Türkiye’de Kürt sorunu ve demokrasi mücadelesi, on yıllardır çatışmalarla, barış girişimleriyle, kesintili müzakere dönemleriyle ve yeniden yükselen otoriterleşme evreleriyle iç içe ilerliyor. Son dönemde Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile tekrar gündeme gelen olası bir “yeni çözüm” ya da “barış” süreci, hem devletin kurumsal ve hukuksal dönüşümünü hem de demokratik muhalefet güçlerinin ortak çabasını gerektiren bir moment olarak karşımızda duruyor.
Bu metnin amacı, geçmiş süreçlerden ve örgütlü sosyalist mücadele birikiminden çıkardığımız dersler ışığında; barışın kalıcı ve demokratik bir çözüme evrilmesi için nelere ihtiyacımız olduğunu, özellikle de DEM Parti açısından ne gibi sorunlar ve olanaklar olduğunu tartışmaktır.
2012-2015 arasında yaşanan “çözüm süreci” deneyimi, hem Kürt hareketi hem de Türkiye’deki diğer muhalefet dinamikleri açısından büyük bir umut doğurmuştu. Ne var ki bu süreç başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu dönemde, “Hükümetin antidemokratik icraatlarına neden yeterince tepki verilmiyor?” sorusuna sık sık “Süreç heval!” söylemiyle cevap veriliyordu. Yani, “Müzakereler bozulmasın, şimdi barış görüşmeleri öncelikli” yaklaşımıyla, başka alanlarda yükselen mücadele ve talepler geri plana itilebiliyordu. Sonuçta, süreç masası devrildi ve barış umudu yerini daha sert bir otoriterleşmeye bıraktı. Bugün tekrar, bir girişim başlayacaksa (-ki çağrı ile birlikte artık başlamamış denilemez), “Süreç heval!” türü mücadelenin gereksinimlerinden kaçınılacak refleksleri aşmak ve olası barış hamlesini geniş katılımcı ve demokratik bir öznenin varlığıyla yürütmek zorundayız.
Yeni Dönemde Barış ve Demokratik Dönüşüm
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesi öneriliyor. Ancak çağrı, bunun “demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınması” şartına bağlı olduğunu vurguluyor. Yani, silahların bırakılmasının tek taraflı bir tutum olarak düşünülemeyeceği ortada. Ancak şart olarak öne çıkan ise tek başına iktidarın ya da mevcut rejimin yerine getirebileceği bir şey değil, aynı zamanda bunun olmasını sağlayacak öznenin de inşası demek oluyor. Aslında bu çağrının özünde, “önderlik” kavramının kendisinin toplumsallaşması, 21. yüzyıla ait bir örgütlenme paradigması yatıyor.
“Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” kısmında vurgulanan “demokratik toplum ve siyasal alan” yaratılacak, örgütlenecek ve kendi öz gücüyle sürekliliği olacak olandır.
Peki eldeki araçlarla bu çağrıya hak ettiği cevap verilebilir mi?
Bu soruya dolayımsız evet diyebilseydik bugün otoriterleşmeden ve faşizmin kurumsallaşmasından bahsetmiyor olurduk.
DEM Parti, son yerel seçimlerde “kent uzlaşısı” çerçevesinde bazı yerellerde muhalefetin diğer unsurları ve özellikle CHP ile “ittifak” yaptı; genel olarak “kazan kazan” adını verdiği taktiklerle yol aldı ve yer yer kitlelerde zihinleri bulanıklaştıran bir politika ürettii. Bu strateji genel hatlarıyla iktidarı zayıflatma amacını taşısa da tabanda 2012’den beri karşılıklı dayanışma bağları ile kurulan ittifakta yönetilemeyen bir gerilime ve tartışmaya yol açtı. Resmi olarak kendi adaylarını çıkarmasına rağmen, fiilen kimi bölgelerde “stratejik oy kullanımı” çağrısı sonuç olarak iktidar koalisyonunun çoğunluğu kaybettiği bir tablo ortaya çıkardı.
DEM Parti yöneticileri, seçim sonrası “Aslında aday çıkarsak da amacımız AKP-MHP bloğunu geriletmekti” minvalindeki açıklamaları ile ortaya çıkan sonuçta her halükarda haklı çıkacak garip bir pragmatizmi rahatlıkla kabul ettiklerini anlatmaya başladılar. Propaganda döneminde kitlelere “DEM adayının olduğu her yerde kendi adayımıza oy vereceğiz” denilmesi öylesine bir şeymiş gibi anlatıldı ve ortaya çıkan başarı sahiplenildi.
