Geçen sene ABD’nin nadir toprak elementleri (NTE) için alternatif tedarik zincirleri oluşturmak hedefiyle öncülüğünü üstlendiği Mineral Security Partnership forumuna Türkiye’nin de katılmasıyla NTE’ler üzerine bir yazı yazmıştık. Türkiye’nin gündeminde Eskişehir’de keşfedilen 694 milyon tonluk NTE rezervi için işbirliği bulmak vardı. Bölgede şu anda Eti Maden’in işlettiği yıllık 1200 ton üretim kapasitesi olan bir pilot tesis bulunuyor. Türkiye, foruma katıldığı dönemde bir yandan NTE’ler için Çin’le görüşmelere devam ediyordu, henüz bir işbirliği yoktu. Daha sonra NTE’ler konusunda Çin’le mutabakata varıldı. Eskişehir’de keşfedilen rezervin büyüklüğünden ötürü NTE’ler bir süre ülke gündeminde yer edecek gibi duruyor. Zira 8 Eylül’de yayımlanan 2026-2028 döneminin Orta Vadeli Program’ında (OVP) ilk defa potansiyel NTE rezerv alanlarının belirlenmesi ve NTE’lerin ekonomiye kazandırılmasına dair bazı özel maddeler eklendi.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, sanayide daha sık kullanılan metallere kıyasla daha verimli termal, manyetik, optik, katalitik özellik gösteren 17 elemente “nadir toprak elementi” adı veriliyor. “Nadir” ismi de dünya üzerinde az rezervleri bulunduğu için değil bulundukları bölgede düşük konsantrasyonda bulunmalarından geliyor. Mesela en yaygın NTE’lerden seryumun 1 kg’ı için 16 ton kayaç arıtmak gerekiyor. Bu oran, en nadir bulunan NTE’lerden lutesyum için 1/1200. Bu yüzden NTE’ler çıkarıldıktan sonra yoğun bir rafinasyondan geçirilmeleri gerekiyor. Bu süreçte çok fazla miktarda su harcanıyor, işlemin sonunda çok fazla atıkla yüklenmiş su elde kalıyor. NTE’ler hem kapitalizmin yeni dayanaklarından “yeşil teknolojiler” hem de dünya çapında askeri-sanayi kompleksi için önemli bir kaynak. NTE’lerin hem daha “temiz bir doğa” vadeden yeşil teknolojiler için kritik önemde olması hem de çıkarılması ve rafinasyonuyla doğaya zarar vermesi NTE gündeminin ana çelişkisini oluşturuyor.
Ticaret savaşlarıyla birlikte NTE’ler kamuoyunda da daha fazla gündem olmaya başladı. İş Bankası Yayınları “21. Yüzyıl Kitaplığı” adı altında Guillaume Pitron’un yazdığı Nadir Metaller Savaşı: Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü adlı kitabı çevirmiş. Kitabın birkaç teknik makale okuyup ve bazı uluslararası kurumların raporladığı istatistikleri inceleyip öğrenebileceğimiz bilgileri bir araya getirmesinin dışında pek de bir önemi yok. Çünkü tarihsellikten ve üretim ilişkilerinden yoksun bir anlatı sunuyor. Kitap, NTE madenciliğinin sebep olduğu ekolojik kriz üzerinde epeyce durmuş ve bu konuyu dert ediniyor gibi görünse de, Guillaume Pitron madenciliğin ekolojik yıkımından ziyade bu kadar önemli bir alanın üretim zincirinin hem alt hem üst tabakalarına Çin’in hakim olmasını daha tehlikeli buluyor.

Dünyada NTE madenciliğinin yüzde 60’ını Çin gerçekleştiriyor. Çıkan madenlerin işlenip katma değeri yüksek ürün haline getirilmesinin yüzde 90’ını yine Çin yapıyor. Çin düşük işçi ücretleri ve (ekolojik maliyeti hiç önemsemeyerek) düşük maliyetlerle NTE üretimine başlayabildi. Guillaume Pitron buna (eksik bir şekilde) yalnızca ekolojik açıdan bakıyor ve NTE üretiminin Çin’e kaymasının esas sebebinin “Batı’nın madenciliğin ekolojik maliyetini üçüncü dünya ülkelerine yüklemek istemesi” olarak yorumluyor.
