Barışa dair söz kurarken zaman zaman tepkisel, hatta sert bir tona savrulabildiğimiz anlar oluyor. Benim de bu eşiği aştığım, duygunun düşüncenin önüne geçtiği zamanlar oldu, oluyor. Oysa bu sertleşmenin en çok beslendiği zeminlerden biri, gündelik siyasi gelişmelere fazlasıyla takılı kalmak.
Kuşkusuz siyasal süreci izlemek, içinde bulunduğumuz politik hattı ve yürüttüğümüz çalışmaları anlamlandırmak açısından vazgeçilmezdir. Ancak günlük siyasetin aynı zamanda kitleler için hızla tüketilen, anlık tepkiler üreten bir aparat olarak işlediğini gözden kaçırmamak gerekir. Tam da bu nedenle, barış, müzakere ve barışın toplumsallaşması gibi uzun soluklu ve derinlikli meselelerde, gündelik siyasetin dar ufkuna teslim olmamak; dili, tonu ve perspektifi daha fazla özenle kurmak hayati bir önem taşır.
Barış, soyut siyasal pozisyonların ya da ideolojik saflaşmaların konusu olmaktan önce, doğrudan hayatla, bedenle ve ölümle kurulan bir ilişkidir. Bu nedenle barış tartışmasının merkezine yalnızca partileri, örgütleri ya da liderleri yerleştirmek; barışın asıl taşıyıcılarını görünmez kılar. Oysa bu ülkede barışı en ağır bedellerle talep edenler, en çok kaybedenlerdir. Ve kaybın, yasın ve direncin en çıplak hâliyle kesiştiği yerde Kürt kadınları durmaktadır. Erkek egemen savaş aklının dışında, intikam değil yaşam talep eden bu sesler, barışın ne olduğuna dair en sahici tanımı sunar.
İşte tam da bu nedenle, barışı kimin istediğini tartışırken, sözü bu kez Kürt kadınlarının deneyimine ve hafızasına bırakmak istiyorum. Onlar çok sabırlı bir şekilde yıllardır bu ülkeye barış gelmesi için büyük bir mücadele veriyorlar.
Kürt kadınları ve tanıklığın etiği
Barış Annesi Havva Kıran:
“Kürt anaları kafası, kolu olmayan; parça parça olmuş çocuklarını o hâlde kefenleyip gömdü. Ama o mezarın üstünde bile barış istediler. Yine orada asker annelerine çağrı yapıp dediler ki: ‘Gel el ele verelim, bu kirli savaşı durduralım.’”
Barış Annesi Nezahat Teke:
“Eğer barış olursa huzur olur. Hem Türkiye’nin huzuru için, ekonomisi için hem de anaların ağlamaması için. Analar evlat kaybetmesin. Biz bunun intikamının peşinde değiliz, olmayacağız da. Hiçbir zaman ‘intikam’ kelimesi Kürt annelerinin ağzından çıkmadı. Keşke bize imkân verseler, Batı’ya gidip onlarla kucaklaşabilsek; barışın ne kadar değerli olduğunu anlatabilsek.”
Barış Annesi Sakine Arat:
“Biz bu sürecin arkasındayız. Kim ne yapabiliyorsa elini taşın altına koysun. Bu süreç bir daha gelmez. Eğer Türkler ve Kürtler bu sürece sahip çıkmazsa, bu son fırsattır. Bizim çağrımız nettir: Yeter ki barış olsun. Gençler ölmesin! Asker, polis, gerilla… Kimse ölmesin! Tutuklamalar olmasın, cezaevlerinin kapıları açılsın, herkes özgür olsun.”
Barış Annesi Bedia Gökyüz:
“Bu barışı kimseye heba etmeyeceğiz. Sonuna kadar barış diyeceğiz. Kimseye savaş yaptırmayacağız. Savaş kirli bir şeydir. Bu savaşı biz durduracağız. Polis anası ağlıyor, benim yüreğim yanıyor. Asker anası ağlıyor, benim yüreğim yanıyor. Gerilla annesi ağlıyor, benim yüreğim yanıyor. Ana anadır; gözyaşı aktığı zaman hep aynı akıyor.”
Barış Annesi Emine:
“Herkesin ayağa kalkıp sürece sahip çıkması, barışı istemesi gerekiyor. Benim oğlum Cizre’de şehit oldu, kızım da orada yaralandı. Ben buna rağmen barışı istiyorum. Biz bugün barışı istemezsek barış gelmez. Barış hafife alınacak bir şey değil. Çocuklarımız barış olsun diye dağlara, sokaklara çıktılar; bizler de onlar gibi barış istiyoruz.”