Seçim verilerinin detaylı incelenmesi, DEM Parti’nin yüzde 8 civarı bir desteğe sahip olduğunu işaret ediyor. Elbette ittifak ilişkileri ve seçim sistemi yüzünden salt yerel seçim rakamlarından mutlak bir sonuç çıkarılamaz. Ancak yaklaşık yüzde 8 bandında bir karşılığı olduğu değerlendirmeler sonucu rahatlıkla görülebilir.
HDK/HDP çizgisinin en güçlü olduğu 2012 dönemiyle karşılaştırıldığında, o dönemde desteğin yüzde 13’lere ulaştığı, hatta yüzde 20’lere çıkma potansiyeli olduğu biliniyor. Dolayısıyla, DEM Parti’nin bugün ulaştığı rakamlar, geçmiş deneyimlere göre demokratik siyaset ve hukuki boyutu inşa edecek bir araç olma görünümünden uzak.
DEM Parti içerisinde, seçim sonuçları ve genel oy oranındaki gerilemenin nedenleri üzerine henüz kapsamlı ve ortaklaşılmış bir değerlendirme yapılabilmiş değil. Aslında bir gerileme olarak değerlendirilip değerlendirilmediği bile net değil. Bu eksiklik, “Nasıl yeniden yükseliş sağlarız?” sorusuna da net bir yanıt verilememesine yol açıyor. Halbuki bu konudaki belirsizlik giderilmeden, barış ve demokratik dönüşüm sürecinde etkili bir özne olması imkansız. Bu çağrının altındaki paradigma bu haliyle sahipsiz kalıyor.
DEM Parti’nin bugün bir programı yok. HDP’den olduğu haliyle devir alındığı söylenen programın varlığından bahsedilse ve çeşitli stratejik belgeler veya bildiriler açıklansa da, henüz herkesin erişebileceği yerde bir programa sahip değil.
HDP’den devralındığı söylenen program ise tüzükteki HDK atıflarının olmaması, LGBTİ adının geçmemesi, merkeziyetçiliğin güçlü oluğu ve yerel özerkliğin zayıflatıldığı maddeler ile HDP’den farklı bir öze sahiptir.
Kaldı ki HDP’nin 2012 gerçekliğinin bile bugünkü ihtiyacı karşılayabilmek için bir dizi dönüşümü içermesi gerekirdi. Şimdiki yapı ise içermekten öte yeniden inşayı gerektiriyor.
Parti sözcülerinin açıklamaları, çoğu zaman “Şimdi sıra devlette” veya “iktidar şunları yapmalı” diyerek bitiyor. Elbette devletin dönüşümü için talepler dile getirilmeli; ancak bu, partinin kendi programatik iddiasını oluşturma zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor. Barış ve demokrasi mücadelesinde “iktidarı alma” ya da “yönetme” perspektifi olmaksızın, demokratik toplum ve siyasal alanın yaratılmasının imkanı yoktur. Dolayısıyla barışın toplumsallaşma imkanı DEM partinin “yönetme” iradesinden ve onu hayata geçirme faaliyetinden geçmektedir.
Kitlelerin somut sorunlarına parti öncülüğünde çözümler geliştiren politikalar üretilmedikce, DEM Parti’nin parti olarak bile geleceği tehlike altındadır.
DEM Parti bileşenlerinin istisnasız hepsi, son yıllarda ciddi bir küçülme ve içe kapanma süreci yaşadı. Parti de bu bileşenlerin toplamı olarak varlığını sürdürdüğü için, tümü zayıflayınca DEM Parti de örgütsel olarak güç kaybetti. Bu duruma engel olabilecek Emek ve Özgürlük İttifakı kurulsa da seçim dışında ortak bir faaliyet aracı olamadı. Bu haliyle ittifak bileşkesi sınırlara ulaşmış durumda görünüyor. Bugün Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’na yanıt verebilecek bir araç bu sorunların üstesinden gelebilmenin yöntemlerini de bulabilmeli ancak bildiğim kadarıyla bu konuda bir fikir ve yol haritası elde yoktur.
Tüm bu sorunların üstesinden gelmenin yolu, DEM Parti’nin yeniden inşa süreci başlatmasından geçiyor. “İktidardan beklentilerin sıralandığı” bir tutumun ötesine geçerek, kendi iktidar perspektifini ve “acil demokratikleşme programını” oluşturarak yapılacak bir yeniden inşa. Hem Türkiye’nin yakıcı ekonomik, sosyal, kimliksel sorunlarına hem de barış talebine dönük somut çözüm önerileri geliştirebilecek yeni yüzyıla uygun bir inşa.
Hem “süreç heval” hem de “silivri soğuktur” fenomenlerini yıkabilecek bir öncülük yapması gerekir.
