VOLKAN YARAŞIR
“Ortadoğu Devrimci Çemberi”
Akdeniz İsyan ve Devrim Coğrafyasına Dönüşüyor
Bu çalışma içine girdiğimiz yüksek konjonktür ve Akdeniz coğrafyasındaki, özelde Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasındaki devrimci dinamikler üzerine konsantre tezleri ve düşünceleri içermektedir. Her şeyden önce devam eden bir süreç olduğundan, düşünceler tezler ve yönelimler olarak ortaya konulmuştur.
Tarihsel bir momentten geçiyoruz. Tarihsel momenti belirleyen en temel etken, dünya işçi sınıfı olarak sınıfın otonomisi, kapitalizmin yapısal krizi ve krizin yarattığı olağanüstü koşullardır. Bu koşullar, küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirip yoğunlaştırdı. Küresel boyutta sınıflar mücadelesi hızla derinleşti ve radikalleşti. Büyük toplumsal patlamalar, ayaklanmalar ve isyanlar doğdu, yaygın bir karakter arz etti.
Özellikle 2008’den sonra içine girilen süreç muazzam dinamikleri açığa çıkardı. 2008, kapitalizm yapısal krizinin depresyon aşamasını işaretledi. Büyük sarsıntılara yol açtı.
Yapısal kriz, bir multi-kriz şeklinde kendini dışavurdu. Ekonomik krizin yanında, emperyal özneler arası hegemonya krizi, ekolojik kriz, yüksek bir olasılık hâline gelen gıda krizi ve makineyle özdeşleşmiş uygarlık krizi senkronu içine girildi. Küresel düzeyde sanayide ve ticarette ciddi deformasyonlar yaşandı. Ayrıca senkron kendini sektörden sektöre ve ülkeden ülkeye yayılarak gösterdi.
Her yapısal kriz bir tarihsel momentin/dönemin ifadesi oldu. Küresel düzeyde yüksek bir konjonktürün önünü açtı.
1873-1896 krizi; kapitalist transformasyonu işaretledi. Kriz, kapitalizm serbest rekabetçi dönemden tekelci kapitalizm dönemine, yani emperyalizm çağına geçişi simgeledi.
Emperyalist özneler arası hegemonya savaşlarını tetikledi. 1914-1918 arasında I. paylaşım savaşı yaşandı. Aynı konjonktür Ekim Devrimi’ni yarattı. Rusya’da devrimin gerçekleşmesi fay hattının kırılmasına yol açtı. 1918-1923 arası devrim yılları olarak yaşandı. Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’da işçi sınıfı iktidara yürüdü. Konsey ve komün pratikleri yaşandı. “Birinci sol dalga” diye de tanımlayacağımız bu süreç, 1936 İspanya İç Savaşı’na kadar salınımını gösterdi. Öte taraftan devrim imkânının doğduğu, İtalya’da ve Almanya’da işçi hareketinin yenilmesi sonucu faşizm iktidara geldi. 1920’de Roma yürüyüşü bunun simgesi oldu.
1929-1939 yapısal krizi, İtalya’da faşizm ve Almanya’da Nazi iktidarıyla simgelendi. Aynı konjonktür emperyal özneler arasında hegemonya savaşlarını tetikledi. 1939-1945 arasında II. paylaşım savaşı yaşandı. Potsdam, Yalta, Tahran konferanslarıyla dünya paylaşıldı. İki kutuplu bir dünya sürecine girildi. Sovyet sisteminin yayıldığı görüldü. Doğu Avrupa Sovyetler’in nüfuz alanında kaldı. 20. yüzyılın ikinci büyük devrimi 1949’da Çin’de gerçekleşti.
Bu iki deneyim, her yapısal krizin yüksek bir konjonktürün önünü açtığını gösterdi. Bu konjonktürlerde savaşlar, devrimler ve karşı devrimlerin yaşandığı pratik olarak görüldü.
