama bizi kurban yapmaya kimsenin gücü yetmedi ve yetmeyecektir. Herkes çok iyi bilsin ki cellat defterini açacaksak, geçmişi konuşacaksak hepiniz borçlu çıkarsınız.” Bakırhan, tarihe gönderme yaparak CHP’nin de Kürt halkının cellatları listesinde ağırlıklı bir yer tuttuğunu hatırlattı.
Bakırhan’ın söyledikleri tarihsel olarak doğruydu. Tepkisinde de haklıydı. Ama güncel siyasetin gerekleri açısından bakıldığında, Özel’in geri adım attığı ve gerginliği azaltmaya çalıştığı bir noktada, tepkisini el yükselterek göstermesine gerek yoktu.
Çünkü nihayetinde “Barış ve Demokratik Toplum” stratejisinin hayata geçebilmesi için CHP’nin ve onun temsil ettiği kitlenin masada kalmasının önemi, Öcalan ve Kürt Özgürlük Hhareketi’nin tüm bileşenlerince defalarca vurgulanmış durumda. CHP’yi bu masadan kalkmaya zorlayacak her adım sürece yarar değil zarar verecektir.
Ayrı düzlemler olarak siyaset ve teori
Bu noktada güncel siyaset ile teori ve tarihsel gerçekler, taktik ve strateji arasındaki ilişkilere ilişkin birkaç söz söylemek gerekiyor.
Eğer pragmatizmi ve popülizmi reddeden, sınıfsal temelden yola çıkarak insanlığın kurtuluşu perspektifine sahip sosyalistler isek, devrimci teoriden çıkardığımız ilkeler ve tarihsel/toplumsal gerçekliğin çözümlemesinden elde ettiğimiz bilinç, güncel siyasette bize yol gösterici olacaktır. Yaşamın karmaşıklığı ve gri bulanıklığı/belirsizliği içinde, günlük pratiğimizde attığımız her adımda ufkumuzdaki hedefle göz temasımızı koruyup korumadığımızı, ondan uzaklaşıp uzaklaşmadığımızı an be an sorgulayacağız ve pratiğimizde gereken düzeltmeleri/değişiklikleri yaparak yola devam edeceğiz.
Öte yandan, bir devrimci için pragmatizme ve popülizme düşmek (kısa vadeli ve ilkesel açıdan şaibeli faydalar peşinde koşmak, kitlelerin gerici yanlarına taviz vermek) ne kadar tehlikeliyse, siyaset ile teori (sınıfsal/toplumsal/tarihsel bilinç) düzlemlerini eşitlemek, teoriyi siyasete, stratejiyi taktiğe indirgemek, yön tayin etmesi gereken ilkeleri adım taşlarına dönüştürmeye kalkmak da bir o kadar tehlikelidir. Bu ikincisinin yaşamdaki karşılığı, belagatte devrimcilik yaparken pratikte hareket edememektir; apolitizmdir.
Teorik çıkarımlar/ilkeler ne kadar yalın ve saf (katışıksız) ise, o ilkeler doğrultusunda hareket etmemiz gereken siyaset alanı/yaşam bir o kadar karmaşık, bulanık, bulaşık ve belirsizliklerle doludur. Çok bilinen sözdür ama burada cuk oturuyor: Siyaset yapıyorsan pabuçlarına çamur bulaşmasını göze almalısın!
Siyaset alanına dönersek…
Günümüz siyasetinde iki ana aks bulunuyor: Birinci, faşizmin kurumsallaşma süreci; ikincisi, barış ya da çözüm süreci. Bu iki aks doğrudan ve güçlü biçimde etkileşim halinde olsa da, öznelerinin dizilimi ve yarattıkları/yaratacakları sonuçlar bakımından iki ayrı kanaldan yürümektedir.
