Seçtiklerimiz- Londra Üniversitesi profesörü feminist yazar Sara Ahmed’in cinsel tacize karşı bir protesto olarak gerçekleştirdiği istifasının mektubu: Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.
Londra Üniversitesi, Goldsmiths College Medya Bölümü’nde Irk, Etnisite ve Kimlik alanında ders veren, feminist kuram, eleştirel ırk araştırmaları ve sömürgecilik sonrası kuram konularında araştırmaları bulunan Sara Ahmed 10 yıllık meslek hayatını bıraktı.
Çeviri: Petek Onur
Ahmed, mektubunda çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldığını yazdığı ''Söylemek'' adlı yazısı şöyle:
SÖYLEMEK
Meslektaşlarım ve oyunbozanlar
İşimden istifa etme kararımla ilgili yazımı paylaştığımdan beri çok büyük bir destek ve dayanışma gördüm. Yorum yazan ve bana mesaj gönderen herkese teşekkür etmek isterim.
İstifa etmek zor bir karardı. Bu kararın nedenlerini paylaşmak benim için önemliydi: İstifamın hem feminist bir protesto hem de feminist bir kendine değer verme eylemi olduğunu göstermek.
Açıklamamın üstü kapalı ve kısa olduğunun farkındayım. Bana (meslektaşlarıma da olduğu gibi) ayrıntılar soruldu: Hikâyeyi anlatmam, neler olduğunu insanlara söylemem istendi. Bu ricaya yanıt olarak birkaç söz söylemem gerek. Anlatamayacağımız şeyler olduğunda bile, anlatılmamış çok fazla şey bırakmak zorunda olduğumuzda bile, açıkça söylemenin neden önemli olduğuna dair birkaç söz etmeliyim.
Çalıştığım üniversitedeki cinsel taciz sorununu ilk defa üç yıl önce, bir meslektaşımdan duydum. Konuşmayı dün gibi hatırlıyorum. Anlattıklarıyla sarsılmıştım. Hikâye, iki soruşturmanın ardından üniversiteyi bırakan bir kişiyle ilgiliydi. Fakat o konuşma beni başka konuşmalara yönlendirdi: Hem yönetimle hem de en önemlisi, öğrencilerle. Cinsel taciz sorununun boyutuna dair bizi alarma geçiren, öğrencilerdi. O zamandan beri dört soruşturma oldu. Ondan önce iki soruşturma olmuştu. Dört öğretim üyesiyle ilgili altı soruşturma: En azından benim bildiğim kadarıyla.
Sayılardan bahsediyorum çünkü bize bir şey öğretiyor: Cinsel tacizden bahsederken konu ne bir ya da iki ayrıksı kişi hatta ne de ayrıksı bir kurum. Konu, akademik kültürün bir parçası olarak sıradanlaşmış ve normalleşmiş cinsel taciz.
Konuşmadığımız şey hakkında konuşuyoruz.
Dolayısıyla, “cinsel taciz sorununu ele almadaki başarısızlık”tan bahsettiğim zaman, hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmedim. Neticede soruşturmalar oldu. Ama bu soruşturmalar, cinsel taciz sorununun bir kurumsal sorun olarak sağlam ve anlamlı bir biçimde ele alınmasına yol açmadı. Bu konuda politika geliştirme girişimlerimiz ve politika değişikliklerimiz olduğunda da bu genel tartışmaya açılmadı.
Son üç yılda hem kendi fakültemde hem de diğer üniversitelerde birçok kişi başına gelen cinsel tacizi benimle konuştu. Bu konuşmalar aracılığıyla bir şeyin farkına varmaya başladım: Üniversitelerde çok sayıda cinsel taciz vakası yaşanıyor ama bu vakalarla ilgili bir kamusal arşiv kaydı yok. Sanki buharlaşıp kaybolmuşlar. Doğrudan etkilenen kişiler dışında hiç kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Bu vakalar iz bırakmadan nasıl kaybolur? Neredeyse bütün vakalarda bu böyle. Çünkü soruşturmalarda gizlilik hükümleri işletiliyor. Bu hükümler, örgütün itibarını korur, böylece kimse ne olduğunu öğrenemez. Tabii korunan genellikle tacizcidir: Sicilinde leke olmaz, hayatına devam eder. Tacize uğrayan ise her zamankinden de yalnızdır (taciz zaten bizatihi yalnızlaştırıcıdır). Sessizliğe terk edilirler. Sessizlik, bir başka darbedir; yaşamayanın bilemeyeceği bir duvar (çünkü sessizlik kayda geçmez; söylenmeyeni duymadığınız için).
