Türkiye’de bir süredir PKK ile devlet arasında bir çeşit müzakere süreci yürüyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin gündeme taşımasıyla kamuoyunda yankı buldu ve ardından PKK’nin kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın yaptığı silah bırakma çağrısı ile devam etti. PKK’nin düzenlediği kongre ile kendini feshetme kararı vermesi ile birlikte süreç daha da ciddi bir görünüm kazandı. Kamuoyu açısından devam eden sürecin ayrıntıları henüz yeterince bilinmediği için ister istemez farklı ülkelerde yaşanmış geçmiş barış süreçleri, silah bırakma deneyimleri aydınlatıcı olabiliyor.
Kolombiya’daki örnekleri daha önce konuşmuştuk. Fakat aklımıza sadece Latin Amerika gelmiyor; FARC ya da ELN gibi, İspanya’nın Bask Bölgesi’nde silahlı örgüt ETA’nın feshi ve başarısızlığa uğrayan barış görüşmeleri de bize bu anlamda incelemeye değer bir örnek sunuyor. Ne de olsa dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “İspanya’nın tecrübesinden yararlanmak istiyoruz” sözleri de bu iki ülkedeki benzerliklerin ve farklılıkların dikkat çekici olabileceğini işaret ediyor.
Biz de Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri Bölümü’nden Sosyolog Barış Tuğrul ile bu konuyu mümkün olduğunca ayrıntılı bir şekilde konuştuk.Doktorasını École des Hautes Études en Sciences Sociales’de (EHESS, Paris) siyaset bilimi, Universidad del País Vasco’da (UPV/EHU Bilbao) sosyoloji alanında, Bask ve Kürt hareketlerinde siyasal şiddetin kuşak perspektifinden incelenmesi üzerine yapan Tuğrul, bize hem ETA deneyimini hem de her iki örnek arasındaki benzerlikleri ve farkları anlattı. – K.A.
“Asfalt gerillasına geçiş”
ETA, ismini sık duyduğumuz ancak ayrıntılarına pek hakim olmadığımız bir örgüt. Bu sebeple belki önce biraz ETA’yı ortaya çıkaran tarihsel koşulları konuşabiliriz? Aynı dönem tüm Avrupa’da, hatta dünyada benzeri şehir gerillası örgütlerine rastlıyoruz. İspanya özelinde konuşmak gerekirse Bask Bölgesi’nde yaşanan hangi gelişmeler sonucunda ETA’nın ortaya çıktığını söyleyebiliriz?
ETA, yani Bask dilindeki açılımıyla Bask Yurdu ve Özgürlük örgütü 1950’lerde, İspanya’da Franco rejiminin yerleştiği bir dönemde Bilbao şehrindeki Deusto Üniversitesi’nde öğrenim gören ve önemli bir kısmı o dönemde Fransa’da sürgünde bulunan Milliyetçi Bask Partisi (PNV) hükümetinin yer altında faaliyet gösteren gençlik örgütüne mensup bir grup üniversite öğrencisi tarafından kuruldu.
Deusto, liberal fikirlerin öne çıktığı, toplumsal adaleti ve özgürlük teolojisini savunan Cizvit tarikatının etkili olduğu bir okuldu ve Cizvit Katolisizminin bu fikirleri örgütün ilk dönemi üzerinde çok etkili oldu. İlk başta EKİN adıyla kurulan örgüt, kısa bir süre sonra sonra bugüne kadar bilinen ismini aldı.
Şunun altını çizerek başlamak uygun olacaktır ki ETA ortaya çıktığı dönemde Küba Devrimi, Cezayir Savaşı gibi sömürgecilik karşıtı hareketlerin etkisiyle teorik olarak silahlı mücadeleyi benimsemiş olsa da örgütün ilk dönem eylemleri büyük ses getiren ve Franco rejimine karşı ciddi tehdit oluşturan eylemler değildi; ‘gece operasyonlarıyla’ elektrik direklerine o dönemde yasak olan Bask bayrağı Ikurriña‘nın asılması, Franco rejimini temsil eden heykel, büst vb. sembollerin tahrip edilmesi gibi eylemler bugün çok masumane görünse de diktatörlük koşulları altında oldukça riskli sayılabilecek eylemlerdi.
Örgütün ilk silahlı eylemleri ancak 1960’ların sonunda, şehir gerillası ya da ETA’nın ilk dönem ideologlarından Federico Krutwig’in o dönem ‘ETA’nın İncil’i’ olarak kabul edilen meşhur Vasconia kitabında kullandığı tabirle ‘asfalt gerillası’ örgütlenmeleri ise ancak 1970’lerin başında gelişme fırsatı buldu ve özellikle de diktatörün 1975’te ölümünü takip eden yıllarda İspanya resmî tarihinde ‘demokrasiye geçiş dönemi’ (transición) diye adlandırılan dönemde zirve yaptı.
İspanya’da Franco sonrası liberal demokrasiye geçişle birlikte Bask ve İspanyol akademilerinde genel olarak Bask milliyetçiliği, özel olaraksa ETA ve siyasal şiddet fenomeni üzerine çok önemli çalışmalar yapıldığını ve ciddi bir veri havuzunun oluştuğunu görüyoruz.
Her ne kadar çatışmanın seyriyle birlikte akademide de İspanyol ve Bask milliyetçiler arasında ETA’nın toplumsal meşruiyetindeki ‘istikrarlı’ düşüşe paralel olarak gitgide ilk grubun lehine ciddi bir kutuplaşma olduğuna şahit olsak da ETA’yı doğuran konjonktürel objektif koşullar üzerinde genellikle bir mutabakat söz konusudur, ama bu koşulların daha iyi anlaşılabilmesi için tarihsel bağlamı özetlememiz gerekiyor.
BASK milliyetçiliğinin kökenleri
Geleneksel Bask milliyetçiliğinin ideolojik ve sembolik evreni, 19. yüzyılın son çeyreğinde Sabino Arana tarafından geliştirilmişti. Arana, aynı zamanda muhafazakâr PNV’yi de kurarak gelenekel Bask milliyetçiliğini kurumsallaştıran kişidir.
Saf bir Bask ırkı tahayyülüne dayalı bu romantik milliyetçiliğin diğer iki önemli sacayağı Katolik dini ve Bask dili Euskera‘ydı. İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde koyu Katolik bir toplumsal taban desteğini arkasına almış olan PNV, inanç zemininde tamamen örtüştüğü, ama ulusal kimlik anlamında da tamamen zıt düştüğü Franco’nun nasyonal-Katolisizm doktrinine karşı Bask kimliğini ve özerkliğini tanımaya yatkın seküler-komünist İkinci Cumhuriyetçileri desteklemişti.