Yazımızın odak konusu olan CHP ile DEM Parti’nin ilişkileri açısından ise durum şöyle görünüyor:
CHP, uzun bir süre boyunca “majestelerinin muhalefeti” konumundan neredeyse mutlu, yüzde 20-25 bandında salınırken, 5 Kasım 2023’te Özel-İmamoğlu ekibinin yönetimi almasıyla birlikte AKP-MHP iktidarının alternatifi olma iddiasını güçlendirecek adımlar attı. 2019 yerel seçimlerinde Ankara ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) alarak AKP’ye büyük bir darbe vuran CHP, 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinde Erdoğan ve AKP’nin gerisinde kalsa da, 2024 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir’le birlikte 14 büyükşehir belediyesini kazandı. Bu seçimlerde aynı zamanda ilk kez yüzde 37,7 oy ile AKP’nin önüne geçerek 1. parti durumuna geldi. (Her iki yerel seçimde HDP/DEM, genellikle CHP adaylarının kritik bir eşikte kazanma olasılığının olduğu yerlerde seçmenini ağırlıklı olarak CHP’ye oy vermeye yönlendirdi. Yani CHP’nin ülke çapındaki oy patlamasında ve İstanbul’un iki kez üst üste kazanılmasında HDP/DEM’in çok önemli bir payı oldu.)
CHP’nin başına geçen genç ekip Parti’ye taze kan getirerek canlanmasını sağladı. Kemal Kılıçdaroğlu döneminin devletçi/güvenlikçi, sokaktan kaçan, HDP/DEM ile yan yana fotoğraf vermekten korkan yaklaşımını adım adım değiştirmeye başladılar. CHP, 2024 yerel seçimlerinde İstanbul’da DEM ile “Kent Uzlaşısı” adı altında bazı ilçelerde fiili ittifak kurdu. İki parti görüşme ve istişareleri artırarak fiilen bir muhalefet bloğu oluşturdu. Elbette CHP’deki bu değişim yavaş gerçekleşiyor. Ama yeni yönetim ekibinin giderek daha demokrat, daha özgürlükçü, daha sokağa dönük bir çizgiye girdiği açıktır.
CHP’nin DEM Parti ile ilişkilerinin gelişmesinden rahatsızlık duyan, “terörle işbirliği yapıyorlar” propagandasından sonuç alamayan, CHP’nin ve Cumhurbaşkanı adayı olarak Ekrem İmamoğlu’nun sürekli anketlerde önde çıkmasından tedirgin olan iktidar, önce Kent Uzlaşısı ile seçilmiş belediye başkanı, belediye meclis üyesi ve belediye yöneticilerine operasyon başlattı. Yargı eliyle gerçekleştirilen büyük saldırı 19 Mart 2025’te zirveye ulaştı. Erdoğan’ı İstanbul yerel yönetim seçimlerinde 3 kez yenilgiye uğratan ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilen İmamoğlu ve İBB yöneticileri, ardından çeşitli illerin ve ilçelerin CHP’li belediye başkanları ve yöneticileri gözaltına alınıp tutuklandı. Tutuklu CHP’li belediye başkanlarının sayısı 16’yı buldu. Asıl ve büyük hedef İmamoğlu idi. Önce yüksek öğrenim diplomasının sahte olduğu ilan edildi, ardından açılan uyduruk davalarda hapis cezaları verilerek hakkında siyaset yasağı konuldu. Mevcut durumda en güçlü Cumhurbaşkanlığı adayı, yasal bakımdan aday olamaz hale getirildi.
İktidar bununla da yetinmedi. CHP içinden bulduğu işbirlikçiler eliyle İstanbul il örgütüne kayyım atadı, genel merkeze de kayyım atama hazırlığında. Bu da yetmedi, CHP’li belediyecilerden oluşan bir “İmamoğlu Suç Örgütü” icat edildi ve onlar üzerinden CHP hakkında kapatma davasının zemini oluşturuldu. AKP-MHP iktidarının bir sınırı yok. Her an CHP’ye yönelik yeni bir saldırı dalgası başlatılabilir.
19 Mart operasyonunu enerjik biçimde ve sokağa çıkan kitlelere dayanarak karşılayan CHP, bu saldırıyı kitlesini konsolide etmek için kullandı ve bunda da başarılı oldu. Özgür Özel yönetimi, iktidarın ağır saldırıları altında bile örgütlerini diri tutmayı ve iktidar perspektifi ile motive etmeyi becerdi. Son olarak yapılan 39. Olağan Kongre’den güçlenerek çıktı. Bu kongrede yeni Parti Programı da kabul edildi.
