Close Menu
Siyasi HaberSiyasi Haber

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    Eleştirel Batı Düşüncesinin Çıkmazları – Maurizio Lazzarato

    12 Haziran 2025

    Seçimsiz ve barışsız Türkiye olmaması için

    12 Haziran 2025

    SYKP’li Turgan: Solun örgütsel bir yenilenmeye ihtiyacı var

    11 Haziran 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    • Güncel
      • Ekonomi
      • Politika
      • Dış Haberler
        • Ortadoğu
        • Dünya
      • Emek
      • Kadın
      • LGBTİ+
      • Gençlik
      • Ekoloji ve Kent
      • Haklar ve özgürlükler
        • Halklar ve İnançlar
        • Göçmen
        • Çocuk
        • Engelli Hakları
      • Yaşam
        • Eğitim
        • Sağlık
        • Kültür Sanat
        • Bilim Teknoloji
    • Yazılar

      NATO’nun çürüyen tahtı; Emperyalizmin hırsızlık imparatorluğu çöküyor mu?

      2 Haziran 2025

      Yaban domuzunun günahı ne?

      31 Mayıs 2025

      Artı Değer Van Spor ve Marx’ın teorisi üzerine mizahi bir deneme

      28 Mayıs 2025

      Ahmet Saymadi’nin ilk duruşması: “Tutukluluk halinin devamına…”

      21 Mayıs 2025

      Tarihin sustuğu yüzyıl: Kürtler, Lozan ve barışın hikâyesi

      18 Mayıs 2025
    • Seçtiklerimiz

      Eleştirel Batı Düşüncesinin Çıkmazları – Maurizio Lazzarato

      12 Haziran 2025

      Seçimsiz ve barışsız Türkiye olmaması için

      12 Haziran 2025

      SYKP’li Turgan: Solun örgütsel bir yenilenmeye ihtiyacı var

      11 Haziran 2025

      İşçiler ne yapsın?

      11 Haziran 2025

      Grev okulundan dersler

      10 Haziran 2025
    • Röportaj/Söyleşiler

      SYKP’li Turgan: Solun örgütsel bir yenilenmeye ihtiyacı var

      11 Haziran 2025

      Josu Urrutikoetxea: Silahlı mücadeleden müzakereye, ETA’dan Kürt mücadelesine

      9 Haziran 2025

      Bırakılan silahların yankıları: PKK ve ETA’nın karşılaştırmalı analizi

      9 Haziran 2025

      Grup Yorum’un notası emperyalizme teslim olmadı

      8 Haziran 2025

      Gölgede kalan mesele: Lozan ve Süryaniler

      31 Mayıs 2025
    • Dosyalar
      • 30 Mart Kızıldere Direnişi
      • 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 2022
      • AKP-MHP iktidar blokunun Kürt politikası
      • Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
      • Ekim Devrimi 103 yaşında!
      • Endüstri 4.0 üzerine yazılar
      • HDK-HDP Tartışmaları
      • Kaypakkaya’nın tarihsel mirası
      • Ölümünün 69. yılında Josef Stalin
      • Mustafa Kahya’nın anısına
    • Çeviriler
    • Arşiv
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    Anasayfa » Eleştirel Batı Düşüncesinin Çıkmazları – Maurizio Lazzarato

    Eleştirel Batı Düşüncesinin Çıkmazları – Maurizio Lazzarato

    Maurizio Lazzarato Machina-deriveapprodi.com için yazdı, Harun Turgan Ill Will'den çevirdi: "Tek bir makalede, Marksizmin sınırlarının ötesine geçmeye çalışan bir projenin başarısızlığının kapsamlı bir eleştirisini geliştirmek çok zordur. Kendimizi üç anahtar kelimenin yokluğunun neden olduğu derin hasarı çözümlemekle sınırlayacağız: emperyalizm, tekel ve savaş - bu anahtar kelimelerin ortadan kaldırılması sermayenin, devletin, onların birbirleriyle ilişkilerinin ve siyasi eylemin ne hale geldiğini anlamamızı engelliyor."
    Siyasi Haber12 Haziran 2025
    Facebook Twitter Pinterest LinkedIn WhatsApp Reddit Tumblr Email
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    “Tüm dünyada insanlar şu anda bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını tartışıyor. Bu konuda da zihinsel olarak hazırlıklı olmalı ve bazı analizler yapmalıyız. Biz kararlı bir şekilde barıştan yanayız ve savaşa karşıyız. Ancak emperyalistler yeni bir savaş çıkarmakta ısrar ederlerse, bundan korkmamalıyız. Bu konudaki tavrımız herhangi bir karışıklık karşısındaki tavrımızla aynıdır: birincisi, buna karşıyız; ikincisi, bundan korkmuyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 200 milyon nüfuslu Sovyetler Birliği doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise 900 milyonluk bir nüfusa sahip sosyalist kamp ortaya çıktı. Eğer emperyalistler bir Üçüncü Dünya Savaşı başlatmakta ısrar ederlerse, birkaç yüz milyon kişinin daha sosyalizme yöneleceği ve o zaman emperyalistler için yeryüzünde fazla yer kalmayacağı kesindir; ayrıca emperyalizmin tüm yapısının tamamen çökmesi de muhtemeldir.” –Mao Zedong1

    Raboçheye Dyelo‘nun2 ne kadar patavatsız olduğunu, Marx’ın sözlerini bir zafer edasıyla alıntılamasından anlayabiliriz: “Gerçek hareketin her adımı bir düzine programdan daha önemlidir.” Teorik kargaşalık dönemlerinde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara ‘gözünüz aydın!’ demeye benzer. –Lenin3

    Mao’nun demeci bizim zamanımız için yazılmış gibi görünüyor. Ancak zihinsel olarak, bırakın savaşın nedenlerini, niçinlerini ve ortaya çıkarabileceği olasılıkları analitik bir şekilde değerlendirmeyi, savaşın gerçekliğine bile hazırlıklı değiliz. Bunu yapacak kavramlardan ve duygulardan yoksunuz. Eleştirel Batı düşüncesi (sadece en önemlilerini saymak gerekirse Foucault, Hardt-Negri, Agamben, Esposito, Rancière, Deleuze-Guattari, Badiou) bizi silahsızlandırdı, sınıf çatışması ve uluslararası savaş karşısında savunmasız bıraktı; bu gerçeklikleri öngöremedi, çünkü bırakın onlara müdahale etmeyi, onları analiz etmek için gerekli kavramları ve duygulanımları bile inşa etmedi. Son elli yıl boyunca üretilen “teorik düzensizlik” kayda değerdir. Teoriyi abartmadan, yine de onsuz hiçbir devrimci hareketin olamayacağını söyleyebiliriz.

    Emperyalizm

    Tek bir makalede, Marksizmin sınırlarının ötesine geçmeye çalışan bir projenin başarısızlığının kapsamlı bir eleştirisini geliştirmek çok zordur. Kendimizi üç anahtar kelimenin yokluğunun neden olduğu derin hasarı çözümlemekle sınırlayacağız: emperyalizm, tekel ve savaş – bu anahtar kelimelerin ortadan kaldırılması sermayenin, devletin, onların birbirleriyle ilişkilerinin ve siyasi eylemin ne hale geldiğini anlamamızı engelliyor.”4

    Emperyalizm kavramı bu teorilerin hepsinden az ya da çok açık bir şekilde pratik olarak dışarı atılmıştır. Hardt ve Negri, milenyumun başında, kendilerini açıkça bu tasfiyeye teorik bir tutarlılık sağlamaya adadılar ve şöyle yazdılar: “Emperyalizm sona ermiştir. Hiçbir ulus modern Avrupa uluslarının olduğu şekilde dünya lideri olamayacaktır. Amerika Birleşik Devletleri emperyalist bir projenin merkezini oluşturmamaktadır ve bugün hiçbir ulus-devlet oluşturamaz.“5

    İmparatorluk, kapitalizmin doğduğu ve geliştiği temel üzerine kurulu merkez-çevre ilişkisini patlatan yeni bir dünya düzeni yazarak kendisini modern egemenliğe bir alternatif olarak konumlandırmaktadır. Eğer artık bir merkez yoksa, o zaman artık bir çevre de yoktur.“ Üç Dünya (Birinci, İkinci ve Üçüncü) şeklindeki bölünmeler birbirine karışmıştır.“6

    Yeni uluslarüstü egemenlikte, “birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini, önemli açılardan, onların tümünü üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran, hepsine tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist nitelikteki bir ortak hak nosyonu altında muamele eden tek bir iktidar fikri almıştır.“7 “Egemen ulus-devletin kesin düşüşü“8 “büyük çatışmalar çağını” sona erdirmiştir… “emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşların tarihi geçmiştir.“9 Küresel ve devletler üstü bir yönetişim, savaşların sıradan polis işlemlerine indirgenmesi anlamında, “barışı” da beraberinde getirmektedir. Benzer bir fikri Deleuze ve Guattari’de de buluyoruz; onlara göre devletler arasındaki dünya savaşı, bugün devletlerin yalnızca bir alt parçası olduğu küresel bir makine üretmiştir. Burada da sonuç “hayatta kalmanın mutlak barışıdır.”10 Bu ikililerin ikisi için de barış savaşın karşıtı değildir. Bu korkunç bir barıştır, küresel makine tarafından dayatılan bir “güvenlik” barışıdır, ancak Schmitt’in de Arendt’in de “küresel iç savaş”ının artık geçerli olmadığı bir barıştır.