Barış Annesi Emine Çağırga:
“Evimiz yüksek bir noktada. Cizre’den de patlama ve silah sesleri geliyordu. Ne olup bittiğini görmek için kapının önüne çıkıp baktık. Birden bize de ateş edilmeye başlandı. Avluya kaçtık. Cemile önümde düştü, ben de üzerimize yağan kurşunlardan korunmak için Cemile’nin üzerine kapattım kendimi. Kalktığımda Cemile’nin yaralandığını gördüm. Bağırdım yardım istedim ama Cemile kollarımda can verdi.
Kollarımda can verdi. O gece kızımın cesedini koynuma alarak uyudum. Sabah saçlarına ve ellerine kına yaktım. Sonra onu yıkayıp kefenledik. Cesedi bozulmasın diye, kayınbiraderimin evindeki derin dondurucuyu getirip kızımı içine koyduk. Üç gün boyunca kızımın cesedini buzlukta beklettik. Daha sonra da milletvekilleri gelince cenazesini hastanenin morgunu götürdük.
Cizre’yi yaşadım ben, yüreğim her gün kanamaya devam ediyor. Bütün bunlara rağmen biz hâlâ barış olsun diyoruz. PKK üzerine düşeni yaptı. Buna karşılık devlet de bir adım atsaydı, siyasi tutsaklar için bir yasa çıkarsaydı. Barış için başka devletlerin araya girmesine gerek kalmasın; kendi barışını kendisi sağlasın. Biz ‘artık hiçbir annenin yüreği yanmasın’ diyoruz ama Türkler bunu söylemiyor. Artık kimsenin acı çekmesini istemiyoruz.”
Barış Annesi Şenay Eker:
“Çelişkilerle dolu bir yıl. Yıllarını acıyla geçiren bir anne olarak umuttan hiç vazgeçmedim. Önceliğimi kimliksiz, sömürülen halklar oluşturuyor. Özgürlük dağlarımdan bayırlara akarken onurlu bir barış diyorum. Binlerce sürgün yurduna dönmeli. Cezaevlerindeki siyasi tutsaklar özgür kalmalı. Kadın ve çocuk cinayetlerine son verilmeli. Doğa korunmalı, yoksul halkın ve emekçinin hakları göz ardı edilmemeli. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gerçekleşmeli. Savaşlar son bulmalı…Çiçeği burnunda, kemiklerine bile ulaşamadığımız oğullarımız ve kızlarımız için biz analara ne diyeceksiniz?”
Feminist epistemoloji, tanıklık ve pozitif barış
Akademi, basın ve medya araçları üzerinden ahkâm kesen kimi kesimler, bilgi üretimini soyut bir zihinsel etkinlikten ibaret sanmaktadırlar. Oysa bilgi üretimi, soyut bir zihinsel etkinlikten ibaret değildir; tam tersine, pratik deneyimlerin içinde filizlenen ve onların ritmiyle şekillenen kurucu bir faaliyettir. İnsanların gündelik yaşamlarında karşılaştıkları çelişkiler, mücadele pratikleri ve üretim süreçleri, bilginin hem kaynağını hem de sınırlarını belirler. Bu nedenle bilgi, hayatın dışından onu açıklamaya çalışan bir üst anlatı değil; bizzat yaşamın kendisiyle birlikte üretilen, onu dönüştürürken dönüşen kolektif bir deneyimdir.
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde Barış Anneleri, feminist barış çalışmaları ve tanıklık epistemolojisi bağlamında son derece değerli bir katkı sunmaktadır. Barış Anneleri’nin sözleri ve talepleri üzerinden oynadıkları rol, klasik barış literatüründe sıklıkla karşılaşılan devlet merkezli, müzakere odaklı ve elitler arası barış anlayışını kökten sorgulayan feminist barış çalışmalarıyla doğrudan örtüşmektedir. Feminist barış yaklaşımı, barışı yalnızca silahlı çatışmanın sona ermesi olarak değil; gündelik hayatın militarizmden, cinsiyetlendirilmiş şiddetten ve yapısal eşitsizliklerden arındırılması süreci olarak tanımlar. Bu perspektiften bakıldığında Barış Anneleri, barışın “nesnesi” değil; doğrudan kurucu öznesi olarak ortaya çıkar.
Barış Anneleri’nin talepleri, klasik anlamda yalnızca negatif barışa (silahların susması) indirgenemez. Elbette “gençler ölmesin” ve “savaş dursun” çağrıları bu düzlemin temelini oluşturur; ancak annelerin sözleri bunun ötesine geçerek pozitif barışın unsurlarını da kapsar: adalet, özgürlük, siyasal tutsakların serbest bırakılması, sürgünlerin dönüşü ve eşit yurttaşlık.
