“Osmanlı millet sistemi” son yıllarda sosyal bilimlerin önemli tartışma konularından biri oldu ve çoğu kez Batı demokrasilerinde görülen “çok-kültürcülük” ile karşılaştırıldı, hatta “Osmanlı çok-kültürcülüğü” olarak adlandırıldı.
Osmanlı millet sisteminin bu yükselen itibarı, Osmanlı tarih yazımının 1970’lerden bu yana hızlı gelişimine bağlanabilir. Ama ben daha ziyade siyasal ve tarihsel dinamik, özellikle II. Savaş sonrası dünyada baş gösteren fark deneyiminin, yani bir yandan Avrupa-merkezci zihniyete ve siyasete karşı yükselen toplumsal direncin, öte yandan bu deneyime bir çözüm olarak bulunan “çok-kültürcü” hukuksal ve siyasal düzenlemenin yankısı olduğu kanısındayım.
Osmanlı Millet Sistemi nasıl keşfedildi?
II. Savaş sonrası sömürgecilik artık sürdürülemez hale gelince Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlıkları kaçınılmaz oldu. Ama bağımsızlık umulan toplumsal dönüşümü getirmedi. Doğrudan sömürgeciliğin siyasal boyunduruğunun yerini uluslararası ticaretin muhasebe defteri, yani kapitalizmin soyut ekonomik boyunduruğu aldı. Ulusal kalkınma projeleri sıkıntı yaşamaya başladıkça yoksullaşan emekçi kitle çareyi merkez ülkelere göç etmekte buldu ve hala süregitmekte olan bu büyük göçe bir yanıt olarak Batılı liberal-demokratik hukuk devleti “çok-kültürcülüğü” icat etti. “Çok-kültürcülük”, ırkçılığın etkisini sınırlamak ve kültürel farkı yönetmek üzere icat edilmiş önemli bir siyasal teknolojidir. 1980’den itibaren sosyal kapitalizmden neoliberal işletmeciliğe geçiş çok-kültürcü politikayı değiştirmedi, çünkü bir yandan merkezde büyüyen servis sektörü ucuz emek gücüne ihtiyaç duyuyordu, öte yandan çevre ülkelerin emekçileri için merkeze göç “yukarı doğru hareketlilik” yani sınıf atlama yoluydu. Ne zaman ki merkez ülkelerde sosyo-ekonomik aralık büyüdü ve hızla malileşen kapitalizmin krizi dibe vurdu, işte o zaman Trump, Le Pen, Almanya’nın “Alternatif”leri ve Brexit ortaya çıktı, yani ırkçılık geri döndü. Unutmayalım ki, bugün Batı’daki kriz ve ona verilen ırkçı yanıt başka pek çok şeyin yanısıra aynı zamanda çok-kültürcülüğün de krizidir.
Ama yine de çok-kültürcülüğün “yanlış” ilan edilmesi hiçbir şeyi çözmez. Daha doğrusu, sınıf sorunu ne kadar geri planda kalmış olursa olsun, saf sınıfsal bir yanıtın varolduğunu, bunun saydam bir biçimde kitleye aktarılabileceğini ve üstelik yeteceğini sanmak pek doğru değil. Bu başka bir yazının konusu olsun. Konumuza dönelim, çünkü o burada düğümleniyor: “Osmanlı millet sistemi”nin artan itibarı çok-kültürcülüğün icadından sonra vuku bulmuştur. Şimdi bu sistemin nasıl bir sistem olduğunu kısaca anlatmaya çalışalım.
Evrensel-siz fark
Ulus-devlet denilen modern oluşumdan önce yer alan tüm imparatorlukların (İskender’den Roma’ya) çok etnisiteli ve çok dinli yapılar olduğunu akılda tutmalıyız. Osmanlı İmparatorluğunun bu anlamda bir özgünlüğü yoktur, ama çoğul bir toplumu yönetmek üzere kendine özgü bir sistem oluşturduğu söylenmelidir. Osmanlı yönetici sınıfı askeri fetih yoluyla toprak edinerek büyümenin yeterli olmadığını, alınan topraklar üzerinde yaşayan insanlardan vergi alabilmek için onlarla bir şekilde uzlaşma gereğini görmüş olmalı. Bu sistemin ayırt edici özelliği özellikle dinsel cemaatlerin kendi iç işlerinde özerk olmalarıydı. Elbette Osmanlı devletinin ve yönetici sınıfının dinsel inancı olan Sünni İslam daha üstün bir din olarak görülürdü. Ama Yahudilik ve Hristiyanlık da kitabı olan dinler olarak meşruydular ve bu dinsel cemaatler kendi toplumsal ve dinsel hayatlarını kendileri yönetirdi. Bu iç işlerinde özerklik sistemi elbette herkesi bağlayan genel yasalara tâbiydi.