    “Bu emperyal yayılmanın ne emperyalizmle, ne de fetih, yağma, soykırım, sömürgeleştirme ve kölelik için tasarlanmış devlet girişimleriyle bir ilgisi vardır. Bu tür emperyalizmlere karşı imparatorluk, “biyoiktidar” ve “denetim toplumları” teorisi tarafından yatay çokluğu (birkaç yıl önce moda olan bir terimi kullanmak gerekirse, düz ontolojisi) içinde tanımlanacak olan “ağ iktidarı” modelini genişletir ve sağlamlaştırır. “11

    Amerika Birleşik Devletleri ne dünya pazarına hükmeden hegemonik bir dünya gücü ne de eski bir emperyalist güçtür. Bunun yerine, görevi, dünyayı devletlerin ötesindeki bu yeni sisteme doğru yönlendirmek, farklılıkları dışlamak yerine bütünleştirmek olacaktır – çünkü Amerikan anayasası zaten emperyaldir, “göç demokrasisi, olumlayıcı ve diyalektik olmayan değerler, çoğulculuk ve özgürlük üzerine kurulmuştur. ”12

    Dünya pazarı, her ulusal paranın “egemenlik iddiasını kaybetme eğiliminde olduğu” bir “evrensel para rejimi” üzerine inşa edilmiştir. Para birimi “emperyal hakemdir… ancak ne belli bir konuma ne de aşkın bir statüye sahiptir”, bu da imparatorluğun doların gücünü geçersiz kıldığı anlamına gelir.13

    Çokluk imparatorluğun diğer yüzüdür, ki bu “özerk ve bağımsız” hale gelen çağdaş proletaryadan oluşur. “Toplumsal işbirliği artık sermaye yatırımının bir sonucu değil, çokluğun özerk bir gücüdür”.14 “Gerçekte biz dünyanın efendileriyiz” çünkü çokluk “toplumsal yaşamın tüm yönlerini doğrudan üretir ve yeniden üretir.”15

    Machiavelli’ye göre yeni bir toplumu sıfırdan inşa etme projesi “silah” ve “para” gerektiriyordu. “Spinoza cevap verir: Onlara zaten sahip değil miyiz? Gerekli silahlar tam da çokluğun yaratıcı ve kahince gücünde bulunmuyor mu? “16

    Bu kavramların eleştirisi, emperyalizm, soykırım, mali tekeller, savaş ve iç savaşlar gerçeğiyle; “silah”, “para” ve “özerklik” olmadan, son iki yüzyıllık mücadele ve devrimle kazanılan sosyal ve siyasi hakların hepsini – gerçekten hepsini – birer birer kaybeden yeni hareketlerin iktidarsızlığıyla zaten yapılmıştır. Hareketlerin çokluğu, teori ve programlarında dikkate alınmayan bir ihtimal olan savaşın patlak vermesiyle dilsiz, tutarsız ve yönünü şaşırmış hale geldi.

    “Emperyalizm kapitalizmin kalıcı bir aşamasıdır” diyen Küresel Güneyli bir Marksistin bakış açısı belki de yukarıdaki teori ve hareketlerin eleştirisinden daha ilginçtir.17 Samir Amin, 1978 gibi erken bir tarihte, çevrenin merkez tarafından ‘mülksüzleştirilmesinin’ asırlık sürekliliğinden yola çıkarak, mevcut siyasi durumun gelişimini -şaşırtıcı bir şekilde- öngörmektedir. 1945’ten sonra emperyalizmin yapısı derinden değişti. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve Japonya’dan oluşan ve merkezinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu hiyerarşik bir işbirliği/rekabet tarafından yönlendirilen bir “kolektif emperyalizm” ortaya çıktı. Kolektif emperyalizm artık Kuzey devletleri arasında emperyalistler arası çatışmalar geliştirmiyor, aksine Güney ile sürekli savaş halinde çünkü Güney ülkelerine dayatılan “azgelişmişliğin gelişimi”, “lümpen-gelişme”, tekrar tekrar Kuzey’in birikiminin koşulu oluyor. Küresel kapitalizmde mekân asla “pürüzsüz” olamaz. Her zaman zorunlu olarak kutuplaşmıştır.

    Kolektif emperyalizm teorisi çeşitli olaylar sırasında mükemmelleştirildi ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra, Amerikan emperyalizminin tek taraflı hegemonya için bükülmez iradesinin ana düşmanlarını tanımladığı yönündeki eşit derecede doğrulanmış öngörüyü açıkladı: ilk ve en başta Rusya,18 sonra Çin ve son olarak Avrupa. Avrupa özerk bir strateji izlemezken, Güney, ABD liderliğindeki küreselleşme ile güçlendi ve o da kolektif emperyalizmle rekabet içinde siyasi-ekonomik (Çin) ve siyasi-bölgesel (Türkiye, Rusya) gücünü arttırıyor.

    Batılı olmayan bir Marksizmin öngörüsü: Sadece Güney’le savaş gerçeğe dönüşmekle kalmadı, aynı zamanda Avrupa ve Japonya itaatkâr bir şekilde ekonomileri Amerikan müttefiki tarafından dize getirilmiş sömürgelere dönüştürüldü. Amerika Birleşik Devletleri’nin çöküşü, yalnızca, “Amerikan yaşam tarzı”ndan19 kaynaklanan muazzam açığı finanse etmek için bu ülkelerin zenginliklerini ve tasarruflarını ellerinden alan yatırım fonlarının özel tekelleri ve kamu para birimi tekeli dolar tarafından garanti altına alınan yağmaları sayesinde önlenebildi.

    Kolektif emperyalizm teorisi başka bir stratejik iddiaya dayanmaktadır – sorunlu ama yine de daha fazla tartışılması gereken bir iddia: Temel çelişki bir merkez ile giderek küçülen bir çevre arasında yatmaktadır. Emperyalist hiyerarşi, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya’nın birbirine karışmasıyla kaybolacak yerde, merkezin emriyle radikal bir şekilde kutuplaşmaktadır. Bu iddia da doğrulanmış görünüyor: G7 ile BRICS arasındaki siyasi-ekonomik karşıtlık, Güney proletaryasına karşı Filistin soykırımı ile örneklenen askeri bir çatışma. Çatışma noktalarının tümü NATO, ABD ve İsrail ile merkezin düşman olarak gördükleri (Rusya, Müslüman proletarya, Çin) arasında, en azından son başkanlık değişimine kadar böyleydi..

    Samir Amin, “imparatorluk” teriminin emperyalizm ve sömürgecilik arasında üzücü bir özdeşleşmeye yol açtığına inanıyor; bu da ikincisinin [sömürgecilik] sonunun birincisinin (emperyalizm) sonunu belirleyecğini düşünen Hardt ve Negri’nin hatasına yol açıyor, . Fransız-Mısırlı iktisatçı, kışkırtıcı bir şekilde, tek bir sömürgesi olmamasına rağmen İsviçre’nin yine de emperyalist bir ülke olduğunu, çünkü emperyalizmin gerçek tanımı olan “azgelişmişliğin gelişimine” katıldığını ileri sürmektedir.20

    Tekel

    Deleuze ve Guattari sadece emperyalizm kavramını reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda (dört bir yanda kullanılsa da) Samir Amin’in çalışmasına temel olan bir başka kategoriyi de ortadan kaldırıyorlar: Tekel. Fernand Braudel’in öğretisini görmezden geliyor gibi görünüyorlar; Braudel’e göre kapitalizm, ticari tekel zamanından beri her zaman tekellerin egemenliğinde olmuştur. Merkezileşme süreci 1970’lerden bu yana daha da hızlanarak yoğunlaşmış ve tam da bu yıllarda (endüstriyel değil finansal açıdan) boyutlarında beklenmedik bir doruğa ulaşmıştır.

