Uzun süredir toplumsal yıkımı neoliberalizm kavramı üzerinden tartışıyoruz. Neoliberalizm, emeği piyasanın içkin şiddeti üzerinden denetliyor: işten çıkarma tehdidi, güvencesizleştirme, yoksullaştırma ve borçlandırma emek üzerinde temel disiplin mekanizmaları olarak işliyor. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, bu güvencesizliğin basit bir derinleşmesi olarak işlemiyor.
Günümüz faşizmi, neoliberal güvencesizliğin üzerine piyasanın sınırlarını aşan yeni bir baskı biçimi ekliyor: ekonomi-dışı zor üzerinden işleyen bir belirsizlik rejimi. Bu rejimde siyasal iktidar, zor aygıtlarını —özellikle yargıyı ve idari yetkileri— kullanarak emek piyasasına doğrudan müdahale ediyor. Emekçilerin hayatları artık yalnızca piyasa şiddetine maruz kalmıyor; siyasal iktidarın ne zaman ve hangi ölçütlerle hareket edeceği belirsiz bırakılan kararları aracılığıyla sürekli askıda tutuluyor.
Bu durum tarihsel bir sapma oluşturmuyor. Kapitalizmin ilksel birikim evresinde de sermaye birikimi, şiddet, zorla mülksüzleştirme ve hukukun askıya alınması yoluyla ilerlemişti. Kapitalizmin görece “olağan” dönemlerinde ise ekonomi ile politika kısmen ayrıştı, sömürü, ağırlıklı olarak piyasa mekanizmaları üzerinden yeniden üretildi. Ancak özellikle 2008 krizi sonrasında, ilksel birikime özgü ekonomi-dışı zor biçimleri hem sermaye birikiminde hem de emek piyasalarının yeniden düzenlenmesinde sistemli biçimde yeniden devreye girmiş durumda.
Geç faşizm, bu yeniden eklemlenmenin özgül biçimi olarak şekilleniyor. Ekonomi-dışı zor istisnai bir araç olmaktan çıkıyor; emek üzerindeki denetimin kalıcı bir mekanizmasına dönüşüyor. Türkiye’de OHAL KHK’leri ve ardından gelen Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle kurulan rejim, yüzbinlerce kişinin kamu sektöründen ihraç edilmesi ve binlerce kişinin “terörle iltisak” gerekçesiyle işsiz bırakılması üzerinden bu dönüşümün en açık örneklerini sunuyor. Böylece emek üzerindeki denetim, piyasanın şiddetinden siyasal zorun belirsiz ve süreklilik kazanan baskı biçimlerine kaydırılıyor.
Bu yeni rejimde sorun yalnızca güvencesiz olmakla sınırlı kalmıyor. Asıl mesele, güvencesizliğin ne zaman ve hangi koşullarda sona ereceğinin piyasanın yanı sıra doğrudan siyasal iktidarın tasarrufuna bağlanarak muğlaklaştırılması oluyor. Hiçbir süreç kapanmıyor, hiçbir yaptırım kesinleşmiyor; hayatlar sürekli askıda tutuluyor. Üstelik bu askı hali sınıfsal olarak eşit işlemiyor.
Ayrıcalıklı kesimler için belirsizlik yönetilebilir bir süreç olarak deneyimlenirken, emekçi sınıflar için doğrudan yaşamı yeniden üretme imkânlarını çözüyor. Kadınlar, Kürtler, Aleviler, LGBTİ+’lar ve diğer ezilenler açısından bu belirsizlik rejimi çarpan etkisiyle işliyor; sınıfsal güvencesizlik etnik, dinsel ve cinsel baskılarla birleştiğinde belirsizlik varoluşsal bir şiddete dönüşüyor. Bu rejim soyut bir yönetim tekniği olarak kalmıyor; emek, hukuk, eğitim ve siyasal katılım alanlarında benzer askı mekanizmaları üzerinden gündelik hayatta somutlaşıyor. Aşağıdaki örnekler, bu belirsizliğin nasıl “bitmeyen” cezalandırma biçimleriyle kurulduğunu ortaya koyuyor.
Bitmeyen cezalandırma: KHK rejimi ve Barış Akademisyenleri
Barış Akademisyenlerine uygulanan şiddet, üniversitelerden ihraç edilmeleriyle sınırlı kalmıyor. Asıl belirleyici olan, ihraçtan sonra devreye sokulan “geri dönüş ihtimali”. Bazıları geri dönüyor, bazıları dönemiyor; dönenlerin bir kısmı daha sonra yeniden atılıyor. Dönemeyenlere ise örtük bir mesaj iletiliyor: “Bundan sonra politik söz söylemezsen, belki dönebilirsin.” Bu belirsizlik sınıfsal olarak farklı işliyor. Uluslararası bağlantıları ya da birikimi olanlar için ihraç ağır ama yönetilebilir bir kırılma yaratıyor. Buna karşılık maaşıyla geçinen, ailesinin bakımını üstlenen, başka bir gelir kaynağı olmayan akademisyenler için ihraç, emek gücünün toplumsal değerinin sıfırlanması anlamına geliyor. Geri dönüş ihtimali, tam da bu maddi bağımlılık üzerinden bir disiplin mekanizması haline geliyor. Depolitizasyon çağrısı, sınıfsal zorunlulukla birleşiyor.