19. yüzyılın ortasında dünya maden üretiminin yüzde 60’ı Avrupa’da gerçekleşirken, bu oran günümüzde sadece yüzde 3. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’deki üretimin payı yüzde 40’ken bugün yüzde 5’ten az. Bu yalnızca madencilik sektörünün seyri değil, 60’larda başlayan üretimin küresel Kuzeyden daha düşük maliyetle üretimin yapılabileceği Küresel Güney ülkelerine kayma trendinin bir parçası. 60’lar sonrasında da emperyalist ilişkiler bu çerçevede şekillendi. Düşük ücretli emek sömürüsü küresel Güney’de yoğunlaşarak üretilen artı değer Küresel Kuzey’in uluslararası tekellerine transfer edildi. NTE üretiminin başta Çin ve diğer Küresel Güney ülkelerine kaymış olmasına sadece ekolojik krizi defetme eğilimi olarak bakılırsa, bugün ABD ve Avrupa’nın kendi topraklarını da dahil eden yeni NTE tedarik zincirleri oluşturma çabası doğru anlaşılamaz.
Çin’in NTE üstünlüğü
Böyle kritik bir teknoloji alanında Çin’in bu derece egemen olması gerçekten hem ABD’yi hem de Avrupa’yı telaşlandıran ve hamle yapmaya zorlayan bir durum. Çin’in NTE alanındaki üstünlüğü, ABD’yle ticaret savaşlarında önemli bir kozu. ABD’nin ambargolarına karşı, Çin de bazı kritik madenlerin ABD’ye ihracatını yasaklayarak karşılık verebiliyor. ABD, Meksika ve Tayland gibi üçüncü ülkeler üzerinden bu madenlere erişimi elde etse de, ABD ve Avrupa, Çin’in bu kozunu bir güvenlik sorunu olarak değerlendirip kritik mineralleri alternatif ve daha çeşitli yerlerden tedarik etmenin yollarını arıyorlar. ABD’nin öncülüğünü üstlendiği NTE arz ve talep eden ülkelereden oluşan Mineral Security Partnership bunlardan biri. Avrupa ise 2023 yılında bu kapsamda Kritik Hammaddeler Yasası’nı hazırladı.
Kritik teknolojilerde Çin’e bağımlılıktan kopuş ikinci Trump döneminin ana gündem maddelerinden birini oluşturuyor, üstelik Trump bunu yaparken Biden gibi “uluslararası kurallara uyuyormuş” gibi yapma derdinde değil. Rusya ile barışı sağlarken Ukrayna’nın kritik maden rezervlerine çökme niyetini açıkça söyleyebiliyor veya NTE rezervleri bulunan Gröndland ve Kanada’yı ABD’ye katmaktan bahsedebiliyor. ABD’nin hiyerarşinin tepesinde yerini koruma çabalarının mali bedelleri de var ama Trump onu da Avrupalı dostlarına yüklemesini biliyor. Ekolojik yıkım yine çoğunlukla çevre ülkelere yıkılırken açıktan zora başvuruluyor.
Fransa’nın denizaşırı madencilik faaliyeti
Avrupa tarafında da benzer bir durum var. Fransız vatandaşı Guillaume Pitron, Fransa’nın denizaşırı topraklarında madencilik faaliyeti yürütmesi konusunda epeyce hevesli. Fransa, ABD’den sonra en büyük deniz sahasına sahip olan ülke. Fransa’nın denizaşırı bölgelerinden biri olan Yeni Kaledonya kritik minerallerden biri olan nikelin yüzde 6’sını üretiyor. Geçen sene mayıs ayında Fransız parlamentosunda gündem olan Yeni Kaledonya’da yerli olmayan Fransız vatandaşlarına da seçme hakkı verecek bir yasa önerisi üzerine Yeni Kaledonya’da şiddetli eylemler gerçekleştirilmişti. Eylemleri bastırabilmek için Fransa binlerce asker ve polisi Yeni Kaledonya’ya göndermek zorunda kaldı. Guillaume Pitron, kritik minerallerde Çin’e bağımlılığın azalmasını, yeni teknolojilerin doğru kullanılmasını insanlığın gelişmesi için önemli buluyor ama yeni tedarik zincirleri arayışı Küresel Güney ile sömürü ilişkilerini yoğunlaştırıyor, kritik minerallere sahip olan ülkelere müdahaleleri artırıyor. Küreselleşme sonrasında ABD’nin hiyerarşinin tepesindeki konumunu pekiştirme çabası ve gelecekteki büyük savaşlara hazırlığı tüm dünyada işçi sınıfına ve ezilen halklara saldırıyı artırıyor.
“Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi, pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler’deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiç bir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.” (Friedrich Engels)
Doğayla ilişkisi bakımından insan etkinliğinin kendi özgü bir dinamiği vardır. İnsan, emeği aracılığıyla doğadan faydalanır, yasalarını çözer, bu yasaları uygulayarak geliştirdiği teknolojiyle kendini yeniden üretebilir, bu sırada doğayı da dönüştürür. Bu ilişki biçimi insan varoluşunun temel bir parçasıdır ve doğayla kurduğumuz ilişkiyi ortadan kaldırmamız mümkün değildir. Emeğin yaratıcı gücü, insanın hem doğayla kurduğu ilişkiyi hem de toplumsal ilişkilerini belirler. “İlkel insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını korumak ve yeniden üretmek için nasıl doğayla boğuşmak zorundaysa, uygar insan da aynısını ve tüm toplum biçimlerinde ve olası tüm üretim tarzlarında yapmak zorundadır. Gelişmesiyle birlikte, gereksinimleri arttığı için, bu doğal zorunluluk dünyası genişler; ama aynı zamanda, bu gereksinimleri karşılayan üretici güçler de genişler.” (Karl Marx)
Kapitalist üretim tarzının gezegen ölçüsünde belirleyici olması ve kolonyalizmin gelişmesi doğanın dönüşümünü artık geri dönüşü olmayacak dereceye ilerletmiştir. Kapitalist üretim tarzı ekosistemin yenilenme kapasitesini azaltır ve sonunda iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, doğanın tahribatı kaçınılmaz hale gelir. İnsan faaliyetlerinin çevre üzerinde böyle kalıcı jeolojik etkiler bırakmış olması “antroposen” kavramıyla açıklanıyor. Nadir Metaller Savaşı kitabının da bir üyesi olduğu “21. Yüzyıl Kitaplığı” serisi antroposen temasını işliyor ancak kavram burada olduğu gibi gelişigüzel bir şekilde üretim ilişkilerinden yoksun bir bağlamda kullanıldığında bir tür kıyametçilik çağrıştırılıyor ve politik özneler bulanıklaşıyor; ekolojik yıkımın sorumlusu bazı açgözlü sermayedarlar, “kötü” Çinliler ve “cahil” Amerikalılar, kurtarıcı ise “bilinçlenmesini ummaktan başka çaremizin olmadığı” politikacılar oluyor.
Dünya çapında madenciliğe hücum edilmesi ve “yeşil dönüşüm” etiketiyle yeni enerji ve teknoloji yatırımları için olanakların yaratılması sermaye birikimini artırma gereksiniminin bir sonucudur. Ekolojik krizin dünyanın jeolojik yapısında geri dönüşü olmayacak derecede derinleşmesi de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bir yan ürünüdür. Maden ve enerji sahalarının büyüyebilmesi için sürekli yerli halklar mülksüzleştirilerek sermaye için yeni kâr alanlarının açılması gerekiyor. Maden ve enerji tekelleri kârını artırırken geri kalanlar için sonuç daha çok sömürü, mülksüzleşme ve zorunlu göçtür. Ekolojik krizin çözülmesi ve doğanın yıkımının sona ermesi üretim ilişkilerini değiştirecek, üretici güçleri ekolojik bir parametreyle yeniden tasarlayacak bir politik stratejiyi gerektiriyor. Bu açıdan, ekoloji mücadeleleri, proletaryanın devrimci özne olduğu siyasi iktidar mücadelesinin bir parçasıdır ancak maden sahalarına karşı yerli halkın mücadelesi klasik bir işci direnişinden de farklı dinamiklere sahiptir. Bu yüzden de proletaryanın sınıf mücadelesinde ekolojik gündemin nasıl yer alacağı, nasıl stratejiler geliştirilmesi gerektiği üstünde çalışılması gereken bir konu.