    Foucault, Deleuze ve Guattari, Negri vb. okunduğunda, 1968’den sonra merkezileşme süreci durmuş, hatta tersine dönmüş gibi görünmektedir. İktidarın yataylığına, dağınıklığına ve yerel mikropolitik yayılımına vurgu yapılmıştır: Deleuze’e göre “on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmi bir yoğunlaşma kapitalizmidir”, bugün ise “asıl olarak dağılımsaldır.”21 Bir zamanlar kapalı olan okul, hastane, fabrika aygıtları artık açılmakta, dünya pazarının pürüzsüz alanının içsel ikizi olan “pürüzsüz bir alan” tanımlamaktadır. Artık “bir mülkiyet sahibine -devlete ya da özel güce- yönelmiyorlar.”22 “İktidar, aşkın bir birleşme, küresel merkezileşme olmaksızın, kendi alanının içkinliği ile karakterize edilir.”23

    Bununla birlikte, Biyopolitikanın Doğuşu derslerinde kapitalist merkezileşme, aşkın birleşme ya da küresel merkezileşme süreçlerini radikal bir şekilde silip atan, “kralın kafasını kesen”24 ve böylece radikal ve zararlı bir siyasi yanlış anlama üreten kesinlikle Foucault’dur.

    Biyo-iktidar ve kontrol toplumları kategorileri, tüm egemen iktidar biçimlerini, tüm “iktidar aşırılıklarını” eleştirebilecek yeni bir iktidar anlayışı ortaya koymak istemektedir. Biyopolitik yönetimsellikle ilgilenen bilim, Foucault’nun “ateist bir disiplin… Tanrısız… bütünlüksüz… Egemensiz”25 olarak tanımladığı ekonomi politiktir; o, “egemen bir bakış açısının yalnızca anlamsızlığını değil, aynı zamanda imkansızlığını da göstermeye başlar” ve “bütünleştirilemez bir çokluğun”26 varlığını onaylar. Egemen, fiyatları herhangi bir otoritenin müdahalesiyle değil, yalnızca rekabetin gayrişahsiliği yoluyla belirleyen piyasa örgütlenmesi tarafından ortadan kaldırılır.

    Foucault’nun liberalizme sempati duyup duymaması önemli değildir. Önemli olan, her türlü tekelci güç yoğunlaşmasına kısa devre yaptırarak fiyatları belirleyebilen gayrişahsi bir aygıt olarak piyasa ve rekabet temelinde işleyen ekonomi anlayışının onun iktidar vizyonuyla tutarlı olduğunun farkına varmaktır.

    Biyopolitika ve denetim toplumları teorileri (Hardt ve Negri tarafından tamamen devralınan kategoriler) yalnızca kâr ve güç birikiminin yatay, mikropolitik yayılma hareketini görür. Diğer dinamiği, yani tahakküm ve sömürü ilişkilerinin yatay yayılımını kontrol eden, karar veren ve örgütleyen merkezileştirici dinamiği kavramakta başarısız olur. Aslında, yayılma tekelin hizmetindedir. Bu iki hareket her zaman bir arada var olmuştur. Marx bunu 18. Brumaire‘de zaten anlatmaktadır. Ancak adem-i merkeziyetçilik üzerinde güç ve denetim uygulayan merkezileşmedir. Savaş güçlü bir hakikat aracıdır çünkü bizi eleştirel düşüncenin göz ardı ettiği dinamiği görmeye zorlar.

    Samir Amin süreklilik içinde değişimi vurguluyor. Emperyalizmin yeni bir konfigürasyona sahip olması gibi, tekel de 1973-1975’ten bu yana değişmiştir (Baran ve Sweezy’nin tanımladığı gibi). Bu bağlamda, “genelleşmiş tekel”den söz eder, çünkü toprağa ve gezegene yayılmış her üretken unsur tekeller tarafından kontrol edilmekte ve ele geçirilmektedir. Herhangi bir özerk, bağımsız girişime yer kalmamıştır. Tarım örneğini ele alalım: “Bağımsız” çiftçiler aslında üretim akışının hem üst başında hem de alt başında tekellere bağımlıdır. Ekim aşamasında, tohum, kredi, üretim türü vb. için tekellere bağımlıdırlar; hasat aşamasında ise, ürünlerin satışı fiyatları belirleyen dağıtım tekellerinin elindedir. Biyopolitikanın iddialarının aksine, piyasa, fiyatları içkin bir şekilde belirlemez. Her sektör için -enerji, gıda, finansal varlıklar vb.- fiyatlar, pandeminin hemen ardından küresel ölçekte bir kâr enflasyonuna neden olan az sayıda şirket tarafından belirlenmektedir. Fiyatlar “arz ve talebin” değil, rant spekülasyonunun bir fonksiyonudur (bkz. 26 Ağustos 2022’de, gerçek talepte minimum değişiklikle karşılaşıldığında fiyatları on katına çıkaran spekülatif türevlerin faaliyet gösterdiği Amsterdam gaz “piyasası”).

    Samir Amin böylece üretimin merkezileşmesinin gelişimindeki yeni bir aşamayı tekrar inşa ediyor. Ancak 2008 krizinden bu yana, endüstriyel tekel için hayal bile edilemeyecek yeni bir tekelci merkezileşme gelişti. Amerikan, Avrupalı ve küresel tasarruf hesaplarını toplayan ve bunları ya Amerikan borçlarına ya da (yine Amerikan) finansal varlıklarına yatıran çok az sayıda emeklilik ve yatırım fonu, şimdi 55 trilyon dolarlık astronomik bir toplamı, anlamını ve işlevini yakında göreceğimiz bir kütleyi elde tutuyor.

    Egemen iktidar “öldürme ve yaşamaya bırakma” hakkını kullanırken, Foucault’ya göre egemenin ortadan kaldırılması, yeni bir hakkı, “yaşatma ve ölmeye bırakma” hakkını kullanan olumlu bir yönetime, onu “çoğaltma” yeteneğine sahip bir “yaşamı yönetme” tekniğine açılır. İktidarın bu yeni boyutu bizi bir anlamda kapitalizmin ya da en azından 19. yüzyılda ürettiği etkilerin dışına çıkarır. Artık sorunumuz, aynı anda hem bazılarının zenginliğini hem de pek çok kişinin sefaletini yaratan kârın üretimi olmayacaktır. Bugün sorun kârdan ziyade bedenler üzerinde uygulanan “çok fazla güç”, öznellik üzerindeki tahakkümün aşırılığıdır. Karşısında kendimizi savunmamız gereken şey “iktidarın bu tür etkileridir. Örneğin tıp mesleği, öncelikle kâr getiren bir girişim olduğu için değil, insanların bedenleri, sağlıkları, yaşamları ve ölümleri üzerinde denetimsiz bir güç uyguladığı için eleştirilmektedir.”27

    Fransız filozofun yeni kategorilerinin yetersizliğini tam da biyopolitik eylemin mükemmel örneği olan tıpla ilgili olarak gözlemleyebiliriz. Yakın zamanda Luigi Mangione, United Healthcare (UHC) CEO’su Brian Thompson’ı vurmakla suçlandı ve refah devletine karşı bir savaş atı olan (Fransa’da Foucault’nun yakın işbirlikçisi François Ewald tarafından savunulan) özel sigorta tartışmasını yeniden merkez sahneye taşıdı. Biyo-iktidar, yaşam güçlerinin sorumluluğunu üstlenerek, “onları engellemek, boyun eğdirmek ya da yok etmek yerine… onları büyütmeyi ve düzenlemeyi amaçlayacaktı.”28 Tüm bunların yerine, Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlık sigortası şirketlerinin tek ve biricik amacı, kelimenin tam anlamıyla gerekli bakımlarını reddettikleri poliçe sahiplerinin sırtından elde ettikleri kârdır. Nitekim 2023 yılında United Healthcare, hastalardan, doktorlardan ve hemşirelerden gasp edilen ve hissedarların cebine aktarılan yirmi iki milyar dolar kâr elde etti. Mangione ulusal bir kahraman haline geldi (insanlar savunması için para topluyor, adliye önünde seferber oluyor, sosyal medyada onu savunuyor) çünkü Amerikan vatandaşları, eğer paraları varsa, son derece düşük kaliteli bir hizmeti pahalıya alıyorlar. Eğer paraları yoksa, hiçbir hizmet alamıyorlar. Ortalama yaşam süresi açısından 46. sırada yer alan Amerika Birleşik Devletleri’nin sağlık harcamaları Avrupa’nın iki katıdır ve bu harcamaların tamamı yıllık rantlara dönüştürülmektedir. Ancak belirleyici faktör, ilk 10 sigorta şirketinin %20 ila %25’ini elinde bulunduran emeklilik fonları üzerindeki mali tekelin oynadığı roldür. United Healthcare’in başlıca hissedarları varlık yönetimi devleri Vanguard (%9 hisse), BlackRock (%8) ve Fidelity’dir (%5,2).