Anti-faşist cephe içinde CHP’nin yeri
CHP, faşizme karşı güçler içindeki en kitlesel partidir. İktidarın yargı eliyle yürüttüğü ağır saldırılara, parti içindeki işbirlikçileri eliyle geliştirdiği kayyım operasyonuna rağmen Özgür Özel’in liderliğinde gücünü artırmış ve iktidar motivasyonunu yükseltmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi Özel-İmamoğlu ekibi geleneksel CHP kabuğunu kırmaya, daha demokrat ve özgürlükçü bir söylem ve tutum geliştirmeye yönelmiştir. Bu da CHP’nin anti-faşist karakterini güçlendiren bir faktördür. Ancak bunun tersi yönde etkide bulunan dinamiklere de sahiptir bu Parti.
Bunlardan biri, CHP’nin tarihinden gelen devletçi/milliyetçi karakterden beslenen “ulusalcı” damardır. Bu Kürt karşıtı ve anti-komünist damar, faşist iktidarın kimi politikalarıyla kolayca rezonans kurabilmektedir. Bununla birlikte CHP’nin ulusalcıları ile siyasal İslamcı AKP arasında seküler yaşam tarzı ve laiklik konusunda keskin bir ayrım ve hatta düşmanlık vardır. Bu da ulusalcıların muhalif karakterini belirginleştirmektedir.
Diğer dinamik ise daha yapısaldır. CHP, bir düzen partisidir. Kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin sınırlarının ötesinde bir tahayyülü yoktur. Prof. Dr. Şebnem Oğuz’un SiyasiHaber’de yayımlanan “Faşizmi kurumsal erozyona indirgemek: CHP Programının sınırları”1 başlıklı yazısında gösterdiği gibi, CHP, faşizmi “kapitalizme kuruluşundan itibaren içkin olan ve özellikle kriz dönemlerinde yeniden devreye sokulan kolonyal şiddet biçimleriyle ve zora dayalı birikim süreçleriyle birlikte ele alan” yaklaşımdan bütünüyle uzaktır. Bu Parti, “faşizmi demokratik kurumların erozyonu, hukukun üstünlüğünün çöküşü ve yürütme yetkisinin tek elde toplanması gibi gelişmeler”e indirgemektedir. Bu ise faşizme karşı köklü, kapsamlı ve uzlaşmaz bir mücadele yürütmesinin önünde engel oluşturur.
Bununla birlikte, CHP’nin tabanının büyük bir kısmı faşist rejimin derin bir yoksullaşmaya ittiği mavi ve beyaz yakalı emekçilerden ve emeklilerden, din soslu erkek egemen zihniyetin baskısı altında bunalan kadınlardan, geleceksiz bırakılan gençlerden, toprağı, suyu, ormanı ellerinden alınan köylülerden, seküler yaşam tarzını benimseyen kentlilerden oluşmaktadır. CHP’nin anti-faşist karakterinin güvencesi işte bu kitlelerdir.
DEM kitlesi ve CHP
HDP/DEM Parti’nin kitlesi tartışmasız biçimde Türkiye’deki en politik, en bilinçli seçmenleri oluşturmaktadır. HDP/DEM kitlesi, AKP-MHP iktidarının en ağır saldırıları altında bile partilerine sahip çıkmış, her seçimde büyük bir bağlılık ve kararlılıkla partilerinin politikası doğrultusunda hareket etmiştir. Onbinlerce parti kadrosunun (başta Eş Başkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile çok sayıda vekil ve belediye yöneticileri olmak üzere) hapse atılması, sürgüne gitmek zorunda kalması nedeniyle Parti örgütlenmesinin nicel ve nitel olarak zayıflaması da, Parti kitlesine günlük yaşamda ağır baskılar, tutuklamalar, işten çıkarmalar vb şekillerde bedel ödetilmesi de, Partiye/politikalarına bağlılığı zayıflatamamıştır.
Kılıçdaroğlu CHP’sinin devletçi/güvenlikçi söylem ve politikalarına, HDP yöneticilerinin hapse atılmasına yolu açan “dokunulmazlıkların kaldırılması” oylamasında ‘Evet’ oyu kullanmasına vb rağmen, HDP/DEM kitlesi Partisinin Cumhur İttifakı’na karşı “Kürdistan’da kazanma, Batıda kaybettirme” politikasına uygun olarak davranmış, gerekli yerlerde CHP’ye ve 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na neredeyse firesiz biçimde oy vermiştir. Demirtaş’ın deyimiyle “bağrına taş basarak” ve Kürt halkının kolektif hafızasındaki “düşman” imgesine rağmen yapmıştır bunu. Çünkü Kürt halkı bugün celladının kim olduğunu kanıyla, canıyla, bilinciyle tereddütsüz biçimde tanımakta, o celladı iktidardan düşürmek için kiminle geçici ittifak kurmak gerekiyorsa “bağrına taş basarak” onu yapmaktadır.
