RTE’nin 12 ve 13 Temmuz açıklamaları “Yeni Osmanlıcılık” tartışmalarını bir kez daha alevlendirdi. “Türk-Kürt-Arap” sınırlayıcılığına ertesi gün Bahçeli’nin cb. yardımcılarından biri Kürt biri de Alevi olsun önerisi eklenince çarşı daha da karıştı. Akıllara hemen Lübnan örneği geldi, eskinin Paris’i, sonranın cadı kazanı.
Osmanlıcılık eğilimleri Kemal Tahir’den bu yana galiba ilk kez, hem de bu kez salt siyaseten ortalıkta dolaşmaya başladığında, 1990’lı yıllardaydık. Tamam demiştim, faşizm kılık değiştiriyor. Kendine tarihin parlaklığında tutunacak yeni bir dal bulması gerekiyordu, gözleri kamaştırıp “biz” duygusuna gaz verecek, kabarıp büyüklenmek için malzeme tedarik edecek bir dal. 12 Eylül askerî darbesi bu amaçla Atatürk imgesini kullanmıştı, hem de tepe tepe. Ama cunta o imgeyi tamtakır bıraktığı için artık oradan umut yoktu. Aynı amaçla dini de kullanabilmeniz lazımdı ayrıca. Bu nedenle 12 Eylül, bu amaca giden bir yol işareti de koymuştu en görülür yerlere: Türk-İslam sentezi! Öte yandan, halifelik vb., Osmanlıcılıktan iyisi zor bulunurdu. Hem ortak tarih ortak kültür dağarcığı diğer halklara da cazip gelmeyecek miydi, hazır cumhuriyet tıkanmışken? Paraysa Arap ülkeleri petrodolar kaynıyor, petrol ve dolar. Yeraltı teşkilat lazımsa tarikatler ne güne duruyor? Hele o sıralar, modern mi desek, postmodern mi, çeşitli ülkelerdeki okullarıyla, gözyaşları, takkesi ve ABD’de malikânesiyle F.G., tadından yenmez bir destek değil miydi? Velhasıl, unu var, yağı var, şekeri var bir helvaydı “Osmanlıcılık”, ihya edilmeyi bekliyordu. Belirli bir birikime ulaşan sermaye Irak’tı Suriye’ydi Libya’ydı Afrika’ydı ufak ufak kendine yer bulmaya da başlamışken kalkıp bunun adını “yeni emperyalizm, alt emperyalizm” koyacak halleri yoktu ya! Osmanlıcılık biçilmiş kaftandı sahiden, daha uygunu zor bulunurdu.
Bütün bunlar binyıl başlarında böyleydi. Peki ya şimdi?
Şimdi farklı olarak F.G.’nin felakete dönüşmüşlüğü var tabii. Felaket mi dedim? Çoktan fırsata çevirilmiş bir felaket demeliydim. Yargı dahil, Leviathan’ın tüm bölmeleri eğilip bükülmüş durumda. Bütün bunların dışında, ya da yanı başında, tamamlayıcı olarak bir yenilik daha var. Şöyle:
Eskiler, iki dünya savaşı arasını yaşamış cumhuriyet kuşaklarına mensup yol arkadaşlarımız, yeşil ile siyahın birleşmesinden korkun derlerdi biz öğrenciyken. Onlar yeşili dinciliğin rengi olarak bilirlerdi, siyahı ise faşizmin rengi olarak! 2018 yılında, korkulan oldu, eskinin siyahı ile yeşili Cumhur İttifakı adı altında ittifak yaptı. Renklerin anlamı değişmişti zaten; yeşil, küreselleşme gereği, çevreciliğin rengi artık. Ve siyah, anarşizme yakıştırılıyor. Faşizm ise renksizlerin arasına karışmayı becerdi…
2018, Cumhur İttifakı’nın kurulmasından başka, Yeni Osmancılık kavramıyla ilgili eleştirel kitapların da çıktığı yıl oldu. Biri Nagehan Tokdoğan’ın Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm’i (İletişim Yay., 2018). Altbaşlıktan da anlaşılacağı üzere, sosyopolitik açıdan çok, sosyal psikoloji açısından bakan bir çalışma. Eğilimin faşizan boyutlarına değilse de, emperyal boyutlarına kültürel bir kuşatımla uzanıyor. Bu çerçevede kullandığı “emperyal iştah” ve “yayılmacı arzu” gibi kavramlar (s. 68) epey isabetli görünüyor.
Özellikle MHP ile olan ittifaktan ötürü, faşizmle ilgili olarak yukarıda değindiğim gidişatın akla gelmemiş olması ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Ancak, Tokdoğan’ın kitabı o ittifakla aynı yıla denk geliyor. Dolayısıyla kitap belli ki yeni gelişmelere uzanabilecek vakti bulamamıştır. Şimdi belki bundan sonra, bu tür çok değerli çalışmalarda bazen görüldüğü gibi ek bir bölüm düşünülebilir.
Benzer bir not, Tokdoğan’ın çalışmasıyla aynı yıl yayımlanan bir başka önemli kitap için de düşülebilir: Kemal Kirişçi, Turkey and the West: Fault Lines in a Troubled Alliance (Türkiye ve Batı: Sorunlu Bir İttifaktaki Fay Hatları), The Brookings Institution, 2018. Galiba henüz Türkçeye çevrilmemiş.
Kirişçi’nin bu kapsamlı kitabı, “Yeni Osmanlıcılık (neo-ottomanism)” kavramının isim babası olarak bilinen Britanyalı tarihçi gazeteci David Barchard’ın 1985 tarihli Turkey and the West adlı çalışmasıyla aynı adı taşıyor. Barchard bu kitapçıkta Türkiye’yi pek bilmeyenlere genel hatlarıyla, sosyopolitik açıdan anlatmaya çalışmış. “Yeni Osmancılık” kavramı kitabın son bölümü olan “Prospects (olasılıklar)” başlığı altında, Türkiye’nin tutabileceği şu altı yoldan biri olarak geçiyor (s. 91): a) İberya modeli (Tansu Çiller’in kulakları çınlamış olabilir); b) Kore Modeli; c) Meksika Modeli; d) İsveç Modeli; e) Yeni Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism); f) Latin Amerika modeli.
Anlaşılan Barchard’ın Yusuf Akçura’dan haberi olmamış. Olsaydı herhalde anmazlık etmezdi, ne de olsa Osmanlıcılık, Akçura’nın da 1904 tarihli kitapçığında işaret ettiği “Üç Tarz-ı Siyaset”ten biridir!
Barchard “Yeni Osmanlıcılık” için, her ne kadar ülke iktisadi açıdan güçlenirse emperyal geçmişi nedeniyle kendisini Ortadoğu’nun lideri gibi görme eğilimine kapılabilirse de, görülebilir bir gelecekte Ortadoğu’da bir askerî güç olarak yeniden boy göstermesi, örneğin birliklerini Körfez’e göndermesi pek olası değildir, diyor. Kanaat önderleri arasında bu terimler tam olarak dile getirilmese de, bu konuların düşünüldüğünü ve tartışıldığını ekleyerek bitiriyor. Bugün, Barchard’ın kitabından tam kırk yıl sonra, kavramın çeşitli bağlamlarda nasıl ele alındığını az çok biliyoruz.