    Fiyatları piyasa değil tekeller belirler, tıpkı “sigortalılar” için teminat politikalarına karar verdikleri gibi. Deleuze’ün hastaneyi bir zamanlar kapalı olan ve açılan, bunun sonucunda da  bakım yöntemini değiştiren (“semt klinikleri, ayakta tedavi klinikleri ve evde bakım”) bir yapı olarak tanımlaması, sorunun mali yönünü kavramamaktadır ki kapitalist açgözlülük için önem taşıyan tek gerçek sorun budur ve yeni tedavi yöntemi de sonuç olarak maliyetleri düşürmek üzere tasarlanmıştır.29

    Foucault biyopolitikasını (1978-1979) ve özne üzerinde yeni iktidar uygulama biçimlerini tanımlarken, kapitalizm ve (Anglo-Amerikan) Devlet, on yıldan uzun bir süredir kendilerini yeniden örgütleyerek eski moda kârı politikalarının merkezine geri koyuyorlardı. Öyle ki o eski moda kâr kesinlikle ordo-liberal veya neoliberal piyasa tarafından değil, tekrar tekrar -her zaman ve her durumda- ekonomik tekel, yürütme gücü üzerindeki tekel, askeri güç kullanımı üzerindeki tekel tarafından garanti altına alınmaktaydı.

    Egemen tekelci eylemin geçersiz kılınması, iktidarın merkezileşmesinin ve dikeyliğinin yadsınması, iktidar kavramı için de aynı derecede zararlı sonuçlar doğurur çünkü bu kavram radikal bir şekilde pasifize olur. Foucault şöyle yazar: “Bir iktidar ilişkisini tanımlayan şey, onun doğrudan ve dolaysız olarak başkaları üzerinde eylemde bulunmayan bir eylem tarzı olmasıdır. Bunun yerine, onların eylemleri üzerinde eylemde bulunur: bir eylem üzerinde, mevcut eylemler üzerinde ya da şimdiki zamanda veya gelecekte ortaya çıkabilecek olanlar üzerine bir eylem.”30 Oysa “bir şiddet ilişkisi bir beden ya da şeyler üzerinde eylemde bulunur; zorlar, büker, çarmıha gerer, yok eder ya da tüm olasılıklara kapıyı kapatır.”31 İktidarın etkiye, “etkileme gücüne” ve “etkilenmeye” (Deleuze) indirgenmesi son derece tehlikeli ve sorumsuzcadır. Bu şekilde fiziksel şiddet de ortadan kaldırılmış olur ki, oysa, şeylerin ve kişilerin yok edilmesi ile birlikte tüm gezegende ölümcül bir metastaz gibi çoğalmaya devam etmektedir. Fiziksel şiddet tekeli, “yaşatma”nın biyoiktidarı tarafından asla sarsılmaksızın süregiden soykırımda, “öldürme hakkı”nın en yüksek ifadesini bulur.Foucault bu olasılığa izin verir, ancak doğru nedenlerle değil: “Eğer soykırım gerçekten de modern güçlerin rüyasıysa, bunun nedeni antik öldürme hakkının yakın zamanda geri gelmiş olması değildir; bunun nedeni iktidarın yaşam, tür, ırk ve büyük ölçekli nüfus olguları düzeyinde konumlanmış ve uygulanıyor olmasıdır.”32 Savaşın, iç savaşın, yağmanın, tahakkümün, soykırımın ve çağdaş ırk savaşlarının temeli, dün olduğu gibi bugün de kolektif emperyalizmin kâr hırsına ve iktidar istemine dayanmaktadır. İktidarın hakikati, refah devletini ve onun “yaşatma” kapasitesini yok eden, onu özelleştiren ve harcamalarını Batılı hissedarların refahı için silahlara yönlendiren savaş rejiminde verilmektedir.

    Egemen kimdir? Kâr ve strateji

    “Kolektif emperyalizm” kavramı, çağdaş devletin doğasını ve kapitalizmle (finansallaşmış tekel) ilişkisini analiz etmemizi sağlar. Yeni emperyalizm, devletler arasında bir farklılaşmaya yol açmaktadır. Bazıları egemenliklerini, ekonomik güçlerini ve askeri güçlerini pekiştirip “geniş alanlara” hükmederken (ABD, Rusya, Çin), Avrupa Devletleri gibi diğerleri sınırlı bile denemeyecek bir egemenliğe sahip olup her açıdan seçilmemiş Avrupa Komisyonu’na tabidir ve bu komisyon da doğrudan merkezden, yani ABD’den emir almaktadır. Deleuze ve Guattari, kolektif emperyalizm kavramını hiç kullanmadan eşitsiz mübadele ve bağımlılık teorisinden (özellikle Samir Amin’in versiyonundan) geniş ölçüde yararlansalar da, devletleri hâlâ ulus-devlet kavramı temelinde ayrıştırmaktadırlar, teorik çerçevelerinin tümünün zayıflığı da buradan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık Hardt ve Negri, farklı ama yine de büyük bir teorik zayıflığı -hiçbir zaman var olmamış bir emperyal egemenliği- duyururken, Ulus-Devletin sonunu ilan ederler. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu yana geçerli olan, ABD’nin sınırlı egemenliğe sahip devletler üzerindeki tek taraflı egemenliğidir.

    Deleuze ve Guattari ile Hardt ve Negri’de (Foucault “kralın kafasını kesmiştir”) bulduğumuz Devlet kavrayışının sınırlılıkları, sermayeyi sürekli olarak kendi sınırlarını aşma ve ulus-devletin sınırlarından kaçma eğiliminde olan kozmopolit bir güç olarak kavramalarında yatmaktadır. Sermaye “yalnızca içkin sınırları bilen bir güçtür”, ancak Kuzey Akım2 gibi bir boru hattını sabote etmek ve (Avrupa’da) bütün bir ekonomiyi sallantıda bırakmak için gereken tek şey savaştır (siyasi bir karar). Kolektif emperyalizmin yaptırım ya da gümrük vergisi (başka bir siyasi karar) uygulaması, bütün bir nüfusun aç kalması ya da yok olması (Irak, Küba, Suriye, vb.) için yeterlidir. Piyasanın içkin mantığının sessizliğe gömülmesi için Amerikan hükümetinin belirli teknolojilerin Çin’e gönderilmemesi gerektiğine karar vermesi yeterlidir. Küresel pazar, sermayenin sınırlarının “üretim tarzına” içkin olmadığını, tamamen siyasi olduğunu ortaya koyuyor. Çin devleti, yabancı sermayenin ülkeye girmesini ve yağmalamasını engelleyerek sermayenin en yersiz-yurtsuz ve en soyut biçimi olan finansı siyasi olarak denetleme yeteneğine sahip gibi görünüyor. Ancak daha Trente Glorieuses (Görkemli Otuz Yıl) döneminde finansın “kozmopolit” gücü ulus-devletlerin siyasi gücüne tabiydi. Eğer bu kısıtlamalardan kurtulduysa, tek nedeni -kendi özü ya da her türlü sınırı aşmaya yönelik içkin yeteneği değil- onu yeniden ekonominin merkezine yerleştiren tamamen siyasi bir iradedir.

    Devlet ve sermayenin “ontolojik” olarak ayrılması Hardt ve Negri tarafından daha da şiddetlendirilmiştir. Onlar için emperyalizm ve devlet sermayenin gelişimini engellemektedir – imparatorluğun gerekliliği de buradan kaynaklanır: “Modern egemenliğin aşkınlığı bu nedenle sermayenin içkinliğiyle çatışmaktadır.”33 Her ikisi de, farklı şekillerde olsa bile, üretim ve ticaretin pürüzsüz alanı ile devlet-temelli egemenliklerin yivli alanını birbirine karşı çıkarır gibi görünmektedir. Gerçekte, sermayenin dinamiği devlet olmadan düşünülemez; bu ikisi aşkınlıkla içkinlik ilişkisindeki gibi karşıt değildir; “kibar ticaret” savaşı ortadan kaldırmaz; mübadele ve piyasa da hukuk olmadan işleyemez. Özerk bir birikimi teşvik etmek veya engellemek için kendi ekonomik yasaları ve egemenliği ile araçsal müdahalede bulunan bir “üretim biçimi” yoktur. Devlet ve sermaye her zaman ortak bir makine oluşturmuşlardır ve bu makinenin koordinasyonu/rekabeti Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana daha da derinleşmiştir.