Yine de “Kürdistan’da kazanma, Batıda kaybettirme” politikasının kolayca uygulanamadığını belirtmek gerekiyor. Parti kitlesi genel olarak Parti politikasını uygulasa da, kararın alınması sırasında gerek kitleden gerekse Parti yönetimi içinden çeşitli itirazlar ve farklı görüşler ileri sürüldü. Hatta 2024 yerel seçimlerinde seçim gününe 1-2 hafta kalana kadar çoğunlukla “Her yerde kendi adayımızı çıkaracağız” söylemi ve pratiği öne çıkıyordu.
Çoğunlukla diyoruz, çünkü bir yandan hemen her yerde DEM adayları çıkarılırken aynı zamanda CHP ile görüşmeler sürüyordu. Özellikle İstanbul’da bazı ilçelerde “Kent Uzlaşısı” politikası hayata geçiriliyor, ortak planlamalar yapılıyordu. Ancak İBB Başkanlığı seçiminde Ekrem İmamoğlu’nun karşısına Meral Danış Beştaş gibi güçlü bir aday çıkarılmıştı ve aktif çalışma yürütülüyordu.
Fakat seçimlere kısa bir süre kala DEM’in İBB Başkanlığı seçimindeki politikası değiştirildi. Beştaş aktif seçim çalışmasından çekildi ve etkili bir son dakika çalışmasıyla DEM kitlesinin İmamoğlu’na oy vermesinin yolu açıldı. DEM seçmeninin çok büyük bölümü İBB seçiminde CHP’nin adayına oy verdi.
Son anda yapılan politika değişikliğinde Parti’nin karar mekanizmalarında “faşizmin kurumsallaşmasını geriletme” politikasına öncelik verenlerin ağır basması etkili olmuştur. Ama o kesimin ağır basmasında da İstanbul’daki DEM kitlesinin tutumu belirleyicidir. Çünkü eğer İmamoğlu’nu destekleme kararı çıkmasaydı, ilk kez İstanbul DEM seçmeninin büyük bir kısmı Partisinin kararına uymayacak ve İmamoğlu’na oy verecekti. Bu politika değişikliğiyle Parti, kitlenin çizgisine geldi ve olası bir uyumsuzluk böylece giderildi. (DEM’in sosyalist bileşenlerinin bir kısmı ile Partinin “Batılı” tabanı başından beri faşizmin yükselişini durdurmak için iktidarla muhalefetin oylarının birbirine yakın olduğu yerlerde kendi adayımızı çıkarmayıp CHP’nin adayını destekleme politikasını savunmuştu.)
Bundan çıkarılacak dersler vardır. Belli ki özellikle 1990’lı yıllardaki büyük Kürt göçüyle büyük kentlere yerleşen, kentlileşen Kürtlerin gündeminde ulusal duyarlılık ve taleplerin yanı sıra toplumsal yaşamı boğan ve toplumun geleceğini karartan faşist uygulamalara karşı duyarlılıklar güçlenmiştir. Buna bağlı olarak Cumhur İttifakı’nın iktidardan indirilmesi,
faşizmin yükselişinin durdurulması için iktidarın adayının karşısındaki görece demokrat ve özgürlükçü güçlü adayın desteklenmesi en doğru seçim taktiği olarak benimsenmektedir.
Kuşkusuz bundan, seçimlerde anti-faşist cephe taktiğini benimseyen Kürt ve diğer Batılı seçmenlerin ve kadroların, diğer ulusal ve sınıfsal sorunları önemsiz konular olarak gördüğü; ya da Kürdi ve örgütsel duyarlılıklarla “her yerde kendi adayımızı çıkarma” taktiğini benimseyen Kürt seçmenlerin ve kadroların faşizmin yükselişini önemsemedikleri gibi uçuk bir sonuç çıkarılmamalıdır. Her iki taktiği benimseyen DEM seçmenleri açısından çıkış noktası, seçilen seçim taktiğinin tüm öncelikli sorunların çözülmesine hizmet ettiği düşüncesidir.