KHK rejimi de aynı biçimde işliyor. KHK’liler ne suçlu ilan ediliyor ne de masum kabul ediliyor. Mahkemeler kazanılıyor ama işe dönüş gerçekleşmiyor; beraat kararları alınıyor ama siciller temizlenmiyor. Bu belirsizlik, özellikle emek gücünden başka satacak şeyi olmayanlar için kalıcı yoksullaşma, borçlanma ve sosyal çözülme anlamına geliyor. Hukuk burada, emekçi sınıfları beklemeye, susmaya ve dağılmaya zorlayan bir aygıta dönüşüyor.
Bitmeyen hapis: Cezaevleri ve sürekli suç potansiyeli
Cezaevi, bu belirsizlik rejiminde yalnızca kapatılma mekânı olarak işlemiyor; cezanın bitmediği, askı halinin süreklileştirildiği bir yönetim alanına dönüşüyor. Hapis, başı ve sonu olan bir yaptırım olmaktan çıkıyor; bireyi içeride ve dışarıda aynı anda kuşatan, zamana yayılmış bir denetim ilişkisi kuruyor. Cezaevlerinden çıkanlar fiilen özgürleşmiyor. Haftada birkaç kez imzaya gitme zorunluluğu, hükümlü olmanın yarattığı damgalanma ve güvenceli işlere erişimin fiilen kapanması, kişileri sürekli geri çağıran bir döngüye sokuyor. Bu döngü, güvencesiz işlerde çalışan işçi sınıfı açısından neredeyse kırılmaz bir nitelik kazanıyor.
Cezaevlerinde bulunan tutuklular açısından ise belirsizlik daha da yoğunlaşıyor. Tutuklular ne kadar süre içeride kalacaklarını bilmiyor; davalar uzuyor, duruşmalar erteleniyor, cezaların neye dönüşeceği sürekli muğlak bırakılıyor. Maddi imkânları olanlar için bu süreç avukatlar ve dış destekle kısmen yönetilebilirken, yoksul tutuklular için belirsizlik zamansız bir hapis anlamına geliyor. Ceza, baştan tanımlanmış bir yaptırım olmaktan çıkıyor; sınıfsal olarak ağırlaşan bir bekleme rejimine dönüşüyor.
Bu mantık cezaevleriyle sınırlı kalmıyor. Sosyal medyada da geriye dönük suçlulaştırma devreye giriyor. Bugün suç sayılmayan bir paylaşım, aylar sonra suç haline getiriliyor. Bu durum, politik olarak görünür ama hukuki ve maddi korumadan yoksun emekçiler üzerinde çok daha güçlü bir caydırıcılık üretiyor. İşçi sınıfı açısından bir tweet, yalnızca bir ifade değil; işi, özgürlüğü ve geçim imkânını kaybetme riski anlamına geliyor.
Bitmeyen savaş: Barışsız barışlar
Siyasal iktidarın ceza ve suçlulaştırma yoluyla kurduğu süreklileştirilmiş askı hali, savaş ve barış arasındaki sınırda da benzer biçimde işliyor. Savaşlar silahların bırakılmasıyla kapanmıyor; ateşkesler ilan ediliyor, ancak her an yeniden çatışmaya dönülebilecek bir zemin açık tutuluyor. Barış, tamamlanmış ve güvence altına alınmış bir siyasal durum olarak kurulmak yerine ertelenmiş, askıda bırakılmış ve geri alınabilir bir ihtimal olarak işliyor. Bu zamansal askı, tıpkı ceza ve güvencesizlik rejimlerinde olduğu gibi, sınıfsal olarak eşit işlemiyor.
Sermaye sınıfları için savaş bir yıkım değil; yatırım alanlarının yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor. Savaş dönemlerinde savunma sanayii öne çıkıyor, silahlanma ve güvenlik yatırımları genişliyor. “Barış” dönemlerinde ise inşaat, enerji ve altyapı projeleri devreye giriyor. Böylece savaş ve barış, sermaye açısından kesintisiz bir birikim döngüsünün farklı momentleri haline geliyor.