‘Din kardeşlerine’ değil de komünistlere verilen bu destek biraz paradoksal gözükse de aslında bizlere o dönemde artık politik olanın dini olanın önüne geçtiğini göstermesi bakımından önemli. Bu durum, savaşı kazanan Franco güçleri tarafından ‘ihanetçi vilayetler’ olarak yaftalanan Bask Ülkesi’nin iki önemli bölgesi Bizkaia ve Gipuzkoa’nın sürekli bir rejim baskısına ve şiddetine maruz kalmasına sebep oldu.
Gernika bombardımanı gibi aşina olduğumuz trajedilere rağmen İspanya İç Savaşı esasen ülkenin diğer bölgelerinde çok daha şiddetli ve kanlı geçmişti, ancak ilân edilen olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasakları gibi savaş sonrası uygulanan baskı ve devlet şiddeti göstergelerine baktığımızda Bask Ülkesi’nin açık ara önde olduğunu görüyoruz.
Bunun çok temel bir sebebi var: Franco rejimi tüm İspanya’da meşruiyetini Katolik kilisesi ve bu kurum üzerinden verilen dine dayalı eğitimle sağlamak durumundaydı; ancak Bask Ülkesi’ndeki milliyetçi rahipler İç Savaş’ta seküler cumhuriyetçileri desteklemişti. Bu yüzden de rejimin elinde Bask Ülkesi’ndeki meşruiyeti sağlayabileceği tek bir araç kalıyordu: Şiddet.
Rejim, fiziksel şiddetin yanı sıra sembolik alanda da şiddeti hakim kıldı: Bask sembolik evreni, özellikle de zaten İspanyol göçü sebebiyle Bask Ülkesi’nde oldukça dezavantajlı bir konumda olan Euskera bu dönemde kamusal alandan tamamen silindi, özel alanda ise baskıcı rejim birçok aileyi çocuklarının istikbali için dilin gelecek kuşaklara aktarılması konusunda tereddütte bıraktı. Bu da İç Savaş’ın travmasını doğrudan yaşamayan, ancak Bask kültürü ve ulusal değerleri bakımından en ağır sonuçlarına katlanarak sosyalleşen kuşağın yalnızca rejime karşı bir nefret duygusu gütmesine değil, ama rejim tarafından sindirilmiş anne ve babalarının pasif tutumuna karşı da tepki göstermesine sebep oldu.
Nitekim, İç Savaş’ın sona erdiği 1939 yılının üzerine kabaca 20 yıl eklediğinizde EKİN/ETA‘nın doğduğu yıllara gelmeniz hiç de tesadüfi değildir.
Yine bu dönemde İç Savaş sırasında ilk Bask özerk bölge başkanı (Lehendakari) seçilen José Antonio Agirre ve PNV’nin diğer kurmayları Paris’te sürgündeydi ve hiçbir şekilde rejime karşı aktif bir mücadeleye yanaşmıyorlardı.
Agirre’ye göre Franco’nun dostu Hitler’in faşizmini yenilgiye uğratan Müttefikler en nihayetinde İspanya’daki faşizmi de yıkacak, İspanya’da demokratik bir rejim tesis edilecek ve II. Cumhuriyet döneminde çetin bir müzakereyle elde edilmiş Bask özerkliği anayasal güvence altına alınacaktı.
Franco İspanyası’nın 1955’te Birleşmiş Milletler’e (BM) kabul edilmesi, bu beklentinin tamamen boş olduğunu gösterdi. Bu durumda genç kuşaklar için kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinden başka alternatif kalmadı. İşte ETA, böyle bir ortama doğdu ve bu doğuş aynı zamanda Katolik muhafazakâr, ırka dayalı Bask milliyetçiliğinden de kuşaksal bir kopuşun ilk adımı oldu.
Uzun yıllar Franco faşizmine karşı tek ciddi direniş hareketi olarak gelişen ETA, zamanla seküler, ırka dayalı olmayan Bask neo-milliyetçiliği ya da Bask yurtsever solunun (izquierda abertzale) avant-garde aktörü olarak ciddi bir toplumsal tabana sahip oldu.
İspanya’da ve Türkiye’de “sessizlik duvarları”
ETA’nın kuruluş sonrasına baktığımızda birden fazla jenerasyon olduğunu görüyoruz. Hatta aslında birden fazla yöntemin de benimsendiğine rastlıyoruz. Daha iyi anlayabilmek için tarihsel zaman dilimlerini nasıl tasnif etmek gerekir?
Bu soru son derece isabetli bir soru ve belki de tam da bu noktada Kürt ve Bask ulusal yeniden uyanışı şeklinde tarif edilen tarihsel döneme karşılaştırmalı bir giriş yapmak anlamlı olabilir.
Türkiye Kürdistanı’nda 1937-38 Dersim katliamını takip eden yıllarda karşımıza çıkan ‘sessizlik kuşağı’na çok benzer bir olgu İspanya’da İç Savaş sonrasında da karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de bu sessizlik duvarı biraz devletin de ‘önayak’ olmasıyla ilk kez 1950’lerin sonunda 49’lar davası ile yıkılmasa bile yavaştan çatırdamaya başlıyor.
27 Mayıs 1960 sonrasındaki siyasi iklim, Irak Kürdistan’ındaki Molla Mustafa Barzani hareketinin kaçınılmaz etkisi ve devletin bunun karşısında gösterdiği refleks, TİP altındaki ‘Doğulular’ tecrübesi, DDKO’yla birlikte Doğulular’ın Türkiye solundan kopuşu ve nihayet 12 Mart 1971 sonrası gelinen atomizasyon dönemi, Apocular/PKK’in de aralarında olduğu bir düzine örgüt ve gruba giden süreç.
Bu dönem, bir yandan zengin ideolojik tartışmaların yaşandığı, çeşitli yayınlarla Kürdistan için birbirinden farklı siyasi reçetelerin sunulduğu, ama aynı zamanda bu örgüt ve gruplar arasındaki çekişmenin ve siyasal şiddetin gittikçe ön plana çıktığı ve nihayet 12 Eylül 1980’e kadar bu dinamizmi koruyan bir dönemdi.
Türkiye Kürdistanı’nda rakip örgüt ve gruplar arasında gözlemlediğimiz bu zengin, ama bir o kadar da hasmane tablonun bir benzeri Bask Ülkesi’nde ETA çatısı altında karşımıza çıkıyor. Örgütün Zutik ve Hautsi gibi 1960’lardaki ilk dönem yayınlarından oluşan her biri yaklaşık 500 sayfalık 18 ciltlik arşivi bu tartışma ve itilafların yoğunluğunu ve derinliğini bize gösteriyor.