    Eğer Foucault’nun inandığı gibi ekonomi “kralın kafasını kesmiş” değilse, o zaman şunu sormalıyız: Bugün egemen olan kimdir? Devlet ile sermaye arasında kurulmakta olan ilişkiyi Agamben’in Homo Sacer adlı eserinde sunulan teoriyi -ki Foucault’nun biyopolitikasını Schmitt’in istisna hali teorisiyle birleştirmeye çalışır- sınayarak keşfetmeye çalışalım. Egemenin istisna haline karar veren kişi olduğu doğruysa, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana artık Schmitt ve Agamben tarafından kavramsallaştırılan gerçekliklere karşılık gelmiyor gibi görünen egemen ve istisna hali tanımlarını sorunsallaştırmalıyız.

    İstisna hali artık Agamben’in ona verdiği tanımla -egemenin hukuk sistemini yeniden yapılandırmak için hukuk normunu askıya aldığı bir durum- sınırlandırılamaz. Daha Weimar Cumhuriyeti’nde, istisna hali sadece kapitalist gelişmeyi, kitlelerin siyasete akınını ve bunun getirdiği devrim olasılığını, sınıf mücadelesini ve bundan kaynaklanan devlet krizlerini, sömürgeci yağma uğruna emperyalist savaşı içerebilir ve bunlardan ileri gelebilirdi: istisna hali, yeni dünya düzeninin tanımlanması için gerekli bir koşul olarak tüm normların (üretim, hukuk, politika) askıya alınmasıyla ilgilidir ve sadece pandemi gibi “acil durumlar” için geçerli değildir. Bu karar, Schmitt’in ölümüne hayıflandığı devletin -partiler üstü devlet, “toplumdan” ayrılmış devlet, ekonomiden bağımsız devlet, sınıf mücadelesinin hakemi olarak devlet- yetki ve işlevlerinin ötesine geçen, aynı anda siyasi, devletsel, ekonomik ve askeri nitelikte olan bir gerçekliği etkilemelidir. Devlet, egemenliğin bu yeni boyutunda aktörlerden yalnızca biridir. Bu durum geçtiğimiz yüzyılda giderek daha açık hale gelmiştir.

    Yeryüzünün nomosu kavramı, istisna halinin çağdaş gerçekliğini kavramaya daha elverişlidir çünkü kapitalist tahakkümün temeli olan küresel boyutu ve merkez/çevre ayrımını dikkate alır – ki bu durum ulus-devletlerin kendi içindeki olağanüstü hal uygulamasından oldukça farklıdır. Schmitt’in tüm düzenlerin kökenine yerleştirdiği üçleme belki daha da kesindir: alma, bölme, üretme. “Alma” (savaş, fetih savaşları, boyun eğdirme savaşları ve bunları mümkün kılan devlet askeri sistemi), “bölme” (hukuk, özel mülkiyet) ve “üretme” (ekonomik güç) birbirleriyle üst üste binmiştir. Marksist bir bakış açısıyla, istisna halini süregiden bir “ilkel birikim” ânı olarak düşünebiliriz.

    Schmitt’in egemeni, Agamben tarafından ele alındığı şekliyle, istisna hali aracılığıyla “hukukun kendi geçerliliği için ihtiyaç duyduğu durumu yaratır ve garanti altına alır.”34 Oysa kendimizi içinde bulduğumuz istisna hali konumu, Amerikan emperyalizmi tarafından kendi hegemonyasının yeniden üretilebileceği yeni bir düzen kurmak için uzun zaman önce hazırlanmıştır; üstelik bu egemen, Agamben’in teorisindeki biyopolitik bedeni üreten egemene uzaktan bile benzememektedir ve amacı hukuku garanti altına almak değil, yeni bir dünya düzeni kurmaktır.

    Daha açık olmak gerekirse: şu anda içine atıldığımız savaş durumuna -yeni ve hayali bir Amerikan yüzyılının yeniden yapılandırılması için vazgeçilmez olan bir duruma- karar veren egemen kimdir? Kesinlikle Schmittçi ya da Agambenci Devlet değil! “Egemen”, birbirleriyle eşgüdüm sağlayarak, birbirleriyle çatışarak, hatta birbirlerine karşı koyarak ABD için “varoluşsal” kararlar (yaşam ve ölümle ilgili kararlar) alan bir dizi güç merkezinden oluşuyor: seçilmiş yetkililerin derin devlet yetkilileri kadar önemli olduğu federal devlet; doları (Yankee emperyalizminin en önemli “ürünü”) kontrol eden Federal Rezerv; önemli likiditeleri yöneten sanayi tekelleri ve Amerikalı finansörler (savaşla birlikte finansın da para gibi bir milliyeti olduğunu keşfediyoruz!); onun gücü olmadan hiçbir siyasi ve parasal düzenin de olmayacağı Pentagon; kesenin (yani yırtıcılığın) iplerini elinde tutan Wall Street; farklı farklı (her biri diğerinden daha gerici) vakıflar; silah, emlak ve finans lobileri – ki Orta Doğu’da istikrarsızlığın süregitmesi için Siyonist lobinin de aralarında bulunması vazgeçilmezdir. “Karar”, artık devletin paylaşılmaz tekelinde olmayan bir karar, ancak bu şok/koordinasyon içinde ortaya çıkabilir. Schmitt tarafından ağıt yakılan, Agamben tarafından sağlığına kavuşturulan devlet, en azından Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana var olmamıştır.

    Egemen – hâlâ Schmitt’e göre ve Agamben tarafından yeniden ele alınışıyla – sadece istisna durumunu yaratmakla ve güvence altına almakla kalmaz, fakat “normalliğe de kesin olarak karar verir”, yani yeni normların, yeni güç ilişkilerinin ve yeni bir dünya düzeninin kurulma koşulu olan, durumun yeterince normalleşmiş olarak kabul edilebileceği âna da o karar verir. Amerikan egemeni kendi başına herhangi bir “normallik” kararı vermez, çünkü stratejisi, saltanatının gerek şartı olarak, sürekli istikrarsızlaştırma, bölünme tohumları eken kaostur. Küresel iç savaşın sürekli teşvik edilmesi normal durum haline gelmiştir. Ortadoğu, istikrarsızlaştırıcı bir Yanki normalliğinin deneme alanıdır (Irak, Libya, Afganistan, Suriye) – Rusya ile savaşın şimdi de Avrupa’da da tesis ettiği bir normallik.

    Rusya ile savaşın ne zaman biteceğine kim karar veriyor? “Egemen”. Onu oluşturan çok katmanlılığı işte tam da bu soruyla bağlantılı olarak kavrayabiliriz. Şu anda devlet, finans ve Federal Rezerv içinde karşı karşıya gelen farklı çıkar gruplarının izlediği farklı stratejilere yanıt vermek için en iyi çözümü seçme konusunda farklı güç merkezleri arasında şiddetli bir siyasi çekişme var.

    Daha genel olarak, devletten ayrı bir “üretim tarzı” tasavvur etmenin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Devletsiz sermaye olmaz; devletin egemen ve askeri boyutu üretimin kurucusudur. Dahası, yeni post-Schmittçi egemenlik sermayesiz var olamaz: Amerikan kapitalist birikimi, uçsuz bucaksız mali açığıyla, devletin dolar üzerindeki gücü olmadan, onu destekleyen şiddet tekelini kullanmadan kendini nasıl yeniden üretebilir? Peki ya devletin kendisi, dünyanın dört bir yanındaki değeri ele geçirmeye yönelik mali kapasitesi olmadan ayakta kalabilir mi? Değilse, ordularını ve 800 askeri üssünü, cihatçıları, hükûmet darbelerini (Ukrayna) ve elit “kompradorların” yolsuzluklarını finanse etmeye başka nasıl devam edebilir?