Kürt mahallesinde CHP reaksiyonu
Her ne kadar HDP/DEM Parti çoğunlukla doğru seçim taktikleri belirlemiş ve kitlesi buna bağlı kalarak hareket etmişse de, gerek kitleler arasında gerekse Parti kademelerinde farklı görüşlerin/eğilimlerin olmadığı anlamına gelmez. Zaten devrimci ve demokrat bir partiden beklenen de bu çeşitliliktir.
2023 31 Mart Yerel seçimleri öncesinde Parti’de yürütülen tartışmalar bunun belirgin bir örneğidir.
Kürt özgürlük hareketi ve ondan beslenen DEM Parti, Kürt halkının büyük bir bölümünü kapsamaktadır. Bu, geniş bir halk kitlesinin yurtsever, demokrat ve özgürlükçü düşüncelerle tanışması, buluşması ve bunları süreç içinde içselleştirmesi anlamına geliyor ki. bu da büyük toplumsal dönüşümleri yaratıyor (kadın özgürleşmesindeki büyük sıçrama gibi).
Ancak bu büyük kitleselleşme, (kitlelerle buluşan tüm siyasi hareketlerde olduğu gibi) aynı zamanda kitleler arasındaki kimi geri eğilimlerin de (muhafazakarlık, erkek egemen zihniyet, milliyetçilik gibi) Parti/hareket saflarına taşınması demektir. Öncü güçler, bunun bilinciyle kitlelerdeki yurtsever, demokrat, devrimci, dayanışmacı yönlerin açığa çıkması ve güçlendirilmesi için; ve tersinden gerici eğilimlerin törpülenmesi ve silinmesi için sürekli bir mücadele yürütür/yürütmelidir.
Kitledeki geri yönlerden biri de, özellikle geleneksel ve milliyetçi Kürt kesimlerinde ortaya çıkan ve oradan Parti ortamında yayılan, Partinin yönetici kadrolarına kadar etkisi uzanan CHP husumetidir. DEM’in tabanından kadrolarına, hatta üst düzey yöneticilerine kadar her kademesinden kimi Partililerin, DEM’e ve genel olarak Kürt halk hareketine yönelik ağır baskıların, tutuklamaların, atanan kayyımların, Başur ve Rojava’ya saldırıların vb. sorumlusu/suçlusu olarak faşist Cumhur İttifakının yanı sıra, neredeyse onlar kadar CHP’yi suçlamaktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek CHP’yi tüm bu olup bitenin esas sorumlusu olarak görmektedir.
CHP’nin tarihsel olarak Kürtlere karşı büyük suçlar işlediği, daha sonraki dönemlerde büyük hatalar yaptığı, devletçi reflekslerin hala varlığını sürdürdüğü, Parti içinde güçlü bir ulusalcı hatta ırkçı bir damar olduğu doğrudur. Ancak bu tespitleri yapıp orada kalmak, siyaseten büyük hatalara düşülmesine neden olur, hatta faşizmin kurumsallaşmasına hizmet eder.
CHP, tüm siyasal özneler gibi değişim halindedir. Bugünün CHP’si Cumhuriyet’in kuruluş döneminin partisinin devamı olduğu kadar, ondan da pek çok yönden farklılaşmıştır. CHP, o dönemde işlediği suçları itiraf edip özür dilemediği sürece o suçların pasif bir ortağı olmaya da devam eder. Ama yine de 100 yıl önce işlenen suçları sürekli öne çıkarmak, iktidarın bir manipülasyonudur ve bugünkü faşist rejimin işlediği büyük suçları gizlemekten, üstünü örtmekten başka bir işe yaramaz. Kaldı ki CHP dönüşmeye devam etmektedir ve bugünkü CHP yönetimi, CHP tarihinin en demokrat ve sokakçı yönetimidir. Keza CHP’nin 39. Olağan Kurultay’ında kabul edilen yeni Programında Kürt sorununun çözümüne ilişkin önemli adımlar atılmıştır. “Kürt sorunu” adıyla anılarak bu sorunun demokratikleşme ve eşit yurttaşlık temelinde çözüleceği, farklı kimliklerin, inançların ve kültürlerin özgürce var olmasının koşullarının yaratılacağı belirtilmiş, anadilinde eğitimin yolu açılmış, “Avrupa Yerel Yönetimler Şartı”nın imzalanacağı ve yerel yönetimlerin güçlendirileceği ifade edilmiştir.