İçine girdiğimiz tarihsel dönemin ya da yapısal krizin arka planı 1970’lerin ortasına dayanmaktadır. Küresel düzeyde neo-liberal karşı devrimci saldırı, sosyal devletin ilgası, Doğu Avrupa’daki rejimlerin 1989’da yıkılması, Sovyetlerin 1991’deki çöküşü, 1.5 milyar insanın bu süreçten sonra emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu (Çin, Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerin, dünyanın atölyesi hâline gelmesi, Doğu Avrupa’nın AB’nin yeni nüfuz alanına girmesi, Sovyet topraklarının emperyalist-kapitalist sistemin yeni av sahasına dönüşmesi) krizin 2008’e kadar uzun resesyon şeklinde kendini dışavurmasını sağladı.
2008 krizin yeni evresi, yani depresyon aşaması olarak gelişti. 2008 tarihsel bir dönemi ve kırılmayı işaretledi. İçine girdiğimiz tarihsel dönem, diğer yapısal krizler gibi devrimlerin, karşı devrimlerin ve savaşların yaşanacağı bir konjonktürü aralamaktadır.
Sadece 1990’dan sonra yaşanan yüzün üzerindeki bölgesel savaşta yıkım, II. Dünya Savaşı’na eşdeğer boyuttadır.
Her yapısal kriz, sınıfsal antagonizmayı ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirir ve yoğunlaştırır. Sınıf mücadelesi küresel düzeyde sertleşir. Bir anlamda iki olasılık doğar. Tarihsel imkânlar ve tehdit, sürecin ruhuna hâkim olur. Devrimin imkânları, işçi sınıfının örgütlülüğüne, devrimci siyasal öznenin varlığına ve örgütlülüğüne bağlıdır. Bugün Yunanistan’da, Tunus ve Mısır’da tekrar tekrar yaşanan pratikler, yukarıdaki vurgumuzun ne kadar geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan dönem, tehdit ya da karşı devrimin mayalanmasını da koşullar. Mısır’da iki defa yaşanan, bir karşı devrim mahiyeti taşıyan restorasyon politikaları, Tunus’ta yine benzer şekilde yaşanan restorasyon adımları, Yunanistan, İspanya ve İtalya’da pro-faşist ve teknokrat hükümetlerin kurulması, küresel düzeyde otoriter düzenlemelerin gözlemlenmesi ve Avrupa’da neo-faşist hareketin son 5 yıllık süreçte hızla yükselmesi ve azımsanamayacak bir kitleselliğe ulaşması şaşırtıcı değildir.
Yapısal krizin 2009’daki kendini en konsantre gösterdiği alan Avrupa oldu. Özellikle Avrupa’nın Akdeniz havzası şiddetli bir kriz senkronu içine girdi. Avrupa’daki krizin hem yapısal, hem de AB’nin özgünlüğünden kaynaklanan nedenleri vardı.
Güney Avrupa, başta Yunanistan, yüksek kamu borç krizi nedeniyle iflas sürecine girdi. Kriz senkronu bütün Akdeniz havzasını saran bir mahiyete büründü. İspanya, Portekiz, İrlanda, İzlanda, Kıbrıs’ta kamu borç krizi ve arkasından bankacılık krizi yaşandı. Aynı dalga İtalya’yı ve Fransa’yı sarstı. Bugün Avrupa birbirini tetikleyen ve besleyen kamu borç ve bankacılık krizinin etkisi altındadır. Kriz AB’nin emperyal çekirdeklerini de etkileyecek potansiyeller taşıyor.
Böylesine bir süreç Avrupa’nın yakın tarihinde, benzeri görülmemiş, büyük proleter kitle hareketlerine sahne oldu. Özellikle Avrupa’nın Akdeniz havzası grev ve genel grev senkronlarıyla sarsıldı. Sokak savaşları yaşandı. Meydan işgalleri ve parlamento blokajları yapıldı.