    Deleuze ve Guattari sermayenin içkin dinamiğini aksiyomatik [izahtan vareste] bir şey olarak tanımlar. Ben kâr ve yıllık rantı öznel (siyasi, ekonomik, askeri, devletsel, sosyal, dini vb.) güçlerin hepsinin rol aldığı bir stratejinin sonucu olarak değerlendirmenin makul olacağını düşünüyorum. Mevcut savaş ve onun ekonomiyle ilişkisi bize -ya da her kim görmek isterse ona- bu stratejinin gerçekliğini gösteriyor. Egemen, Schmitt’in tanımını benimseyecek olursak, stratejiye karar verendir -ki savaş ve istisna hali o stratejinin anlarıdır.

    Savaş ve iç savaş

    Kapitalizmin doğuşu ya da gelişimi savaştan, iç savaştan, nesnelere ve kişilere karşı güç ve fiziksel şiddet kullanımından ayrılamaz. Eleştirel düşünce, politik olanı askeri olandan ve ekonomik olanı savaştan ayırmak gibi kötü bir alışkanlık edinmiştir. Rancière’in felsefesi ve siyaseti bu bakımdan ibretliktir, çünkü barikatın her iki tarafında da güç kullanımından ve iç savaştan eser kalmamıştır. Rancière’de de sadece “polis”i buluruz, asla savaşa ya da iç savaşa rastlamayız.

    Eleştirel düşünceye göre, eski demokrasi “duyumsanabilir olanın paylaşımı” (Rancière), “okur yazarlar arasındaki çekişme” (Foucault, Deleuze), -demokratik kurumların kendileri de hep onun canlanması ile tehdit edildikleri için sürekli savuşturmak zorunda oldukları- iç savaşın örnek bir evcilleştirilmesi (Nicole Loraux) üzerine kuruludur;

    Günümüzün hakikatini piyasa (Foucault) değil savaş oluşturmaktadır, ya da başka bir deyişle, kapitalizmin hakikati aslında sermaye, devlet ve savaşın birlikte hareket ettiği küresel pazardır. Küresel ilişkileri denetleyen ve ihlal eden Amerika Birleşik Devletleri’nin gücünü Pentagon olmadan düşünebilir miyiz? İnsanlık tarihinin en güçlü ordusu olmadan? Onların ekonomik ve siyasi gücü, 1945’ten bu yana kesintisiz olarak sürdürdükleri savaşı hemen akla getirmektedir. Başkan Mao, Çin’de sivil ve askeri olanlar arasında aşılmaz bir duvar bulunmadığını ileri sürmüştür. Birinden diğerine geçiş her zaman mümkündü ve hayli vahşice gerçekleştirilebilirdi: Barış üzerine kurulu bir Avrupa’nın egemen sınıflarının, medyasının ve politikacılarının savaşa geçme hızları, kolektif emperyalizmin merkezinde ve vasalları arasında farklı şekillerde de olsa, savaşın siyasetle zamandaş olduğunu göstermektedir.

    20. yüzyıldan bu yana savaş, devletler ve sınıflar arasındaki çelişkileri çözmenin bir aracı olmaktan çok daha fazlası haline gelmiştir. Aynı zamanda doğrudan ekonomik bir işlev sahibi de olmuştur, çünkü bir zamanlar büyük icatların (buhar makinesi, demiryolları, otomobiller) oynadığı rolü oynamaktadır. Silahlanma harcamaları, ekonomik döngülerin uyarılmasında ve denetiminde kalıcı bir unsur haline gelmiştir (Kalecki). Amerika Birleşik Devletleri 1929 krizinden ancak İkinci Dünya Savaşı sayesinde çıkabilmişti. Savaştan sonraki olağanüstü büyüme oranı ve kâr oranı, iki dünya savaşının muazzam yıkımının ardından Avrupa’nın yeniden inşasının sonucuydu.

    Gerçek talep yalnızca refah harcamalarına indirgenemez, çünkü siyasi açıdan önemli olan bileşen askeri harcamalardır. Bu nedenle James O’Connor 1970’lerde refahtan değil savaş/refah bileşiminden söz etmiştir:

    Özetle, hem refah harcamaları hem de savaş harcamaları iki yönlü bir yapıya sahiptir: Refah sisteminin işlevi yalnızca fazla nüfusu siyasi olarak denetlemek değil, aynı zamanda talebi ve iç pazarları genişletmektir. Savaş sistemi sadece yabancı rakipleri sindirmekle ve dünya devriminin gelişmesini engellemekle (böylece emek gücünü, ham maddeleri ve pazarları kapitalist yörüngede tutmakla) kalmaz, aynı zamanda iç ekonomik durgunluğu da atlatmaya yardımcı olur. Bu nedenle ulusal hükümeti savaş-refah devleti olarak tanımlıyoruz.35

    Güncel olayları açıklamak için diğerlerini üzerine inşa edeceğimiz kavram, sivil olan ile askeri olanın eşzamanlılığını ve tersyüz edilebilirliğini anlamamızı sağlayan “savaş/refah” kavramı gibi görünüyor.

    Ordu sadece askeri değil, aynı zamanda “sivil” bir işleve de sahiptir. Bir boyuttan diğerine geçiş sorun teşkil etmez. Pentagon İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana “büyük bilimi” örgütlemiştir ve, GAFAM’ın (Google, Amazon, Facebook, Apple ve Microsoft) çok ötesinde, teknolojik ve bilimsel araştırma ve geliştirmenin kalbinin attığı yerdir. Başta dijital ağlar olmak üzere tüm teknolojilerimizin askeri bir kökeni vardır.

    Böylece sadece Clausewitz’in ünlü sözünü (“Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır”) değil, aynı zamanda Foucault ve Deleuze/Guattari tarafından ortaya konan tersini de (“Siyaset, savaşın başka araçlarla devamıdır”) sorguluyoruz; ki orada savaş ve siyaset, savaş ve ekonomi kronolojik olarak birbirini takip etmektedir.36 Siyaset ve savaş birbirinden ayrılamaz. Bu iki kavram arasındaki ayrım Prusyalı generalin yazdığı dönemde (19. yüzyıl) doğruydu, ancak bugün artık öyle değil.

    Eleştirel düşünce savaşı asla kapitalizmin yapısal bir koşulu saymayıp duruma bağlı olarak ele aldığı gibi, aksine, iç savaşı da tamamen görmezden geliyor. Bunun istisnası, 1971-1975 yılları arasında birkaç yıl boyunca iç savaşı iktidar ilişkilerinin hakiki modeli haline getirmeye çalışan Foucault’dur. Sadece biyo-iktidarın yönetimselliği ve daha sonra öznelleştirme süreçleri uğruna bu projeyi çabucak terk etmekle kalmadı, fakat insanlar onun hangi iç savaştan bahsettiğini de hiçbir zaman gerçekten anlamadı.

    Foucault, iç savaş kavramını tanıttığı 1973 tarihli Cezalandırıcı Toplum adlı kitabında, kitabı oluşturan derslerin 1823 ile 1848 yılları arasındaki Fransız toplumuna odaklandığını ileri sürer. Tuhaf ama teorisiyle tutarlı bir şekilde, 1848’de patlak veren gerçek Avrupa iç savaşı hakkında tek bir kelime bile etmez. O, tam da bu dönemde, 1830 ile 1848 arasında, Avrupa’da her şeyin çöktüğü gerçeğinden habersiz görünür. Schmitt ise, tam tersine, hem siyasi düzeyde (kitleler — Tronti’nin deyimiyle “proletarya aslanı” — küresel bir mücadeleye atıldı ve bir daha da vazgeçmedi) hem de teorik düzeyde her şeyin çöktüğünü belirtecekti. Almanya’da, Hegel’in 1831’de ölümünün ardından, Batılı temellerin (kapitalizm, devlet, Hıristiyanlık, felsefe) eleştiri meşalesi tutuşturuldu (Feuerbach, Sol Hegelciler, Stirner, vb.). Bundan, 20. yüzyılın muzaffer devrimlerine rehberlik edecek olan Marksizm doğacaktı. Foucault sadece 19. yüzyılın en önemli iç savaşı olan Paris Komünü’nü değil, aynı zamanda iki dünya savaşını karakterize eden Avrupa iç savaşlarını da değerlendirmekten kaçınıyor; tıpkı dünyayı siyasi, ekonomik ve askeri düzeylerde tamamen yeniden yapılandıran Sovyet devriminin yol açtığı küresel iç savaşları görmezden geldiği gibi. O halde 1971 ile 1975 yılları arasında hangi iç savaştan bahsediyor? Kim ve kimler arasında? Bunu söylemek mümkün değil. Sonunda bu kavramdan vazgeçiyor.