Bu arşivi titizlikle incelemiş olan merhum Bask tarihçi José María Garmendia’nın da altını çizdiği gibi belki de bu sebeple tekil bir örgüt olarak ETA demek yerine, çoğul bir ifadeyle ‘ETA’lar’ demek daha doğru olacaktır.
“Şiddet spirali”
Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, Franco’nun baskı rejimi altında daha çok kültürel-linguistik kaygılarla hareket eden ETA’nın kurucularından José Luis Álvarez Enparantza’nın (Txillardegi) başını çektiği Branka grubu Gandi’nin şiddet karşıtı tutumunu savunuyordu.
Buna karşın daha çok Fanoncu bir sömürgecilik karşıtı mücadeleyi benimseyenler 1964’teki 3. kurultayda ‘şiddet spirali’ teorisini benimsediler.
Bu teori 1990’larda Kürdistan’da görülen ‘serhildan’ fenomenini andırıyordu: ETA’nın her eylemi sonrasında rejim güçleri ayrım gözetmeksizin tüm halkı cezalandıracak, şiddete maruz kalan halk ETA’yı daha fazla destekleyecek ve bu şekilde spiral gitgide genişleyip bir halk ayaklanmasıyla ve devrimle sonuçlanacaktı.
Bir başka itilaf daha çok sosyalist çizgide olan ve İspanya genelinde işçi sınıfı örgütlenme ve seferberliği için yalnızca ‘sınırlı şiddet’ yöntemini (fabrika sabotaj eylemleri, gösteriler vb.) savunan ETA-berri (Yeni ETA) ile ismini örgütün 5. kurultayından alan ve ulusal özgürlük için Marksist devrimci şiddeti savunan ETA-V arasındaydı.
ETA-berri bir süre sonra İspanya Komünist Hareketi (MCE) ismiyle İspanya soluna eklemlenip siyasi mücadelesine devam ederken ETA-V de kendi içinde Kızıl Hücreler (Celulas rojas) ve İşçi Cephesi (Frente laboral) şeklinde ikiye bölündü. Örgütün olaylı 6. kurultayına Fransa’da sürgünden bir mektup gönderen milis ve culturalistas grupları bu durumu protesto ederek hakiki ETA-V’in aslında kendileri olduklarını ileri sürdüler.
ETA içindeki bu dinamik tartışma, bölünme ve kopuşlar 1974 yılında örgütün ETA militarra ve ETA politiko-militarra şeklinde nihai bölünmesiyle sonuçlandı ve sonrasında da devam etti. Demek istediğim, aslında “ETA diye bir terör örgütü var ve 1959’dan 2018’e kadar terör eylemleri gerçekleştirdi” şeklindeki hakim anlatı, İspanya’da özellikle 1980’lerin sonlarından itibaren son derece bilinçli bir şekilde kurumlarıyla, medyasıyla, sivil toplumuyla, hatta akademisiyle ilmek ilmek örülmüş ve birçok Bask da dahil olmak üzere kamuoyunun zihnine kazınmış bir anlatıdır.
Şunu ekleyerek soruyu noktalamak doğru olacaktır ki eğer Bask çatışması tarihini bu egemen anlatının yaptığı gibi bir kazananlar-kaybedenler, demokratlar-teröristler tarihine indirgersek -ki bu da son derece yanlış bir yaklaşımdır- ETA’nın bu mücadeleyi esas kaybettiği nokta silahlı mücadele alanı değil, bu egemen anlatı karşısında ikna edici, alternatif bir anlatı geliştirememesi, daha doğrusu geliştirdiği alternatif anlatıyı Bask halkına yayacak mekanizmaları oluşturamamasıdır.
“Demokrasiye geçiş mi, Franco’suz Francoizm mi?”
Peki ETA neden alternatif bir anlatı geliştiremedi ya da anlatısını Bask halkına ulaştıramadı? Ortaya koyduğu anlatı neydi, bu alternatif anlatı neden Bask halkını ikna edemedi?
1975’te diktatör öldüğünde az önce bahsettiğim gibi iki ETA var: ETA-m ve ETA-pm. Her ne kadar bu iki grup da diktatörün ölümünü takip eden siyasi belirsizlik atmosferinden memnun olmasa da ETA-pm zamanla kazanılmış siyasi, sosyal ve kültürel hakların salt siyasi bir mücadele için yeterli olduğu, şiddete gerek olmadığı sonucuna vararak çeşitli bölünme ve ayrılıklar sonrasında 1980’lerin ortalarına doğru yavaş yavaş silahlı mücadeleyi terk etti.
Örgütün içindeki silahlı mücadele yanlıları ETA-m altında faaliyetlerine devam ettiler ki bunlar içinde özel komandolar (bereziak) denen 1980’lerdeki en tartışmalı eylemleri gerçekleştirenler de vardı.
Öte yandan ETA-m, Franco sonrasındaki ‘demokrasiye geçiş dönemi’nin ‘aslında bir aldatmaca, sahte bir demokrasi olduğunu’ belirtip, yeni dönemi “Franco’suz Francoizm” olarak adlandırıyordu.
O yıllar için bu anlatının, dolayısıyla ETA’nın hâlâ ciddi toplumsal destek görmesinin çok somut sebepleri vardı:
Bir kere 1978 İspanya Anayasası aralarında Franco’nun sağ kolu ve İçişleri Bakanı Manuel Fraga’nın da olduğu eski rejim mensupları tarafından yazılmıştı. Fraga, diktatörün ölümünden kısa süre sonra Vitoria-Gasteiz şehrinde grevdeki işçilere ateşli silahlarla müdahale emrini verip, 5 işçinin ölümüne, yüzlercesinin de yaralanmasına sebep olmuştu.
Yine ordu ve polis kademesinde yer alan üst düzey bütün isimler, diktatörlük döneminde işledikleri zorla kaybetme ve işkence gibi suçların kanun önünde hesabını vermek şöyle dursun, görevlerine devam ettiler.
1970’lerin başında 16 ETA mensubunun idam kararıyla sonuçlanan Burgos Davası ve diktatörün ölümünden hemen önce haklarındaki infaz kararını onadığı iki ETA militanı Juan Paredes (Txiki) ve Ángel Otaegui’nin kurşuna dizilmesi gibi olayların Bask toplumundaki travması henüz çok tazeydi.
Bunların yanı sıra demokrasiye geçiş döneminde Batallón Vasco-Español, Guerrilleros de Cristo Rey, AAA, ATE vb. bir düzine paramiliter örgüt Güney ve Kuzey Bask Ülkesi’nde (İspanya ve Fransa) sayısız yasa dışı terörle mücadele eyleminde bulunuyordu.