Ve bir diğer sonuç: Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolu yok.
Sorunun boyutunu bilmemizin hiçbir yolunun olmayışı, sorunun boyutunun göstergesi.
Yarın “Arşivler Önemlidir” konferansımızda gizlilik ve arşivlerle ilgili birkaç söz söyleyeceğim. Cinsel taciz vakaları gizlilikle sarmalandığı zaman, bir arşivimiz olmaz; olup biteni anlamamızı sağlayacak belgelere, materyallere erişemeyiz. Çok fazla eksik vaka var, bu işin içine girdiğimden beri daha da fazlasını öğrendim. Bir arşiv oluşturacaksak, bir kurumun yönetmeliklerini izlememeliyiz. Ve bir kurumun yönetmeliklerini izlemezsek, belgelediğimiz zararın nedeni haline geliriz. Buna yanıt şu olacacaktır: Zararı sınırlamak. Zararı sınırlamanın yolu çeşitliliği sağlamaksa, ırkçılık üzerine çalışmamda açıkladığım gibi, o zaman zararı sınırlama, konuşmayı kontrol etme şeklini alır: Şiddet hakkında konuşan insanların duyulabilecekleri yerlerde konuşmalarını engellemeye çalışmak.
Zararı kontrol altına almak, zarar görmüş olanları kontrol altına almaktır.
O bir şikâyet olarak duyulur. Şikâyet olarak duyulduğunda, aslında kendisi olarak duyulmaz.
İşitmenin yokluğu, üreticidir. Sessizlik, taciz ve istismar kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Şiddetten söz etmediğimiz zaman şiddeti yeniden üretiriz. Şiddete dair sessizlik, şiddettir.
Sessizlik içinde giden birçok öğrenci oldu. Kalabilselerdi ne söyleyeceklerini hala bilmiyoruz.
Kayıp belgeler; kayıp insanlar. Ne kadar çok şeyi kaybettiğimizi bilmiyoruz.
Sessizlik.
Bir kurumun bu konuda resmi bir tutumu yoksa, mesele sadece kimsenin ne olduğundan haberdar olmaması değil, zaten buna gerek olmamasıdır. Kişilere bilmeme izni vermişsiniz demektir. Ve sonra konuşma küçük alanlarla sınırlanmış hale gelir: Bizim oluşturduğumuz gibi feminist merkezlerde. Bu alanlar önemlidir: Sığınak haline gelirler; yaşam hatları, gidilecek yerler.
Ama şunlar da doğru olabilir:
Konuştuğumuz zaman dinlemek zorunda değiller.
Ve hatta:
Konuşuyoruz, böylece dinlemiyorlar.
Ve son üç yılda sessizlikle uğraştık, sorunun etrafında dolaştık, mührü kırmaya çalıştık, iletişim kurmaya, ulaşmaya çalıştık. Daha genel ve ortak bir konuşmanın, olanlar hakkında bir konuşmanın devamını sağlamaya uğraştık.
Hiçbir şey. Sessizlik. Hâlâ.
Üstelik tacize uğramışlar açısından tacizin tarihi öylece ortadan kaybolmuş gibi. Tacize meydan okuma tarihi de (ki bu çoğunlukla kendini tacize uğramaya yeni baştan açmak demektir) onunla yok oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Yanlış bir şey olduğuna dair belli belirsiz bir fikri olanlar, bu yanlışın halledilmiş olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir ediniyorlar. Aslında ilgililer gitse de, yanlış devam ediyor. Kişiler yerlerinde duruyor (genellikle de yönetici konumunda olanlar), ilişki ağları canlı, yapılar veya süreçler hiçbir soruşturma olmadan devam ediyor.
