Tunç Soyer’in cezaevinden gönderdiği mektubunu okurken, yıllar önce Seferihisar’da tanıştığımız o gün geldi aklıma. 2015 yazında bir gazetecilik kampında, masamıza oturduğunda makamını kapının dışında bırakan o zarif hâlini hatırladım. Bir belediye başkanı değil de sanki mahalleden biriymiş gibi, sakin bir dili, yumuşak bir gülüşü vardı. Kuşadası’nda çalışırken yaşadığım baskıları anlatmıştım ona, yargılamadan dinlemişti beni. Siyasette nadir bulunan bir şeydir bu, insanın önce insan yerine konması.
O günlerden sonra Türkiye bambaşka bir yer oldu.
Ben bugün İsviçre’de, sürgünde bir gazeteciyim, o ise bir F tipi hücrede.
Ama kader çizgisi dediğimiz şey, bazen insanları farklı coğrafyalarda aynı karanlığın içine atabiliyor.
Bu ülkede Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın 2016’dan beri demir parmaklıkların ardında çektiği o büyük “ya sabır” düşünülünce…
Gazetecilerin, akademisyenlerin, siyasilerin, avukatların hücrelerde yıllara yayılan bekleyişi düşünülünce…
Tunç Soyer’in mektubundaki her cümle, yalnızca kişisel bir hikâye olmaktan çıkıyor; Türkiye’nin bir dönemi, bir iklimi, bir karanlığı olup karşımıza dikiliyor.
Ve şimdi o atmosferin içinden bize bir ses geliyor.
Tunç Soyer’in cezaevinden gönderdiği mektubu okurken, içeride geçirilen 162 günün nasıl bir zaman duygusu yarattığını, insan ruhunu nasıl eğip bükebildiğini bir kez daha anlıyoruz.
Biz dışarıda günleri takip ederken, o içeride, saatsiz bir karanlıkta, zamanın adını memurlardan duyuyormuş.
Sözcüklerin ağırlığı tam da buradan geliyor: insanın elinden önce saat alınıyor, sonra dünya.
Gözaltından F tipi hücreye uzanan o dört günlük “beton üstünde geçen kabusun” ardından, hayatını bir masa, bir demir karyola, bir nevresim ve belirsiz bir zamanla kurmak zorunda kalmış.
Cezaevinin kendi kuralları var; renk yasakları, kıyafet kotası, 30 parça sınırı… İnsanın eşyayla ilişkisinin bile bir disiplin altına alındığı bir dünya.
Ama yine de en çok küçük şeylerin destanlaştığı ayrıntılar çarpıyor insanı.
Yazı yazarken koluna yapışan muşamba…
Her satırda terini silerek devam etmeye çalışması…
Ailesinin ona bir masa örtüsü getirmek istemesi ama cezaevinin buna izin vermemesi…
Ve nihayet, dilekçeler, kurullar, bekleyişler…
Sonunda kantin torbasından çıkan mavi çiçekli bir masa örtüsü.
“Dünyadaki en güzel masa örtüsüydü,” diyor.
Bir masa örtüsü bir hücreyi “yuva”ya dönüştürüyorsa, mahrumiyetin öğrettiği şey bellidir: İnsan mutluluğu aslında hafif bir şeydir; biz dışarıda onu ağırlaştırıyoruz.
Kızının Mandela filmiyle kurduğu bağlantı da aynı yere bağlanıyor.
Mandela’nın pantolon için haftalarca dilekçe verdiğini duyduklarında, Tunç Soyer’in masa örtüsü hikâyesini hatırlamışlar.
Bir devrimcinin pantolonu, bir belediye başkanının masa örtüsü…
İnsanı insan yapan şeyler aslında büyük değil; büyük görünen acıların içindeki küçük ayrıntılar.
Ve bütün bu anlatının ortasında, 162 günde okuduğu 64 kitap var.
Kitap kotasının 20 olması, kalem-deftere bile zor bela ulaşılması…
Bütün bu kıtlık düzeninin içinde okunmuş 64 kitap, aslında bir başka direniş biçimi.
Soyer’in mektubunun sonundaki cümle ise içeriden dışarıya değil, tam tersine dışarıdan içeriye bir çağrı gibi:
“Kaderimin, memleketimin istikbalinden bağımsız olmadığının bilinciyle daha umutluyum.”
Umut…
162 günün ardından, masa örtüsünün çiçeklerinden sızan ışık gibi bir umut bu.
Biz dışarıda olup da umudunu bu kadar kolay yitirenler için
belki de en çok içeriden gelen bu ses gerekiyor.
Bazen bir ülkede adaletin en gerçek fotoğrafı mahkeme salonlarında değil, masa örtüsü için verilen bir dilekçede, saatin memura soruluşunda gizlidir. Tunç Soyer’in mektubu tam da bu yüzden kıymetli.
O masa örtüsü, Demirtaş’ın yıllardır gösterdiği “gün ışığıyla beslenen sabır” gibi; Figen Yüksekdağ’ın hücresinde büyüttüğü direnç gibi; gazetecilerin, yazarların, siyasetçilerin içeride biriktirdiği sessiz çığlık gibi.
Ben bugün İsviçre’de sürgünde yaşayan bir gazeteci olarak, onların sesini dışarıda çoğaltmanın bir sorumluluk olduğuna inanıyorum.
Bazı insanlar içeride, bazıları dışarıda tutsaktır. Ama hepimizin ortak bir yükü vardır:
Bu karanlığın sürüp gitmesine izin vermemek.
Tunç Soyer’in mektubu bu yüzden sadece bir mektup değil benim için.
Bir direniş çağrısı,
Bir vicdan yoklamasıdır.
Ve en önemlisi, içeride bile insan kalabilenlerin dışarıdaki bizlere bıraktığı bir emanettir.