Bütün bu olaylar ve bunların anlatılarına dayalı kolektif hafıza Bask halkının önemli bir kısmının seçimle göreve gelmemiş, hatta tacını bizzat Franco’nun elinden giymiş olan I. Juan Carlos’un İspanya Krallığı’ndaki ‘demokratik geçişe’ kuşkuyla bakmasına, dolayısıyla ETA’nın anlatısının en azından Bask yurtsever sol çevrelerce kabul edilmesine olanak sağladı.
Hafıza demişken, her ne kadar bugün İspanya’da bunu ifade etmek Ceza Kanunu’nun 578. maddesine göre ‘terörizmi yüceltme’ suçu kapsamında değerlendirilse de Bask milliyetçiliğinin kurucu aktörü PNV sürgündeyken Franco rejimine karşı tek anlamlı mücadeleyi veren, etkisi gittikçe artan işçi grevlerinde aktif rol alan, General Franco’nun sağ kolu ve varisi Amiral Luis Carrero Blanco’yu 1973’te Madrid’de infaz ederek rejimin devamını önleyen ETA’ydı ve bunun Bask kolektif hafızasındaki izlerini silmek zaman alacaktı.
Nitekim 1970’lerin sonunda önde gelen İspanyol sosyolog ve siyaset bilimci Juan José Linz ve meslektaşları tarafından yapılan ilk kamuoyu araştırmalarında Bask halkının yüzde 50’si ETA militanlarını ‘vatanseverler’ ve ‘idealistler’ gibi olumlu sıfatlarla tanımlıyorlardı. 1980’lerin sonuna geldiğimizde bu oranların çarpıcı şekilde değiştiğini görüyoruz.
1980 ve 1990’lardaki bir dizi gelişmeyle örgütün toplumsal meşruiyeti gitgide sorgulanır hale geldiğinde ‘sahte demokrasi’ anlatısı da toplumda giderek daha az karşılık bulmaya başladı; bu dönemde İspanya giderek daha kapsayıcı ve çoğulcu hale gelen liberal demokrasisini pekiştirmiş, NATO ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olmuş, dikkate değer bir ekonomik büyüme sağlamış, hepsinden de önemlisi Bask-Navarra, Katalan ve Galiçya halklarına son derece geniş bir özerklik vermişti.
Evet, belki yeni kuşak paramiliter GAL örgütü 1980’lerin ortalarına kadar Santi Brouard gibi Bask yurtseveri siyasetçiler de dahil sayısız infaz gerçekleştirmişti, ama Fransa’nın terörle mücadelede İspanya’yla tam bir işbirliği içine girmesinden sonra GAL faaliyetleri de bıçak gibi kesildi ve ‘sahte demokrasi’ anlatısı tabiri caizse son meşruiyet kaynağını da kaybetmiş oldu.
Bu gelişmelere paralel olarak ETA’nın, devleti müzakere masasına çekmek için şiddetin dozunu giderek arttırması ve Bask Ülkesi’nin dışına yayması da şiddet meşruiyetini sorgulatan önemli bir unsurdu.
Barcelona’daki Hipercor alışveriş merkezine, Zaragoza’daki askeri lojmanlara konulan bombalarla onlarca sivilin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan trajik eylemler gerçekleştirmesi, 1990’larda buna seçilmiş yerel siyasetçilerin infazı gibi siyasi cinayetlerin de eklenmesiyle, Julen Madariaga gibi ETA’nın kurucuları da dahil birçok Bask yurtseveri, örgütü açıkça kınayan açıklamalar yapmaya başladı.
1997’de Ermua belediye meclis üyesi Miguel Ángel Blanco’nun kaçırılıp birkaç gün sonra da infaz edilmesi bu anlamda bardağı taşıran son damlaydı. Bu olayla ilk kez Bask halkı şehir ve kasabalarda ETA’ya ve şiddet karşıtı toplu gösteriler yapmaya başladı.
İspanya’da ‘Ermua ruhu’ diye adlandırılan bu dönüm noktasıyla ETA ve onun yörüngesindeki bütün yapılanmalar ciddi bir kuşatma altına alındı ve marjinalleştirildi; sivil toplum baskı altına alındı, Egin ve Egunkaria gibi Bask yurtsever soluna yakın gazeteler kapatıldı, yayınevlerine hatta benim de araştırmam sırasında bir süre çalıştığım Lazkao kasabasındaki Benediktus rahipleri arşivine polis ve jandarma baskınları yapıldı. Bu şartlar altında ETA’nın herhangi bir anlatı inşa etmesi, etse bile bunu kitlelere yayabilmesi artık pek mümkün değildi.
ETA ve PKK ne kadar benzer ne kadar farklı?
Türkiye’den bakıldığında ETA, tekil bir örnek olarak değil, daha ziyade PKK ile birlikte ele alınıyor, hatta sık sık iki örnek arasında ‘bağlar’ kuruluyor. Fakat son kertede iki silahlı ulusal hareket geleneğini ele aldığımızda benzerliklerden daha fazla ‘farklılıklar’ göze çarpıyor. Karşılaştırmaları daha sağlıklı hale getirmeye yardımcı olmak adına kabaca bu benzerlikleri ve farklılıkları nasıl sıralayabiliriz?
ETA ve PKK arasındaki benzerlik ve farklılıklar hakkında konuşmaya başlamadan önce sanırım yine José María Garmendia’nın tespit ve önerisinden yola çıkarak ‘hangi ETA?’ ve ‘hangi PKK?’ sorularını sormamız gerekiyor ve bu da ister istemez bizi dönemsel bir perspektife götürüyor.
1960’ların başında Franco yanlısı İç Savaş gazilerini taşıyan treni başarısız bir şekilde raydan çıkarma teşebbüsünde bulunan ETA’yı mı, yoksa İspanya Kralı’na yatında suikast düzenleyebilmek için Fransız Bask Ülkesi’ndeki Sokoa mobilya fabrikasında bulunan silah deposuna kısa menzilli füze alan ETA’yı mı referans alacağız?
Yine benzer şekilde 1980’lerin başında enternasyonalist bir ruhla Bekaa Vadisi’nde Filistin gerillalarıyla birlikte eğitim alıp ilk gerilla savaşlarını ve ilk kayıplarını da İsrail’e karşı veren PKK’yi mi, yoksa kendilerinin ve Devlet Bahçeli’in adlandırdığı şekliyle kurucu önderleri yakalandıktan sonra Türkiye metropollerinde -yine kendi ifadeleriyle- ‘fedai eylemler’ yapan PKK’yi mi ele alacağız?