Öte yandan CHP bugün anti-faşist cephenin en büyük, en kitlesel gücüdür. Bugünkü koşullarda bu partinin içinde olmadığı hiçbir formülasyonla gerek sokakta gerek sandıkta faşizmi durdurmak ve geriletmek mümkün değildir.
Sonuç
Seçim matematiği gayet açıktır: CHP’nin yüzde 35’leri zorladığı, AKP’nin ve MHP’nin oylarının eriyerek toplam yüzde 40’ın altına düştüğü, DEM’in yüzde 10’luk kararlı bir seçmen kitlesine sahip olduğu, başkanlık sistemi yerine parlamenter sistemi savunan partilerin yüzde 7-8 oyunun bulunduğu koşullarda seçime gidilirse Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilme şansı yakalayabilmesinin başlıca koşulu CHP ile DEM Parti seçmeninin aynı adaya oy vermemesidir. DEM Parti’nin ayrı aday göstermesi veya şu ya da bu gerekçeyle seçimi boykot etmesi durumunda CHP adayının kazanması mümkün değildir. Bu da, Erdoğan’ın yeniden kazanmasının ve faşizmin geri dönüşsüz biçimde kurumsallaşmasını tamamlamasının önünün açılması demektir.
Tersine CHP ile DEM Parti seçime ortak girer, parlamenter rejimi savunanları yanlarında tutabilirlerse Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaları olasılığı çok yüksektir. Bu durumda ne sömürü ortadan kalkacak, ne yoksulluk bitecek, ne mükemmel bir demokrasi gelecektir. Ama toplum bir nefes alacak, AKP-MHP faşizminin yarattığı maddi ve manevi tahribatı gidermenin yolu açılacak, görece bir demokratikleşme ve özgürleşme havası doğacaktır. Emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel blokunun sermayenin iki kanadı karşısında güçleneceği koşullar oluşacaktır.
Bu matematik, geniş bir anti-faşist cephenin (ya da başka bir isimlendirmeyle demokrasi cephesinin) formel ya da informel veya bulutsu bir oluşum olarak kurulmasının yaşamsal önemini işaret ediyor. Bu cephenin iki büyük bileşeni CHP ve DEM Parti’dir. CHP büyük partidir ama DEM de anti-faşist mücadelenin dinamosu ve sarsılmaz kalesidir. O nedenle bu iki partinin bütün sınıfsal, ulusal, toplumsal çelişki ve farklılıklarına rağmen ilişkilerini ortak cepheyi kurma ve güçlendirme duyarlılığıyla yürütmelerini, kaçınılmaz olarak yaşanacak kriz ve gerilimleri bu hassasiyetle yönetmelerini zorunlu kılıyor.
Okuyucuya zorunlu notlar
- Bu yazıda, CHP-DEM Parti ilişkilerini faşizmin kurumsallaşması aksını temel alarak irdeledik. Kuşkusuz bu iki partinin ilişkilerine barış ya da çözüm süreci aksı temel alınarak bakıldığında söylenecek pek çok şey vardır. Yazının odağının kaymaması kaygısıyla bundan kaçınıldı.
- CHP-DEM Parti ilişkilerine son dört seçim (iki yerel, iki genel) deneyiminin ışığında bakıldı. Ancak yakın bir gelecekte DEM Parti’nin köklü bir değişim veya reorganizasyon sürecine girme olasılığı çok yüksektir. Önceki dönemden çıkarılan derslerin, bu “yeni” veya “yenilenmiş” partinin prizmasından geçirilmesi gerekeceği açıktır.
- Türkiye faşizmi (en azından bu aşamada), seçim yolsuzluklarıyla, kaba müdahalelerle, seçim sonuçlarını geçersiz kılan uygulamalarla (kayyım veya seçilmişleri hapse atma gibi) seçimleri ağır biçimde sakatlasa da, hala kendisini seçim yapmaya, meşruiyetini bu yolla kurmaya ve yenilemeye mecbur görüyor.
- Yazı, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Seçimleri’nin yapılacağını ve bugünkü muhalefetin 8-10 puanlık fark elde ederse Cumhur İttifakı’nın iktidarı zorla elinde tutamayacağını ve direnemeyeceğini, Cumhurbaşkanlığı makamının el değiştireceğini varsayıyor.
- https://siyasihaber10.org/fasizmi-kurumsal-erozyona-indirgemek-chp-programinin-sinirlari/ ↩︎