Yunanistan uzun soluklu bir ayaklanma süreci içine girdi. 2008’den sonra 60 büyük, 26 genel grev yaşandı. Yunanistan sınıflar mücadelesi tarihinde son derece özgün bir yer aldı. İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya’da yaygın genel grevler yapıldı. İspanya’da Asturias maden işçileri gerçekleştirdikleri sokak savaşları ve yol blokajlarıyla tarihe geçti. 10 milyon nüfuslu Portekiz’de 1 milyon kişinin katıldığı kitle grevleri gerçekleştirildi. Avrupa’nın Akdeniz havzası aktüel olarak da büyük kitlesel salınımlara sahne oluyor. Yunanistan, Avrupa’daki gelişmelerin bir sosyal laboratuvarı özelliği taşıyor. Ülke, emek ve sermaye arasındaki antagonist çelişkinin Avrupa’daki kristalizasyonunun yaşandığı coğrafya olarak öne çıkıyor. Bunun yanı sıra Avrupa’nın Akdeniz havzası bütünüyle sosyal bir hareketliliğin içine girmiş durumda. Geçtiğimiz altı yıl bunun birçok pratiklerine sahne oldu.
2011 yılı, toplumsal ayağa kalkışın Kuzey Afrika’ya yansımasıyla kendini gösterdi. Mısır ve Tunus isyan ve ayaklanmalara sahne oldu. Mısır’da ve Tunus’ta 30-35 yıllık diktatörler, büyük kitle hareketleri ve sınıfın gerçekleştirdiği genel grevler sonucu alaşağı edildi. Kuzey Afrika’da olağanüstü kitle hareketleri görüldü. Milyonlar harekete geçti. Aşağıdan devrim ihtimali hem Tunus’ta, hem de Mısır’da karşı devrimci önlemlerle aşılmaya çalışıldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Tunus’ta En-Nahda hareketi iktidara taşınarak restorasyon adımları atıldı. Mısır’da kitlelerin yeniden ayağa kalkışı restorasyonun restorasyonuna neden oldu. Gerçekleşen cuntayla Müslüman Kardeşler devre dışı bırakıldı. Olağanüstü kitle mobilizasyonu böylelikle ikinci kez manipüle edildi. Devrim kitlelerin elinden alındı. Tunus bir polis devleti olarak kitle hareketini bastırmaya çalışsa da, kitlelerin mobilizasyonu sürekliliğini korudu. Toplumsal muhalefet özelde işçi hareketi ve sendikal hareket mücadelesini yoğunlaştırdı. Bugün Mısır ve Tunus’ta devrimci süreç, yükseliş ve düşüşler yaşasa da, devam ediyor.
Mısır ve Tunus’daki ayaklanmalar, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Yarımadası’nda muazzam sarsıntılara yol açtı. Kitleler sokaklara ve alanlara çıktı. Bölgedeki gerici iktidarların statükosu sarsıldı. Kitle hareketi ağırlıklı olarak şiddetle engellenmeye çalışıldı. Bugün açısından bir geri çekilme süreci yaşansa da Arap coğrafyası neo-liberal karşı devrimci politikalar, sosyal yıkım operasyonları ve Arap gericiliğinin kuşatılmışlığı içerisinde öfke ve kin biriktirmektedir. Ve her an patlamaya hazırdır.
Libya’da Kaddafi iktidarının NATO operasyonuyla yıkılması ve kısa zamanda siyasal İslamcıların bölgede nüfuz sağlaması, Batı Afrika’ya kadar uzanan bir etki alanı yaratması kontrolü zor bir gelişme oldu. Öte yandan Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının kitle hareketini denetleyememesi, bölge stabilizasyonunu engelleyebilecek adımlar atması ve ekonomik krize hiçbir çözüm üretememesi, Sisi’nin önderliğinde askerî cuntanın ABD onayıyla iktidara gelmesine yol açtı. Bu gelişmelerin bir başka yansıması Suriye’de görüldü. Suriye Ortadoğu’nun çelişkiler yumağına dönüştü. Esad iktidarına karşı bölgesel karşı devrim merkezlerinin de (TC, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, İsrail) devrede olduğu Proxy-War, taşeron savaşı organize edildi. Birçok ülkeden organize edilmiş radikal İslamcı lejyonerler, çeteler Suriye’ye yönlendirildi ve Suriye şiddetli bir iç savaş sürecine girdi.
TC, Suriye’deki iç savaşı finanse ve koordine etmek anlamında devrede oldu. El-Kaide ve El-Nusra kökenli siyasal İslamcı yapılara tampon bölge oluşturdu.