Demek istediğim şu ki, her iki örgüt de farklı dönemlerde işlevsel olduklarını düşündükleri farklı eylem ‘repertuvarları’ uyguladılar. “ETA şehirlerde, PKK kırsalda eylem yapıyordu” gibi bir ayrım hem bu dönemselliği gözardı etmek olur hem de çok sığ bir yaklaşımdır.
Evet, genel olarak konuşacak olursak ETA daha önceden de bahsettiğimiz gibi daha çok şehir gerillacılığı diyebileceğimiz eylemlerde bulundu.
Bask Ülkesi’nin birçok şehir ve kasabasında 3-4 kişilik ‘legal’ komandolar, yani henüz ifşa olmamış militanların oluşturduğu hücreler (talde) vardı. Kimliği ifşa olup da polis tarafından aranan yeraltındakiler (liberados) ise sahte kimliklerle eylemler gerçekleştiriyorlardı.
Ama mesela IV. Kurultay’da örgütün askeri sorumlusu seçilen Xabier Zumalde (el cabra) , dönemin kırsal gerilla mücadelesinin, özellikle de Küba devriminin efsanevi kumandanı Che Guevera’nın etkisiyle, çok kısa da sürse Las Cabras denilen kırsal gerilla grubunu kurmuştu. Örgütten ayrıldıktan sonra yayınladığı hatıralarında bu grubu neden ve nasıl kurduğunu, nasıl eğitim aldıklarını detaylı şekilde anlatır.
Ancak son derece sanayileşmiş bir bölge olan Bask Ülkesi’nde kırsal nüfus son derece azdı ve esas örgütlenmenin işçi sınıfının yoğunluklu olduğu Bilbao merkez veya Gipuzkoa’nın kasabalarında gerçekleşmesi gerekiyordu.
Bunun için de ETA yalnızca şehirlerde aktif eylemlerde bulundu, ama bu eylemler yalnızca silahlı eylemler değildi; sendikal faaliyetlerde, Lemoiz nükleer enerji santrali inşaatı ve zorunlu askerik kanunu karşıtlığı (insumisión) gibi toplumsal hareketlerde yer aldı, bu hareketleri örgütledi.
Öte yandan açılımı Kürdistan İşçi Partisi olmasına ve 1978 Manifestosu’nda kendisini Marksist-Leninist bir örgüt olarak tarif etmesine rağmen özellikle Apocular/PKK örgütlenmesi devletin Kürdistan’daki uzantıları olarak gördükleri ağalara karşı topraksız köylülerin desteğiyle gelişti ve en azından 1990’lardaki serhildanlar dönemine kadar da çoğunlukla kırsal gerilla hareketi olarak devam etti.
Ancak 1990’lar sonrasında PKK, yalnızca Kürdistan’da değil, Kürtlerin yoğun yaşadığı Türkiye metropollerinde, hatta Türkiye dışındaki diaspora faaliyetlerinde de aktif yer aldı ve etki alanını giderek genişletti.
Özetle Bask Ülkesi ve Türkiye Kürdistanı’nda farklı dönemlerde hakim olan toplumsal yapının büyük ölçüde bu bölgelerde ortaya çıkan ulusal hareketlerin mücadele tarzlarında belirleyici olduğunu görüyoruz. Tabii özellikle de Kürdistan için bu toplumsal yapının hem mücadelenin seyriyle hem de Türkiye’deki kapitalist ekonominin gelişiminin bir sonucu olarak, özellikle de son yıllarda büyük değişimler geçirdiğini göz önünde bulundurmamız gerek.
Son dönemde özellikle Kürt meselesiyle yakından ilgilenen gazeteciler arasında dahi “PKK zaten artık Türkiye’de eylem yapamıyordu, hareket alanını kaybetmişti” gibi yorumlar duyuyoruz.
Hiçbir ampirik veriye dayanmayan bu tespitleri sadece örgütün askeri teknolojideki dezavantajlı konumuyla (ki bu zaten her zaman öyleydi) izah etmek son derece eksik bir okuma olur. Öcalan’ın henüz 1980’lerin başında kaleme aldığı “Kürdistan’da Zorun Rolü” kitabında bahsettiği toplumsal koşullar bugün çok ciddi dönüşüme uğramış durumda ve karşımızda Kuzey’den kesinlikle ayrı değerlendiremeyeceğimiz bir Rojava realitesi var.
Silahlı mücadelenin niteliğini ve varlığını bu koşullar düşünülmeden sorgulamak çok eksik bir yaklaşım olur. Kentleşme olgusunun giderek arttığı, siyasal olanın din olgusunun önüne geçmesiyle gelen sekülerleşme sürecinin devam ettiği, egemen toplumsal yapının büyük bir dönüşüme uğradığı ve şehirlerde büyük oranda çözüldüğü Türkiye Kürdistanı’nda kırsal gerilla faaliyeti yürütmede ısrar etmek tıpkı az önce bahsettiğim Xabier Zumalde’nin kısa soluklu Bask kırsal gerillacılığı macerasında ısrar etmesi kadar anlamsız olurdu.
Öte yandan tam da bu soruyla ilgili altını çizmemiz gereken çok önemli bir nokta var: ETA ve PKK gibi İspanya ve Türkiye siyasi tarihinin son elli yılına damgasını vurmuş, bu ülkelerin yakın tarihinde son derece belirleyici olmuş iki örgütün yalnızca silahlı mücadeleye indirgenerek tek tek veya karşılaştırmalı olarak analiz edilmesi bizi çok sığ bir tartışmaya hapsediyor.
Aslında son dönemdeki tartışmaların ışığında Hamit Bozarslan ve Arzu Yılmaz gibi Kürdistan tarihi ve Kürt ulusal hareketleri üzerine son derece önemli çalışmalar ortaya koymuş sosyal bilimciler ısrarla bu konunun altını çiziyorlar.
Örgüt jargonuyla anlatmak gerekirse gerilla, Abdullah Öcalan’ın 1990’larda kuramsallaştırdığı ideal Kürdü var edebilmek için ‘önderliksel’ bir hareketin avant-garde / öncü aktörü konumundaydı ve ona biçilen bu tarihi misyon bu amacın önündeki her türlü engele karşı devrimci şiddetle mücadele etme şeklinde tanımlanmıştı; yani silahlı mücadele amaç değil, araçtı.
Fakat öte yandan silah, örgütün elindeki tek araç da değildi. Zamanla PKK şehirlerde, hatta 1990’lardaki savaşın sonucu ve diğer sebeplerle Türkiye metropollerinde kümelenmiş Kürtlerle de dolaylı şekilde bağ kurabilecek mekanizmalar oluşturdu.
Sivil toplumuyla, medyasıyla, sürekli olarak kapatılsalar da legal siyasi partisiyle, kadın hareketiyle örgüt, avant-garde gerillanın doğrudan temas edemeyeceği kitlelerle ilişkilendi.