Sistemin ayrıntılarına girmeden, ama meselenin özünü anlayabilmek açısından Osmanlı sistemini günümüz liberal çok-kültürcülüğü ile karşılaştırmak tartışmayı açmaya yarayan bir boyut olabilir. Liberal çok-kültürcülük evrensellik ilkesine dayanır. Dolayısıyla kültürel, etnik veya dinsel fark kabul edilir, ama bir evrensellik ilkesi, “evrensel hak” kavramı temelinde kabul edilir. Bu “evrensellik” boş bir yer, veya soyut bir “insan” kavramı olarak sunulur, ama asla boş değildir. Herkesin gayet iyi bildiği gibi, bu yer “beyaz, Avrupalı, orta sınıf” tarafından doldurulur. Böylece bir yandan “fark” açıkça kabul edilirken, öte yandan zımni olarak “evrensel” bir normatif alanın içinde aynılığa doğru çekilir. Aslında bunun belki de bir “pull-and-push”—itme-çekme—hareketi olduğunu söyleyebiliriz, çünkü her iki tarafın da kazanacağı bir şey vardır. Halbuki Osmanlı millet sistemi hiçbir evrensellik ilkesine dayanmaz. Hükümran seçkinlerin dini Sünni İslam elbette kendini üstün görür, ama kendini tüm farklı olanların uyması gereken aşkın bir evrensellik normu biçiminde kurmaz. Fark, hiçbir evrensel yargı ile ölçülmediği ve sadece fark olarak kabul edildiği için boş gibi sunulan bir aynılığa doğru bir çekim oluşmaz. Örneğin devşirme sisteminde bile aynılaşma değil, din değiştirme koşuluyla gelen bir yükselme vaadi söz konusudur.
Bu sistem yaklaşık olarak 15. yüzyılda oluşmuş, farklı baskılar ve dinamikler altında, oldukça değişken bir tarihsel serüven yaşamış, 19. yüzyılda başka bir biçim almaya başlamıştır. Kısacası, gerek klasik Şarkiyatçılık gerekse resmi tarih anlayışlarının ortaklaşa vurguladığı gibi, bir kez kurulmuş ve 19. yüzyıla kadar hiç bozulmadan gelmiş mükemmel ve sorunsuz bir sistemden söz etmiyoruz. Bu klasik anlayışlar, ister despotizm diye yersin, ister kerim devlet veya İslami hoşgörü diye övsün, tarihsiz ve çatışmasız bir sistem varsayar. Halbuki tarihin yakın incelenmesinin bize oldukça farklı, çatışma ve uzlaşmalarla dolu karmaşık ve dinamik bir manzara sunduğunu belirtmekle yetinelim (17. yüzyılın ortasında Yahudi cemaati içinde ortaya çıkan Sabetay hareketi bunun en bariz örneklerinden biri; daha az bariz bir örneği, 15. yüzyıl başında Şeyh Bedreddin hareketi içinde Hristiyanların varlığı olabilir). 19. yüzyıla geldiğimizde ulusçuluğun sistemin dengesini nasıl bozduğunu ve sarstığını, Osmanlı yurttaşlığı ve reformların ise bir çözüm üretemediğini biliyoruz.
Fark?
Osmanlı millet sistemini bugün burada uygulamak veya ondan esinlenen bir model sunmak mümkün gözükmüyor. Bunun iki genel nedeni var. Birincisi, egemenlik ilkesinin dinsel değil laik olduğu ve, sadece dinsel farkın değil, aynı zamanda etnik farkın daha öne çıktığı bir ulus-devletler dünyasında yaşıyoruz. İkincisi, Osmanlı millet sisteminin “evrensel”siz fark anlayışı zaten sorunsuz değildi, çünkü iç işlerinde özerkliğe izin vermekle birlikte hala bir hiyerarşi varsayan bir hakimiyet sistemiydi. Bu sistemin ilginç tarafı, evrensel bir yargı mercii varsaymayan bir fark anlayışının olasılığına işaret etmesi. Bu bize Osmanlı millet sisteminden öğrenilecek bir yan olduğunu ama bir “model” teşkil edemeyeceğini gösteriyor. Asıl soru şu: “fark”ı yargısız düşünebilir ve kabul edebilir miyiz? Böyle bir düşünme ve davranma biçiminin nasıl bir şey olacağını bilemiyoruz, ama sadece hukuksal ve siyasal alanlarla sınırlı bir biçim olmadığını hissedebiliyoruz.
Not: “Evrensel-siz fark” kavramını Aron Rodrigue’dan alıyorum. Bu konuda kendisiyle yapılmış bir mülakat için bkz. “Difference and Tolerance in the Ottoman Empire” Stanford Electronic Humanities Review, Vol. 5, No. 1, 1996. Bu konuda genel bir bilgilenme için iyi bir kaynak Karen Barkey’in çalışması: Empire of Difference: The Ottomans in Comparative Perspective (Cambridge University Press, 2008). Kitabın Türkçe tercümesi de var: Farklılıklar İmparatorluğu Osmanlılar: Bir Karşılaştırmalı Tarih Perspektifi, Çev. Ebru Kılıç (Versus, 2011).
Görsel: Fatih Sultan (II.) Mehmed’i, fetih sonrası ilk Rum Ortodoks Patriği II. Gennaidos’a yetki belgesini verirken tasvir eden bir mozaik/Wikimedia Commons