    Agamben’in egemen güç tasarımına göre uygulanan kapsayıcı dışlama ilişkisi, Rancière’deki “duyumsanabilir olanın paylaşımı” gibi, Foucault’nun akıl/delilik, normal/anormal, patolojik/sağlıklı vb. arasındaki bölünmeyi dikkate aldığı aynı ilkeye göre işlemektedir. Onlar birbirini düşman olarak tanımlayabilen iki kampın ortaya çıktığı bir kopuşu belirleyen sınıf mücadelesinin aksine, şimdiki zamanla radikal bir kopuşa temel olmaları imkânsız iktidar ilişkilerini adlandırırlar.

    Deleuze ve Guattari mikropolitik boyutun makropolitik olana geçmemesi halinde, en ufak bir etkileyicilikten yoksun kalmak bakımından, “var olmadığı”nı ileri sürerler ki bu savaşla tam olarak gerçekleşir ve kendi teorilerini ilgilendirir, çünkü makropolitika da bu geçiş de hiçbir zaman doğru dürüst tanımlanmamıştır. Az ya da çok açık sınıf mücadelesiyle karakterize edilen kapitalizmin makropolitik rejiminde, “ve…ve” hiçbir şekilde mümkün değildir.

    Foucault’nun, onu sorumsuzca bir umursamazlıkla kabul etmeye hevesli yeni hareketlere intihar niteliğindeki öğretisi, daha 1978’de, iki boyutu birbirinden ayıran mevcut siyasi felaketi teşvik etmişti: “Küresel ya da radikal olduğunu iddia eden tüm projelere sırtınızı dönün” ve, buna karşılık, “var olma ve düşünme biçimlerimizi, otoriteyle ilişkilerimizi, cinsiyetler arasındaki ilişkileri, deliliği ya da hastalığı algılama biçimimizi” ilgilendiren “bu kısmi dönüşümleri bile” tercih edin.37

    Güç dengesinin hakikatini siyaset, ekonomi ve savaşın oluşturduğu bu küresel ve radikal boyutu (dünya pazarı) ortadan kaldırırsak, bir mikropolitika ya da iktidarın mikrofiziği olasılığını bile yitirdiğimiz çağdaş siyasi iktidarsızlığa ulaşırız. Marx, şimdiki teorik körlükten kaçınarak, eyleme geçmenin (öznelliğin kendi kendisiyle ilişkisini dönüştürmek) ve yapmanın (dünyanın güç dengesini dönüştürmek) aynı devrimci pratiğin anları olduğunu düşünür: “Koşulları değiştirmekle insan faaliyetini ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve rasyonel bir şekilde anlaşılabilir.”38

    Alain Badiou, 20. yüzyıl devrimlerinin sınırlılıklarının onları üreten koşullarda, yani savaşlarda yattığını düşünüyor. Siyaset ve örgütlenme biçimini dayatan şey savaştır. Dolayısıyla, askeri eylemi de gerektiren savaşı ve iç savaşı dışarı atıyor; gelgelelim, 20. yüzyıl devrimleriyle aynı hedeflerin hangi stratejilerle takip edilebileceğini asla açıklamıyor.

    Onun siyaset anlayışında “önemli olan güç dengesi değildir”. Badiou, devrimlere en iyi şekilde hizmet eden [fait la fortune des] tüm kavramları (strateji, taktik, saldırı, savunma, seferberlik, vb.) reddeder. Ona göre, “antagonizma” kavramının geçerliliğini bile sorgulamalıyız. “Adaleti ve eşitliği koruyan ve uygulayan, yine barış zamanı varsayımına dayanan ve bir felaketi boşuna beklemeyen…radikal bir siyaset nedir?”39 Bunu asla bilemeyeceğiz.

    Eleştirel Batı düşüncesi bir bütün olarak 1970’lerde sermayenin ve (Anglo-Amerikan) devletin stratejisini anlamakta başarısız olmuş ve böylece çıkmaz sokaklara girmiştir. Negri, Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla adlı eserinin 1968’i tercüme ettiğini iddia etmektedir. Ancak daha 1960’ların sonunda, bu “tuhaf devrimi” kolayca engelleyen bir karşı devrim patlak vermişti. Kitabın yayımlandığı 1980 yılında hem proletarya hem de güç dengeleri derinden değişmişti. Foucault 1978’te “sonsuza kadar açık bir tarih” ve “iktidar mekanizmalarının görünüşte sonsuz bir istikrarsızlaşması” teorisini ortaya atmıştı, ki bu olanların tam tersiydi.40 Negri’nin “Spinoza”sı, yenilgisine rağmen devrimin “ontolojik”41 devamını ilan eder – kapitalizm tarihindeki en zayıf, en örgütsüz ve yönünü şaşırmış proletaryanın geri döndürülemez bir iktidar ifadesi düzeyine yükseltildiği bir devam. 1979’da, başlamasından on yıl sonra, karşı devrimin ilk aşaması olan doğrudan karşı karşıya geliş [choc frontal] Fed’in spekülatif faiz artırımıyla sona erdirildi, böylece devrimin yenilgisi onaylandı ve Amerikan ekonomisinin “büyük borç” temelinde finansallaştırılmasına yönelik siyasi strateji kutlandı, ki Marksistler ve eleştirel düşünürler arasında yalnızca Paul Sweezy’nin tam olarak anladığı bir yaklaşımdı bu.

    Güncel durum, eleştirel düşüncenin çıkmazlarının ötesinde, kendisini bir kez daha olası bir Leninist moment olarak sunmaktadır. Çatışmaların ve potansiyel kopuşların “güçlü bir hızlandırıcısı”42 olarak hareket eden hâlâ savaştır. Ancak Mao’nun, emperyalistlerin kendi stratejilerine göre yürütmekte ısrar ettikleri dünya savaşlarının devrimci sonucuna duyduğu güven, düşmanın “zihin açıklığı”ndan, inatçılığından, kararlılığından ve sınıf nefretinden yoksun olan, o nedenle herhangi bir stratejiye sahip olmayan Batılı eleştirel düşünceye anlaşılmaz gelir.


    * Ill Will‘in notu: Bu metin, savaş üzerine yakın zamanda yayımlanan üç kitaptan (Savaş mı Devrim mi, 2023; Savaş ve Para, 2023; Küresel İç Savaş?, 2024) oluşan “döngünün” sonunda yazılmıştır. İtalyan filozof Maurizio Lazzarato, bu üç kitapta güncel olayların baskısıyla çok hızlı bir şekilde ele alınan bir dizi kavramı -emperyalizm, tekel ve savaş- açıklığa kavuşturmaya çalışıyor. Bu makale, daha yakın zamanda yayımlanan “Neden Savaş?” [Türkçesi için bkz. Textum ve SH] ve “Yeni Bir Dünya Düzeninin Politik Koşulları” [ bkz. Textum ve SH, farklı bir çeviri için bkz. Heimatlos] makalelerinde geliştirilen tutumlarla birlikte verimli bir şekilde okunabilir.

    ** SH’nin notu: Yazının özgün İtalyanca metni machina-deriveapprodi.com sitesinde 24 Şubat 2025’ten itibaren üç bölüm halinde yayımlandı. İngilizce çevirisi ise Ill Will‘de 22 Nisan’dan beri yer alıyor. Harun Turgan bu ikinci kaynaktan çevirdi, Mehmet Ali Ayan gözden geçirdi (Daha önce yapılmış bir başka çevirisi de var; bkz. “Eleştirel Batı Düşüncesinin Açmazları”, çev. Sinem Özer, Otonom). Ana görsel ise Mladen Stilinović’in Exploitation of the Dead, 1984 adlı tablosundan alınmıştır.