Bunun sonucunda Hamit Bozarslan’ın makro kosmos, Arzu Yılmaz’ın politik sosyalleşme dediği; bir yandan silahlı mücadeleden özerk, ama ondan da ayrı düşünülemeyecek bir alan ve o alanda sosyalleşen bir toplumsal taban oluştu.
Bu yüzden bugün Öcalan -en azından Türkiye Kürdistanı’nda- silahlı mücadelenin ve onun öncü aktörü gerillanın son bulmasının bu alanın ve tabanın yaşamasının önünde bir engel olmayacağı, aksine silahların susmasının bu alanı ve tabanı daha da besleyeceğini öngörmekte ve sağlıklı ve rasyonel analiz yapabilen bütün kesimler de bu öngörüyü paylaşmakta, desteklemekte.
Ne var ki, ETA’dan bahsederken altını çizdiğimiz kolektif hafıza PKK için de geçerli ve bu hafıza da bazı kimi kesimlerde rasyonel bir analizden çok duygusal bir yaklaşımın ağır basmasına sebep olabiliyor.
ETA-PKK arasındaki karşılaştırmaları bir de tersten bakarak ele alalım. Türkiye ve İspanya’nın merkezi yönetimlerinin bu konuya yaklaşımı nasıl karşılaştırılabilir?
Bu soruyu cevaplamak için İspanya ve Türkiye’de çok uluslu imparatorluk mirası, bu mirası reddeden bir ulus devlet inşa süreci ve bu süreçte esas alınan tekçi ulus kimliği konusuna değinmek gerekiyor.
İspanya’daki ulus devlet inşa süreci de Türkiye’de ve diğer birçok ulus devlet inşa süreçlerinde olduğu gibi sınırları içinde yaşayan diğer ulusal kimlikleri çeşitli mekanizmalarla asimile etmeye, İspanyollaştırmaya dayalıydı; ancak İspanyol modernleşmesinin yapısal sorunları sebebiyle özellikle Bask-Navarra, Katalan ve bir ölçüde Galiçya’da bunu başaramadı ya da kısmen başarabildi.
İç Savaş’tan hemen önce İkinci Cumhuriyet döneminde İspanya bu tek ulusçu paradigmayı tamamen terk etmese de en azından biraz esnetti, ama Franco’nun savaşı kazanmasıyla kurumsallaşan faşizm ‘Tek, büyük ve özgür İspanya’ mottosuyla bu kazanımların üzerine sünger çekti.
ETA ve PKK hareketlerinin ortaya çıktığı yıllarda her iki devlet de tek ulusçu paradigmaya sıkı sıkıya bağlıyken, İspanya’da Franco’nun ölümünü takip eden yıllarda liberal demokrasiye geçişle birlikte ulus kimlik paradigması Türkiye’dekine taban tabana zıt bir seyir gösterdi.
Daha önce bu geçişin yavaş ve sorunlu bir geçiş olduğundan bahsetmiştik, ancak demokratikleşme ve ademi merkeziyetçilik yönünde atılan adımlar, Bask ve Navarra bölgelerine tanınan geniş siyasi ve ekonomik özerklik, ana dilinin yalnızca serbest bırakılması değil, Bask Ülkesi’nde ve kısmen Navarra’da kurumsallaşması, eğitim ve her türlü sosyal hizmetler anlamında ana dilinden kaynaklanan hakların anayasa ve kanunlarla güvence altına alınması, yerel kolluk kuvveti Ertzaintza‘nın giderek Bask Ülkesi’nde hiç de iyi bir şöhreti olmayan İspanyol ulusal polis ve jandarmasının yerini alması, ETA’nın 1970’lerin sonunda barışçıl çözüm için ortaya koyduğu beş ana temel önkoşulu (KAS koşulları) büyük ölçüde sağlıyordu.
İspanya devleti bir yandan temel hak ve özgürlükleri giderek genişletirken öte yandan da inşa ettiği yeni siyasal sistemin kurallarını kabul eden muhafazakâr Bask milliyetçisi PNV, ondan kopan Eusko Alkartasuna ve hatta ETA-pm’nin devamı niteliğindeki Euskadiko Ezkerra da dahil diğer bütün siyasi partileri anti-demokratlar/teröristler diye nitelendirdiği Herri Batasuna‘ya karşı 1988 yılında Ajuria-Enea Paktı altında topladı.
Ajuria-Enea, ETA’nın yörüngesindeki tüm Bask yurtsever sol siyasal ve toplumsal hareketlerin marjinalleştirilmesi politikasının ilk somut adımıdır.
Nitekim yaklaşık on yıl sonra ‘hepsi ETA’ söylemiyle tüm bu hareketler yasaklanacak, gazeteleri kapatılacak, hatta siyasi partileri Herri Batasuna da şiddeti meşrulaştırdığı gerekçesiyle yasaklanacaktı. Yani 2000’li yıllara gelindiğinde uygulamaya konan Madrid paktı ve PP-PSOE terörle mücadele paktıyla Bask hareketinin silahlı kanadının manevra alanı daralmış, siyasal ve toplumsal kanatları da artık marjinalleştirilmişti.
Türkiye’de durumun tam tersi bir seyir izlediğini biliyoruz. PKK’yi PKK yapan bir ölçüde 12 Eylül 1980 darbesi ve askeri cunta rejimiydi.
1970’lerdeki dinamik örgütlenme ve rakip Kürt hareketleri darbe ile bir anda kesilmiş, PKK’nin 1978 Manifestosu’nda tarif ettiği ‘Kürdistan’ın işgali’ bir anlamda darbe ile Kürtlerin gözünde somut bir görünüm kazanmıştı.
PKK, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de gerilla harekatını başlattığında ülke içinde artık anlamlı şekilde kendisine rakip olabilecek bir örgüt kalmamıştı ve Kürt isyanları döneminde hafızalara kazınmış ve 12 Eylül darbesiyle de bir kez daha pekişmiş olan ‘Gökte Allah, yerde devlet’ anlayışı ilk kez Eruh-Şemdinli ile kırılmıştı. Bu olay aynı zamanda resmî anlatının karşısında uzun yıllar boyunca Kürt hareketi tarafından sürekli olarak yeniden üretilecek bir alternatif anlatının da başlangıcı oldu.
Öte yandan Kürt meselesine barışçıl çözüm denemelerinin, en azından bu yönde bir niyetin olduğunu da biliyoruz.
1990’larda Kürt realitesi devletin en üst kademelerince fiilen tanınmış, Özal’ın ortaya koyduğu iradeyle Talabani arabuluculuğunda adımlar da atılmıştı.