Bu yönüyle Barış Anneleri, barışı geçici bir ateşkes değil; onurlu, adil ve kalıcı bir toplumsal yeniden kuruluş olarak tarif ederler. Feminist barış literatürünün vurguladığı gibi, barış ancak toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle mümkün olabilir; annelerin talepleri de tam olarak bu yeniden düzenlemenin asgari koşullarını işaret eder.
Barış Anneleri’nin sözleri, yalnızca duygusal anlatılar olarak değil, bilgi üreten tanıklıklar olarak değerlendirilmelidir. Tanıklık epistemolojisi açısından bakıldığında, bu kadınların bilgisi ne ikincildir ne de eksiktir; aksine, şiddetin en çıplak biçimde deneyimlendiği yerden süzülen, yerleşik olmayan ama kurucu bir bilgi biçimidir. Bu bilgi üretme hâlinin kendisi, akademik ve medyatik alanlarda hâkim olan “uzman bilgisi” hiyerarşisini ters yüz etmektedir. Barış Anneleri’nin çoğunun formel eğitimden geçmemiş olması, onların bilgisini zayıflatmaz; tersine, bu bilgi savaşın doğrudan sonuçlarına maruz kalmış olmanın verdiği etik üstünlük ve epistemik meşruiyet taşır. Bu nedenle Barış Anneleri’nin sözleri, barışa dair en sahici bilgi kaynaklarından biri olarak okunmalıdır.
Barış Anneleri, militarizmin dayandığı erkek egemen şiddet dilini reddeder. İntikam talep etmemeleri, “misilleme” ve “onur” üzerinden kurulan savaş ideolojisini boşa düşürür. Feminist barış çalışmaları açısından bu durum kritik bir kırılma noktasıdır: Anneler, biyolojik annelikten türeyen bir merhamet söylemiyle değil; etik, politik ve kolektif bir barış öznesi olarak konuşmaktadır.
Barış Anneleri’nin bütün bu sözlerini bir araya getirdiğimizde, karşımıza yalnızca duygusal bir çağrı değil; ölümün durmasını, karşılıklı sorumluluğu, adaletin gecikmeden tesis edilmesini ve bütün halklar için onurlu bir ortak yaşamı talep eden güçlü bir barış manifestosu çıkmaktadır. Bu manifesto, barışı soyut bir müzakere meselesi olmaktan çıkarıp, yaşamın sürdürülebilirliği ve ortak insanlık onuru temelinde yeniden tanımlar.
Barış Anneleri, en büyük kaybı yaşamış olmalarına rağmen intikamı değil adaleti, suskunluğu değil hakikati, düşmanlığı değil eşit yas ve kardeşliği savunarak bu topraklarda barışın en sahici ve meşru öznesi hâline gelmektedir.
Sonuç olarak Barış Anneleri’nin sözleri, barışı bir iyi niyet temennisi ya da siyasal takvimlere sıkışmış bir müzakere başlığı olmaktan çıkarıp, yaşamla kurulan doğrudan bir etik ilişki olarak yeniden tarif eder. Bu nedenle barış çalışmaları yürüten siyasetçi, gazeteci, akademisyen ve aktivistlerin önündeki temel sorumluluk; barışı temsil edilen bir talep değil, birlikte taşınması gereken ağır bir yük olarak kavramaktır.
Gündelik siyasetin hızına ve anlık pozisyonlara teslim olmadan, hafızaya yaslanan; acıyı ne romantize eden ne de soğuk analizlere kurban eden bir dil kurmak zorunludur. Barış Anneleri’nin tanıklığı, uzmanlık hiyerarşilerini boşa düşüren kurucu bir bilgi üretimidir ve barışı yalnızca silahların susmasıyla sınırlayan negatif barış anlayışını aşarak adalet, özgürlük ve eşit yurttaşlık talebiyle pozitif barışın asgari koşullarını ortaya koyar. Erkek egemen savaş dilini reddeden bu sesler, barışın bir gün ilan edilecek bir sonuç değil; bugün, şimdi ve her gün yeniden kurulması gereken bir toplumsal ilişki olduğunu hatırlatır. Bu çağrıya kulak vermek, barışı savunduğunu söyleyen herkes için artık bir tercih değil, etik ve politik bir zorunluluktur.
Ercan Jan Aktaş
Not: Barış Annelerinden alıntılar farklı zamanlarda verdikleri röportaj metinleri ve açıklamalarından derlenmiştir.