Orman Kanunu ve Maden Yasası
Türkiye’de de holdingci güçler ülkenin her yerinde maden çıkarma arayışlarını sürdürüyor zira küresel fabrikanın daha fazla kaynağa ihtiyacı var. 22 Ağustos’ta yayımlanan Orman Kanunu maddelerindeki değişikliklerle yerleşim yerlerine yakın olan daha çok ormanlık alanın da maden alanına dönüşmesine izin verildi. Yine bu yaz çıkan Maden Yasası’yla hukuki ve çevresel prosedürleri hızlandırarak maden alanları için süper izin çıkarmanın yolu açıldı. Guillaume Pitron’un kitabını yazarken tamamen üzerinden atladığı sınıf ilişkileri ve ekoloji gündeminin sınıf mücadelesine nasıl dahil edilebileceğinin ipuçları burada ortaya çıkıyor. Yeni çıkan maden yasası güncel anlamda bir ilkel birikimin hukuki zeminini hazırlıyor. Yıllardır kırsalda tarım üreticiliği yapan insanlar, arazilerinden, üretici faaliyetlerinden yoksun bırakılıp gelecek nesilleriyle birlikte proleterleştiriliyorlar.
Büyük resme baktığımızda, maden yasası daha geniş bir mülksüzleştirme faaliyetinin bir parçası. Rezerv alan kanunu ile Samandağ’da, Topağacı Mahalles’inde halkın tapulu evleri gasp ediliyor, Boğaz köprüleri ve otoyollar özelleştirilerek kamu varlıklarına el konması son hız devam ediyor. Maden yasası özelinde, köylü üreticinin doğrudan hedef alınması, köylüyü doğrudan direnişin öznesi haline getirerek ekoloji mücadelesinin alışagelmiş dinamiklerini de değiştiriyor. “Toprağıma, suyuma, tarlama dokunma” söylemi etrafında gelişen maden yasasına karşı mücadele rezerv alan kanuna karşı mücadeleye benzer ama klasik bir işçi direnişinden farklı özneleşme şekli içeriyor. Maden yasası sözde enerji, istihdam, milli kaynakların kullanımı için, rezerv alan kanunu sözde depreme karşı önlem amaçlı olduğu için holdingci gazeteciler, bilim insanları, iktisatçılar aracılığıyla büyük soyguna rıza üretilebiliyor. Buna karşı farklı ideolojik mücadele, propaganda, teşhir yöntemleri gerekiyor. Holdingci gaspa karşı yeni ihtiyaçlar ve direniş imkanları gelişiyor, bu direnişleri büyütebilecek yeni araçlar da süreç içerisinde gelişecektir.
Yazıyı sonlandırmadan önce tekrardan kitaba dönecek olursak, Guillaume Pitron ekolojik krizin reformlarla, daha bilinçli yapılacak politikayla, şirketlerin uyması gereken yeşil regülasyonlarla ekolojik kriz karşısında aşama katedebileceğimizi düşünüyor. Yeşil dönüşüm için de insanları günlük aktivitelerinin ekolojik maliyetinin farkında olması gerektiğini ve yeni alışkanlıklar edinmeleri gerektiğini düşünüyor. Mesela Guillaume Pitron’un medet umduğu yeşil regülasyonların kendisi de kârı artırmanın bir yolu olarak kullanılıyor. Bazı şirketler sürdürülebilirlik ve yeşil dönüşüm kapsamında eğer gerçekleştirebilirlerse daha düşük faizle tahviller çıkarabilmelerini sağlayan hedefler koyuyorlar. Bu hedefler çoğunlukla zaten gerçekleştirilmiş veya yeşil dönüşüme kayda değer bir katkısı olmayacak hedefler oluyorlar. Böylece kolay hedefleri gerçekleştirerek tahvillerin daha düşük faizde olmasını sağlıyorlar. Sonuçta, bir yandan daha düşük maliyete borçlanma imkanı elde ederek yeşil bir imaj kazanıyorlar.
Elbette işin temelinde kapitalist üretim tarzının doğayı metalaştıran kâr odaklı üretim anlayışı yatıyor. Bu sınırların dışına çıkmayan ve bu anlayışa meydan okumayan hiçbir yöntem de ekolojik krize çözümün yolunu açamaz. Guillaume Pitron, kapitalizmin temel işleyişinin sebep olduğu sorunu yine kapitalizmin oyun alanında çözmek istiyor. Pitron’un kitapta bu yetersiz düşüncelerini desteklemek için kullandığı Albert Einstein’ın sözünü doğru bir bağlamda yeniden hatırlatalım: “Sorunlarımızı, onları yaratan düşünce tarzını kullanarak çözemeyiz.”