Hatta yine bu dönemde 1993 yılında Tansu Çiller, ‘İspanya’nın tecrübesinden yararlanmak istediklerini’ belirtip öneri olarak da ‘Bask modelini’ gündeme getirmişti. Yani devletin bu dönemde İspanya-Bask vakasını en azından diplomatik misyonu aracılığıyla incelemiş olduğunu anlıyoruz.
Ancak bu noktada Çiller’in ‘Bask modeli’ ile tam olarak neyi kastettiğini anlamamız gerekiyor. Acaba Çiller, 1980’ler İspanyası’ndaki Bask modelini mi yoksa o 1990’lardaki Bask modelini mi kast ediyordu? 1980’ler İspanyası’nda bir yandan az önce kısaca özetlemeye çalıştığım demokratikleşme adımları atılırken bir diğer yandan da İspanya’da ‘demokratik konsolidasyon’ döneminin simge ismi Felipe González’in İçişleri Bakanı José Barrionuevo terörizme karşı Özel Kuzey Planı’nı (Plan ZEN) uygulamaya koymuştu.
Bu plan kapsamında devlet destekli, hatta doğrudan İspanyol jandarma istihbaratında ve özel harp dairesinde görev yapmış Enrique Rodríguez Galindo gibi isimlerle ilişkili GAL paramiliter grupları İspanya ve Fransa’da ETA militanlarını kaçırıp işkence yapıyor, öldürüyor, ETA’yla bağlantılı olduğunu tespit ettiği kişileri, siyasiler de dahil olmak üzere, yargısız infaz ediyordu. Her ne kadar tam olarak aydınlatılmamış olsa da 1989’da Herri Batasuna milletvekili Josu Muguruza’nın Madrid’de infaz edilmesini de GAL üstlenmişti.
Yani 1980’ler boyunca İspanya demokrasisi, İspanyol derin devletinin etkisinden kurtulamamıştı. 1990’larda ise GAL’in örgütsel şeması ifşa oldu, İçişleri Bakanı José Barrionuevo da dahil sorumlular yargılandı ve sembolik de olsa hapis cezasına çarptırıldılar. Bunun bir istisnası şemanın en üstünde, Barrionuevo’ya talimatı veren ‘Bay X’ kod adlı kişiydi. Bugüne kadar kim olduğunu aslında herkesin bildiği Bay X’in kimliği ortaya çıkarılmadı ve kanun önünde hesap vermedi.
Muhtemelen Çiller, “Bask modeli’ ile 1990’laraki bu tabloyu kastederek Kürt meselesinin barışçıl çözümünü ima ettiyse de pratikte uygulananlar (JİTEM faaliyetleri, faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler vb.) daha çok 1980’ler İspanyası’nın terörle mücadele yöntemlerine benziyordu. Hepimizin bildiği gibi bu dönemi takip eden adımlar da -en azından Oslo sürecine kadar- Kürt meselesinin barışçıl çözümüne yönelik olmadı.
“ETA’nın amacı, devleti masaya çekebilmekti”
ETA’nın silah bırakma sürecini nasıl ele alabiliriz? Kolombiya’daki ve hatta Kuzey İrlanda’daki benzer süreçlerden farklı olarak hükümetin katı bir müzakere karşıtı tutumu vardı. Franco sonrası dönemde yaşanan gelişmeler ve ülke çapında tüm bölgelere tanınan geniş özerklik, ETA’yı ortaya çıkaran çelişkileri mi aşındırdı?
Barış süreci ve müzakere deneyimleri üzerine çeşitli kuram ve modeller ortaya atılsada da şu ana kadarki tecrübeler son kertede farklı deneyimlerin her hareketin kendi tarihselliği içinde şekillendiğini bize gösteriyor.

Ben bu alanda uzmanlaşmış biri değilim, ama ETA ve FARC-EP hareketlerini kuşaksal bir perspektiften incelerken her iki vakadaki barış ve müzakere deneyimlerini de detaylı inceleme fırsatım oldu. ETA’nın silahları bırakması ve fesih sürecini anlayabilmemiz için de İspanya’daki barış ve müzakere süreçlerine tarihsel bir perspektiften bakmamız gerekiyor.
İspanya ve ETA’nın bu konudaki tecrübesi 1989 yılında Cezayir görüşmeleriyle başlıyor. Devlet ile örgüt arasında bir diyalog kurulmasından pek öteye gidemeyen bu ilk temasta hem Txomin Iturbe, Eugenio Etxebeste, Belén González gibi örgütün o dönemki üst düzey yöneticileri hem de hareketin legal kanadı Herri Batasuna’nın önemli isimleri yer alıyordu.
Cezayir görüşmeleri, ETA’nın ilk kez meşru bir aktör olarak devlet tarafından muhatap alınması bakımından son derece önemli bir adımdı. Bu esnada şunu bir kez daha belirtmekte fayda var: Franco sonrası İspanya’da ETA’nın eylemlerinin nihai amacı devleti şiddet eylemleri yoluyla müzakere masasına çekebilmekti.
Bu anlamda ETA’nın 1980’lerin ortalarından itibaren gerçekleştirdiği eylemlerin (Madrid’deki Santo Domingo meydanı patlaması, Barcelona Hipercor alışveriş merkezi patlaması, Zaragoza patlaması vb), sivil kayıplar anlamında son derece trajik olmakla birlikte, sonuçları itibariyle Cezayir görüşmelerine giden yolu açtıklarını görüyoruz.
Benzer şekilde 1990’ların sonundaki Lizarra-Garazi sürecinin de ETA’nın İspanya’nın iki büyük partisi olan PP ve PSOE’nin Bask Ülkesi’nde seçilmiş belediye meclis üyelerini infaz etmesi sonucunda başladığını söylemek yanlış olmaz.
Doğrudan sivillere yönelik bu son derece trajik eylemler bir yandan örgütün toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde düşürürken öte yandan hareketin siyasi amacına ulaşmasında işlevsel bir rol oynadı.
Hatta bugün Devlet Bahçeli’nin PKK ve onun ‘kurucu önderine’ yaptığı ve kulaklarımıza inanamadığımız çağrıya benzer şekilde 1990’lar İspanyası’nın en şahin sağcı lideri José María Aznar, 1990’ların sonundaki müzakereleri kamuoyuyla paylaşırken, “Bask Özgürlük Hareketi’yle müzakere iznini bizzat ben verdim” demişti.
Ne var ki ETA, müzakere masasındaki taleplerinde diretmek için de yine bu araçsal şiddete başvurdu ve özellikle de Lizarra-Garazi gibi Bask Ülkesi’nin birçok sivil toplum örgütü ve siyasi partilerinin de aktif olarak dahil olduğu süreç ETA’nın ateşkesi sonlandırmasıyla hüsranla sonuçlandı.