Emekçi sınıflar için ise savaş, zorunlu askerlik, yerinden edilme, işsizlik, yoksulluk ve ölüm demek oluyor. Barışın askıda kalması, bu kesimler için hayatın askıda kalması anlamına geliyor. Gelecek planları yapılamıyor; yaşam, sürekli bir geçicilik ve bekleme hali içine sıkışıyor. Göç zorunluluk haline geliyor, güvencesizlik kalıcılaşıyor. Savaş fiilen sürmese bile, emekçi sınıflar açısından onun maddi ve toplumsal sonuçları süreklilik kazanıyor.
Askıya alınan eğitim hakkı: Diploma, öğrenciler, gelecek
Geç faşizmin belirsizlik ve askıya alma rejimi, yalnızca cezalandırma ve güvenlik alanlarında değil; hakların tanınma ve korunma biçimlerinde de belirleyici hale geliyor. Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali, üniversite diplomasının hukuki ve zamansal geçerliliğinin siyasal iktidarın takdirine bağlandığını ilan ediyor. Bir kez alınmış ve yıllarca geçerli sayılmış bir belgenin geriye dönük biçimde iptal edilebilmesi, yoksul emekçi çocuklar için diplomanın taşıdığı güvenceyi ortadan kaldırıyor.
Tutuklu ya da yargılanan öğrenciler için eğitim hakkı bu rejimde fiilen belirsiz bir statüye dönüşüyor. Derslere devam edilip edilemeyeceği, sınavlara girilip girilemeyeceği, öğrenciliğin ne zaman ve hangi gerekçeyle sona ereceği netleşmiyor. Eğitim siyasal konjonktüre ve idarenin takdirine bağlı bir imkân haline geliyor. Öğrenci aflarında da aynı askı mantığı işliyor. Af, iktidarın takdirine bağlı bir düzenleme olarak kurgulanıyor; tarihleri ve kapsamı sürekli değiştirilerek belirsiz bırakılıyor. Bu belirsizlik, özellikle muhalif, yoksul ya da kamusal destekten yoksun öğrenciler üzerinde bir siyasal disiplin mekanizması olarak işliyor. Askıya alınan şey, öğrencinin eğitim hakkı kadar, bu hakkın ne zaman ve hangi koşullarda tanınacağına dair öngörülebilirlik oluyor.
Kayyım rejimi: Siyasal askıdan emek disiplinine
Kayyım rejimi, askı mantığının siyasal temsil ve kurumsal özerklik alanında aldığı en kapsamlı biçimlerden birini oluşturuyor. Bu rejim yalnızca belediyelerle sınırlı kalmıyor; üniversiteler başta olmak üzere farklı kamusal kurumlarda da benzer biçimde işliyor. Burada askıya alınan şey, sadece seçilmişlik ve kurumsal özerklik değil, bu kurumlar üzerinden örgütlenen emek ilişkilerinin bütünlüğü oluyor.
Belediyelerde kayyım atamalarıyla birlikte yalnızca seçilmiş başkanlar görevden alınmıyor; belediyeler birer emek ve sosyal politika alanı olmaktan çıkarılıyor. Belediye emekçileri işten çıkarılıyor ya da güvencesizleştiriliyor; sosyal destekler, kadın merkezleri, kreşler ve kamusal hizmetler ya tamamen durduruluyor ya da ne zaman yeniden başlayacağı belirsiz hale getiriliyor. Bu durum, özellikle kent yoksulları açısından askıya alınan şeyin yalnızca siyasal temsil değil, gündelik yaşamı sürdürebilme imkânları olduğunu gösteriyor.
Benzer bir askı rejimi üniversitelerde de kayyım rektörler aracılığıyla kuruluyor. Kayyum rektörler, yalnızca akademik karar alma süreçlerini merkezîleştirmiyor; üniversiteyi bir emek alanı olarak da yeniden düzenliyor. Personel işten çıkarılıyor, sözleşmeler yenilenmiyor, güvencesiz istihdam yaygınlaştırılıyor. Akademik özgürlükle birlikte üniversite emeğinin sürekliliği de askıya alınıyor. Kayyım rejimi bu yönüyle, seçilmişliği ve özerkliği yalnızca siyasal ilkeler olarak değil, emek ve yeniden üretim ilişkileri üzerinden hedef alıyor.
Bütün bu örneklerin ortak noktası açık. Neoliberalizm emekçi sınıfları güvencesizleştiriyor, günümüz faşizmi ise bu güvencesizliğin üzerine, sınıfsal olarak işleyen bir belirsizlik rejimi kuruyor. Bu rejim, belirsizliği geçici bir kriz durumu olarak değil, kalıcı bir yönetim tekniği olarak kullanıyor ve en ağır biçimde emekçi sınıfların hayatına yüklüyor. Bu nedenle bugün neoliberalizme karşı verilen mücadele, geç faşizmi bir rejim olarak hedef almadığı sürece, bu belirsizlik rejimini ortadan kaldırmak mümkün görünmüyor.

Resim: “United Colors of Oppression” (Zulmün Birleşik Renkleri) series Entités I, Picrate (2017)