Ve sorunlar yeniden ortaya çıkıyor. Ve şikâyetler tekrar görmezden geliniyor.
Gizlilik hükümleri cinsel tacizi konuşamayacağımız anlamına gelmez ve gelmemeli. Tersine, cinsel tacizi konuşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmeli. Bu konuşmaya katılmalıyız, çünkü zor. Birbirimize karşı bir sorumluluğumuz var; eğitimciler olarak öğrencilerin gelişimini, öğrenmelerini sağlayacak bir ortam yaratma sorumluluğumuzla aynı sorumluluktur o.
Dahası var. Gerçekten açıkça konuştuğunuzda, bir sorun olarak görülürsünüz, sanki sorun sırf siz ondan bahsettiğiniz için varmış gibi. Sanki siz ondan bahsetmeyi bir bıraksanız, sorun ortadan kalkacakmış gibi. Bu zorluğu daha önce anlatmıştım: Bir sorunu ifşa etmek, nasıl o sorunu yarattığınız izlenimi doğurur. Üstelik sadakatsizlikle –söylemeye çalıştıklarınız yüzünden itibarı zedelemekle, hatta feminizme zarar vermekle suçlanırsınız; her şeyin ve herkesin itibarını zedeliyormuşsunuzcasına.
Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.
Ve son üç yıldır cinsel taciz sorunu üzerinde birlikte çalıştığım öğrencilerime herkesin huzurunda teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar olanlar henüz resmen tanınmasa da, her ne kadar yıkılması gereken birçok şey yerinde kaldıysa da, çok fazla şey başardınız ve biliyorum ki gelecek birçok öğrenci sizin titiz emeğinizden yararlanacaktır, bazı öğrenciler hâlâ aynı şeylerle karşı karşıya kalıyor olsalar bile.
Bazı konularda kesin bir fikrim yoktu; hala da yok. Umuyorum ki zamanla ve destekle, daha net fikirler oluşturabiliriz. İz bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri. Bunun olmasını nasıl engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.
Yakında çıkacak kitabım Living a Feminist Life’tan (Feminist Bir Hayat Yaşamak) bir bölüm olan “Feminist Snap”e (“Feminist Kopma”) istifamla ilgili bir paragraf ekledim.
Sonuç mahiyetinde ve teşekkürlerimle onu paylaşayım.
Katlanmam beklenen şeyler çok fazla gelmeye başladı; yaptığımız işe destek verilmemesi, durmadan çarptığımız duvarlar. Ayrılabilecek maddi kaynak ve güvenceye sahiptim. Ama yine de kolum kanadım kırılıyor gibi hissettim: Sadece bir işten veya bir kurumdan ayrılıyor gibi değil, bir hayattan, akademik hayattan da ayrıldığımı hissettim; sevmiş olduğum bir hayattan, alışık olduğum bir hayattan. Ayrıca o ayrılma eylemi bir tür feminist kopmaydı: Daha fazla katlanamadığım bir an oldu, herhangi bir yere varmamızı engelleyen o duyarsızlık duvarları; başarmamızı engelleyen o duvarlar. O bağ bir kez koptuğunda, çoktan kırılmış olan bir şeye tutunmaya çalışmış olduğumu fark ettim. Belki kurumla ilişkim Silas’ın su testisiyle [2] olan ilişkisi gibiydi: Kırılan parçaları bir arada tutmaya çalışsaydım, bir anıyla, artık olmayanın hatırasıyla baş başa kalacaktım.
İstifa kulağa pasif, hatta kaderci gelebilir: Kişinin kaderine boyun eğmesi [3]. Ama istifa bir feminist protesto eylemi olabilir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmayan bir kurum için çalışmayacağım. Cinsel taciz sorununu çözmeye çalışmamak cinsel taciz sorununu yeniden üretir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Katlanamadığım, katlanılmaması gerektiğini düşündüğüm bir dünyayı yeniden üretmeyeceğim.
(BLOGSPOT/HAYATMEMAT/