Yine ETA’nın 2011 yılında silahlı mücadele dönemini kapattığını duyurmasından önce “köprüden önceki son çıkış” diyebileceğimiz 2005-2006 Loyola barış süreci de tepilen tarihi fırsatlardan biriydi.
Hem dönemin Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero ve onun Bask Ülkesi’ndeki temsilcisi Jesus Eguiguren hem de Batasuna’nın lideri Arnaldo Otegi ve hatta son toplantıya kadar ETA adına İsviçre’de müzakereleri yürüten Josu Urritikoetxea (Josu Ternera) Loyola’nın başarıya ulaşması için büyük çaba gösterdiler ve yurtsever sol hareketin tarihsel olarak Bask Ülkesi sınırları içinde kabul ettiği Navarra bölgesinin statüsü hariç her konuda tam anlaşma sağlayabilmişlerdi.
Sebebini halen bilmediğimiz, ETA içinde bir “darbe” olduğunu düşündüren bir gelişmeyle Urritikoetxea’nın yerine son müzakere toplantısına gönderilen Francisco Javier López Peña’nın (Thierry) masayı devirmesi ve Madrid Barajas Havalimanı’nda iki Ekvadorlu işçinin ölümüyle sonuçlanan bombanın patlamasıyla bu süreç de noktalanmış oldu.
Süreç sonunda son görüşmelerin Batasuna adına kilit müzakerecisi Arnaldo Otegi altı buçuk yıl hapse mahkum edildi, Thierry kısa süre sonra yakalandı ve Paris’te bir hapishanede kalp krizinden öldü. Zapatero’dan sonra Mariano Rajoy Başbakanlığında göreve gelen sağcı PP hükümeti için bu olaydan sonra artık ETA ile konuşacak hiçbir şey kalmamıştı. Nitekim örgüt, 2011’de silahları bırakmasının ilanından 2018’de kendini fesh edinceye kadar hiçbir muhatap bulamadı.
Özetle, ETA’nın bu tek taraflı silahsızlanması ve feshi aslında bu dönemden önce kaçan barış fırsatlarının, devrilen masaların ve şiddetin müzakerelerin bir parçası olarak araçsallaştırılmasının bir sonucuydu.
“Sebep değil sonuç”
Sorularda ve yanıtlarda üzerinden geçme fırsatımızın olmadığı ancak sizin yaptığınız çalışmalarda dikkatinizi çeken başka noktalar var mı?
Kişisel olarak benim için ve Kürt meselesi üzerine çalışan birçok meslektaşım için önemli olduğunu düşündüğüm bir hususun altını çizerek noktalamak uygun olacaktır.
ETA’nın önde gelen militanlarından Josu Urritikoetxea, fesih bildirgesini okurken şöyle demişti: “ETA bu halktan doğdu ve şimdi de bu halkın içinde kendini feshediyor.” İspanya’da ve Türkiye’de silahlı mücadele sebep değil, sonuçtu. Peki silahlı mücadele neyin sonucuydu, şiddetin altında yatan sebepler nelerdi?
Silahların bırakılması, teslim edilmesi, militanların terhisi, toplumsal hayata yeniden entegrasyonu vb. konular kulağa çok teknik meseleler olarak gelebilir, ama bunların hepsi silahlı mücadelenin geliştiği tarihsellik ve toplumsal yapıyla birlikte düşünülmeli, bunun için de tarih gerekli, siyaset bilimi gerekli, sosyoloji gerekli, antropoloji gerekli, ekonomi gerekli, iletişim bilimleri gerekli; yani kısacası bütünlüklü, objektif bilimsel araştırmalar gerekli.
İspanya’da demokrasiye geçişle birlikte Bask Ülkesi’nde saydığımız disiplinlerle ilişkili düzenli niceliksel ve niteliksel veri toplayan araştırmacılar, Euskobarometro, Eustat vb. düzenli istatistik veri havuzuna sahip kurumlar, araştırma merkezleri, kütüphaneler, arşivler var.
Ben, Bask Ülkesi’nde siyasal şiddet fenomenini araştıran son kuşak araştırmacılardanım ve 2011 senesinde ETA silahlı mücadeleyi bıraktığını ilan ettiği yıl sahaya girdiğimde Pedro Ibarra, Miren Etxezarreta, Alfonso Pérez-Agote, Joseba Zulaika, Paco Letamendia, José María Garmendia, Miren Alcedo gibi benden önceki akademisyenlerin bıraktığı çok zengin bir külliyatla karşılaşmış, Rahip Juan José Agirre’nin arşivinde bana yol gösterecek her türlü kaynak ve veriye rahatlıkla ulaşabilmiştim.
ETA’nın feshi ve tarih sayfasında yerini alması bugün ne Bask meselesinin sona erdiği, ne de Bask siyaseti, toplumsal hayatı, kültürü, kimliği vb. üzerine yapılacak araştırmaların son bulması anlamına geliyor. Nitekim yeni kuşak araştırmacılar eğitim politikaları üzerinden, edebiyat üzerinden, müzik üzerinden, halk ozanları bertzolaris üzerinden, Bask mutfağı ve gastronomisi üzerinden birbirinden nitelikli çalışmalar ortaya koyuyorlar.
Bahsetmiş olduğum külliyat ve veri havuz olmasaydı bu çalışmaların bugün hala devam edebilmesi mümkün olmazdı.
Bunun için de her şeyden önce akademik özgürlük, akademik kurumların ‘ama’sız, ‘fakat’sız özerkliği, akademisyenlerin ve akademik kurumların üzerindeki tahakkümün, kayyum rejiminin son bulması gerekmekte.
Bugün PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırmasının ve feshinin de ötesinde Türkiye’nin Kürt meselesinin çözümünde en önemli engellerden birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Birçok meslektaşımız dünyanın en prestijli üniversitelerinde, araştırma merkezlerinde muazzam çalışmalar yapıyorlar, zaman zaman alternatif medya kanallarından onların bulgu ve fikirlerini dinleyebilme şansımız da oluyor; ancak genelde Türkiye özelde ise Kürdistan akademisinin bu değerli akademisyenlerle bir araya gelebilmesi ve yol katetmesi mümkün olmadan Kürt meselesini, demokratikleşme meselesini, insan haklarını ve adaletli bir kalkınmayı bütünlüklü bir perspektifle değerlendirebilmemiz mümkün değil.
Silahların bırakılması elbette çok önemli, çok olumlu bir gelişme, ama bu olumlu adım kalemin ele alınmasıyla tamamlanmadığı sürece Kürt meselesinin çözümü çok zor görünmekte.