Parti, konfederal bir yapısı olsa da kendi kadrolarını yetiştirmek, bir 21. yüzyıl örgütü olmanın gerektirdiği becerilerle donanmak zorunda. Sadece bileşenlerden gelen kadrolara dayanan, kadroların verebildiği kadarı ile yetinen bir yapı yerine bu yüzyılın ihtiyaçlarına cevap verebilecek insan gücüne sahip olabilmeli.
Kendi içinde tartışma-yürütme mekanizmalarını güçlendiren, LGBTİ+, kadın, gençlik, ekoloji gibi farklı alanların özerk inisiyatiflerine geniş yer veren bir demokratik tüzük konferansı gerekli. Bu konferans, örgütlenme konferansı gibi merkezlerde oluşturulan politikanın propagandasının yapıldığı şekilde değil, gerçekci ve ihtiyacı karşılayan bir konferans olarak örgütlemeli. HDK/HDP modelinin ilk dönemlerindeki katılımcılık ve çoğulculuk deneyimi, bu konuda DEM Parti için yol gösterici olacaktır. Bu, sadece süreci değil, toplumsal muhalefetin tamamını hareketlendirebilir. Aynı zamanda bu HDK/HDP sürecini tekrar edelim demek değildir, orayı aşma hedefi koymak zorundadır.
21. Yüzyılın Devrimci-Demokratik Örgütü
Öcalan her ne kadar süreci reel sosyalizm eleştirisi üzerinden başlatsa da unutulmamalıdır ki; Bolşevikler ulusal çapta sosyalizm deneyimini yaşatabilen bir devrimi gerçekleştiren ilk örneği sunmuşlardır. Bu niteliği bile, aslında bu yüzyıla ait bir örgütlenmenin yeni yüzyıla ait bir Bolşevizmi de içermesini, en azından ondan feyz alınmasını zorunlu kılar. Bolşeviklerin devrimci pratiği, Marksizmi dogmatik bir “şablon” olarak değil, somut koşulların diyalektik analizi üzerine kurulu bir “düşünme ve davranma sistematiği” olarak ele almanın örneğidir. Bolşevik devrim, tek başına “emek-sermaye çelişkisine” dayanmanın ötesinde o güne kadar sadece anlatımları olan bir pratiğin hayata geçirilmesinin manifestosunu da sunar, bu yüzden bu deneyimlere dönüp tekrar tekrar bu yüzyılın dinamikleri ile keşfetmek gerekir.
Bugün Türkiye’de, işçi sınıfının yanı sıra kadın hareketinin, LGBTİ+ mücadelesinin, ekoloji direnişlerinin, Kürt halkının ulusal özgürlük talebinin ve diğer inanç-kimlik gruplarının devrimci potansiyelini aynı potada birleştirecek, aynı zamanda “varolanı yerinden etme kabiliyetini bünyesinde geliştiren bir mücadele örgütünü” çağın diğer gerçeklikleriyle sentezleyebilecek bir “21. yüzyılın örgütü” en azından şu yaklaşımları içerecektir;
● Hiçbir kimlik mücadelesini küçümsemeyen ama bütünlüklü bir antikapitalist perspektifte, yani kapitalist tekellerin oligarşik egemenliğine karşı ortaklaşmayı hedefleyen,
● Kavramın hak ettiği anlamıyla demokratik merkeziyetçi ve hatta çağın imkanları ile birlikte doğrudan demokrasinin asıl olarak öne çıktığı,
● Yerel meclisler, halk inisiyatifleri ve benzeri özneleşme mekanizmaları üzerine kurulan,
● Bireylerin gönüllü iradesini örgütsel disiplinle harmanlayabilen
● Hem “rutini” inşa eden hem de kritik anlarda “sıçramayı” göze alabilen bir örgüt tarzına işaret eder.
Özellikle HDK-HDP deneyimi, Türkiye’de çok kimlikli, çok sesli bir siyasi yapının inşa edilebileceğini göstermiştir. Devlet baskısı, yönetimsel zaaflar vb. nedenlerle bu model istenen düzeye ulaşmasa da 21. yüzyılın demokrasi ve barış mücadelesi açısından büyük bir deneyimdir. Şimdi ise bu deneyimi de aşacak ve sürecin ihtiyaçlarını karşılayacak bir aracın nasıl yapılacağı sorusunu cevaplamak gerekir.
Çünkü bu sürece dair üretilen “temkinli kötümserlik” algısının bir yanı devlette ise bir yanı da kendi varlığı ile demokratik ve hukuki zeminde mücadele eden aracın kitlelerle bağının yeniden ve daha güçlü kurulması ihtiyacındadır. DEM Parti’nin yeniden yapılanması PKK’nin silah bırakması kadar demokratik toplum ve siyasal alan için önemlidir.