    Dipnotlar
    1. Mao Zedong, “On the Correct Handling of Contradictions among the People” [“Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine”, Seçme Eserler, c. V, Kaynak Yayınları, 1993, s. 418-457] ↩︎
    2. İşçi Davası, Rusya’da “Ekonomistler” olarak bjilinen ve 1903 Kongresinde Menşeviklerle birlikte hareket eden sağ sosyal demokratların sözcülüğünü yapan sosyalist gazete (1899-1902) ↩︎
    3. Ne Yapmalı, Sol Yayınları, 1968, s. 28 ↩︎
    4. Kapitalizmin Avrupa-merkezli bakış açılarına dayalı her postmodern tanımında (bilişsel, göstergebilimsel, biyopolitik, nöronal kapitalizm, platform kapitalizmi, yeniden-üretim kapitalizmi vb.) bu üç kategori eksiktir. Dolayısıyla o tanımlar ne olup bittiğini anlamak için pek işe yaramazlar. ↩︎
    5. Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Harvard University Press, 2000, xii-xiv [İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 17-22] ↩︎
    6. Hardt ve Negri, Empire, xiii. [“En önemlisi, üç dünya (Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya) uzamsal bölünmeleri öyle bir karıştı ki, sürekli olarak Birinci Dünya’yı Üçüncü Dünya’da, Üçüncü Dünya’yı Birinci Dünya’da görüyoruz; İkinci Dünya’nın yerindeyse yeller esiyor.” İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 18]. ↩︎
    7. Hardt ve Negri, Empire, 9. [İmparatorluk, s. 33] ↩︎
    8. Hardt ve Negri, Empire, 13. ↩︎
    9. Hardt ve Negri, Empire, 189. ↩︎
    10. Gilles Deleuze ve Félix Guattari, A Thousand Plateaus, trans. Brian Massumi, University of Minnesota Press, 1987, 467. [Bin Yayla, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 1990.] ↩︎
    11. Hardt ve Negri, Empire, 166-7. ↩︎
    12. Hardt ve Negri, Empire, 380. ↩︎
    13. Hardt ve Negri, Empire, 346. ↩︎
    14. Hardt ve Negri, Empire, 366 ↩︎
    15. Hardt ve Negri, Empire, 258 ↩︎
    16. Hardt ve Negri, Empire, 65 ↩︎
    17. Bkz. Samir Amin, “Capitalism, Imperialism, Globalization”,The Political Economy of Imperialism, derleyen R.M. Chilcote, Springer, 1999, 157-168. ↩︎
    18. Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi kavramını geliştirip örgütlenmesini yürütmüş olan elli kadar üst düzey kamıu görevlisinin tavsiyelerine rağmen Rusya karşısında NATO’nun genişlemesi Clinton’ın başkanlığından (1990’lardan) beri her başkan tarafından sürdürülerek sabit kaldı -örneğin Trump’ın göreve başlaması öncesindeki geçiş döneminde Obama Polonya’ya füzeler yerleştirdi. Onlar otuz yıl önce Clinton’a yazdıkları mektupta NATO genişlemesinin terk edilmesini öngörüyorlardı, çünkü şimdi düpedüz gözlerimizin önünde olanı -Avrupa’daki savaşı- öngörüyorlardı. ↩︎
    19. “American way of life” -özgün metinde İngilizce. ↩︎
    20. Güney ülkelerinin gelişmesine yardım gibi sunulan borç, azgelişmişliğin üretilmesinin en önemli kaynağı olagelmiştir, çünkü Güney ülkelerinin sadece borçluluğunu artırmış ve onları bu borçları ödemek için gereken parayı elde etmek üzere maden haklarını, limanlar, iletişim şebekeleri, karayolları gibi altyapıları ve kamu girişimlerini satmaya zorlamıştır. ↩︎
    21. Gilles Deleuze, “Postscript on the Societies of Control*” October  59 (Kış 1992), s. 6. [“Denetim Toplumları Üzerine Ek”, Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk Yayınları, İstanbul, 2006, s. 187-193] ↩︎
    22. Deleuze, “Postscript,” s. 6. ↩︎
    23. Gilles Deleuze, Foucault, trans. Seán Hand, University of Minnesota Press, 1988, 27 [translation modified]. ↩︎
    24. Michel Foucault, Society Must Be Defended: Lectures at the Collège de France, 1975-1976, İngilizceye çeviren David Macey, Picador, 2003, 59.  [krş. Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, YKY, 2002.] ↩︎
    25. Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France, 1978-1979, İngilizceye çeviren Graham Burchell, Palgrave, 2008, 282. [Biyopolitikanın Doğuşu: Collége de France Dersleri (1978-1979), çev. Alican Tayla, yayına hazırlayan Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015] ↩︎
    26. Foucault, The Birth of Biopolitics, 282. ↩︎
    27. Michel Foucault, “The Subject and Power”, Beyond Structuralism and Hermeneutics, derleyen Hubert Dreyfus ve Paul Rabinow, The University of Chicago Press, 1983, 208-226. ↩︎
    28. Michel Foucault, The History of Sexuality,  c.1, İngilizceye çeviren Robert Hurley, 136-137. [Cinselliğin Tarihi I, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2003] ↩︎
    29. Deleuze, “Postscript on the Societies of Control,” 4. ↩︎
    30. Foucault, “The Subject and Power”, Critical Inquiry  8, sayı 4 (1982), 789. ↩︎
    31. Foucault, “The Subject and Power”, 789. ↩︎
    32. Foucault, History of Sexuality, c. 1, 137 ↩︎
    33. Hardt ve Negri, Empire, 327. ↩︎
    34. Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, İngilizceye çeviren Daniel Heller-Roazen, Stanford University Press, 1998, 18. [Kutsal İnsan – Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. ismail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 2020 (4. basım) ↩︎
    35. James O’Connor, The Fiscal Crisis of the State, St. Martin’s Press, 1973, 150-151. ↩︎
    36. Deleuze and Guattari, A Thousand Plateaus, 421. ↩︎
    37. Michel Foucault, “What Is Enlightenment?” , The Foucault Reader, der. Paul Rabinow, Pantheon Books, 1984, 46-47. ↩︎
    38. Karl Marx, “Theses on Feuerbach”. [“Feuerbach Üzerine Tezler“] ↩︎
    39. Alain Badiou, Peut-on penser la politique?, Seuil, 1985, 106. ↩︎
    40. Michel Foucault, “The Analytic Philosophy of Politics” (Tokyo’da 1978’de yapılan konuşma), 18. ↩︎
    41. Hardt ve Negri, Empire, 66. ↩︎
    42. V.I. Lenin, “Letters From Afar, First Letter: The First Stage of the First Revolution,” Pravda  Sayı 14 ve 15 (1917). ↩︎

    Share. Facebook Twitter Pinterest LinkedIn Tumblr Telegram Email

    İlgili İçerikler

    Seçimsiz ve barışsız Türkiye olmaması için

    12 Haziran 2025

    SYKP’li Turgan: Solun örgütsel bir yenilenmeye ihtiyacı var

    11 Haziran 2025

    İşçiler ne yapsın?

    11 Haziran 2025
    Destek Ol
    Yazılar
    Coşkun Özdemir

    NATO’nun çürüyen tahtı; Emperyalizmin hırsızlık imparatorluğu çöküyor mu?

    Mehmet Murat Yıldırım

    Yaban domuzunun günahı ne?

    Zeynel A. Göçer

    Artı Değer Van Spor ve Marx’ın teorisi üzerine mizahi bir deneme

    Siyasi Haber

    Ahmet Saymadi’nin ilk duruşması: “Tutukluluk halinin devamına…”

    Bağlantıda Kalın
    • Facebook
    • Twitter
    Seçtiklerimiz
    Siyasi Haber

    Eleştirel Batı Düşüncesinin Çıkmazları – Maurizio Lazzarato

    Onur Hamzaoğlu

    Seçimsiz ve barışsız Türkiye olmaması için

    Siyasi Haber

    SYKP’li Turgan: Solun örgütsel bir yenilenmeye ihtiyacı var

    Mürüvet Küçük

    İşçiler ne yapsın?

    Güncel Kalın

    E Bültene üye olun gündemden ilk siz haberdar olun.

    Siyasi Haber, “tarafsız” değil “nesnel” olmayı esas alır. Siyasi Haber, işçi ve emekçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler, doğa ve yaşam savunucuları, ezilen etnik ve inançsal topluluklardan yanadır.

    Devletten ve sermayeden bağımsızdır.

    Facebook X (Twitter) YouTube
    EMEK

    İşçiler ne yapsın?

    11 Haziran 2025

    Grev okulundan dersler

    10 Haziran 2025

    İzBB grevinin hatırlattıkları…

    7 Haziran 2025
    KADIN

    Kadının İnsan Hakları Derneği, İstanbul Sözleşmesi’ni AİHM’e taşıdı

    3 Mayıs 2025

    DEM Parti Kadın Meclisi’nden Saadet Partisi’ne ziyaret

    14 Mart 2025

    Kadınlar Taksim’de yasağa rağmen yürüdü: Susmuyor, isyan ediyoruz

    8 Mart 2025
    © 2025 Siyasi Haber. Designed by Fikir Meclisi.
    • Home
    • Buy Now

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.