Suriye giderek Ortadoğu’nun nabzına dönüştü, jeo-politik bir düğüm noktası hâline geldi. Bir anlamda emperyal özneler arasındaki rekabetin kristalize olduğu coğrafya ya da gerilim odağı olarak öne çıktı.
Suriye küçük bir Ortadoğu olarak sürekli savaşın gerçekleştiği bir alana dönüştü. Savaşın Doğu Akdeniz’e yayılmasının önü açıldı.
Küresel, bölgesel, yerel çelişkilerin son derece kristalize olduğu ve iç içe geçtiği konjonktürde Suriye’deki Batı Kürdistan bölgesi, yani Rojava’da Kürt halkı PYD önderliğine tarihsel bir adım atarak, 19 Temmuz 2012’de bölgedeki tüm kontrolü eline geçirip, devrimci bir sürecin inşaasına başladı. Rojava Devrimi, yarattığı ekonomik, sosyal, kültürel, toplumsal ve siyasal adımlarla, başta Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da sarsıcı etkilere yol açtı.
2009’da Avrupa’nın Akdeniz havzasından başlayan, büyük kitle hareketleri ve salınımları 2011 ve 2013’deki Mısır ve Tunus ayaklanmalarıyla bütünleşti. Bu dalga 2012’de Rojava Devrimi’nde kendini dışavurdu. Diyalektik 31 Mayıs 2013 Taksim ayaklanmasıyla Anadolu topraklarına yansıdı. Akdeniz; Avrupa’nın güneyinden Kuzey Afrika’ya, Doğu Akdeniz’den Anadolu topraklarına kadar, isyan ve ayaklanma coğrafyasına dönüştü. Devrimci diyalektik bütün coğrafyalarda kendini son derece zengin ve radikal biçimde dışavurdu ve dışavurmaya devam ediyor.
Bu coğrafyanın içinde de, küresel jeo-politik çelişkilerin yoğunlaştığı, büyük toplumsal gerilimlerin kristalize olduğu alan olarak, Mezopotamya ve Anadolu coğrafyası öne çıkıyor.
Akdeniz, 2008’den sonra içine girilen yüksek konjonktürün etkisiyle küresel düzeyde odak coğrafya hâline geldi. Akdeniz; Kuzey Afrika’dan Afrika’nın kontrol edilmesi açısından stratejik bir role sahip, ayrıca Doğu Akdeniz Ortadoğu’ya açılan bir kapı işlevi görüyor. Kürdistan’ın dört bölgesi Ortadoğu, Kafkasya ve İran’a uzanan jeo-politik bir köprü niteliği taşıyor. Güney Avrupa AB’nin birinci periferisi olarak dikkat çekiyor ve kapitalist eşitsiz gelişim yasasının bütün yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya. Bu özellikler, Akdeniz’in küresel jeo-politik açıdan stratejik önemini ortaya koyuyor. Bir anlamda Akdeniz, emperyalist hegemonik güçlerin savaş alanı olarak öne çıkıyor. Özellikle Afrika, Ortadoğu ve Kafkaslar 21. yüzyılın stratejik merkezleri olarak önem taşıyor. Ayrıca Çin’in ve Rusya’nın kontrol edilip kuşatılmasının ilk ve önemli cephesi bu coğrafyalar olarak dikkat çekiyor.
Akdeniz coğrafyasında Doğu Akdeniz ve etki alanı olarak Mezopotamya ve Ortadoğu küresel jeo-politiğin en hassas alanları olarak önem taşıyor. Enerji yollarının, enerji kaynaklarının, kıymetli toprakların, su kaynaklarının olduğu bu bölge, emperyal özneler arasındaki büyük gerilimlere de sahne oluyor.
Rojava Devrimi, yarattığı aura ve sarsıcı etkisiyle, bölgedeki birçok dinamiği harekete geçirecek içeriğe sahip. Emperyal politikaları boşa düşüren veya kilitleyen mahiyet taşıyor. Yalnızca Kürt halkının değil, Ortadoğu halklarının önüne somut, yaşayan, pratik haline dönüşmüş bir gelecek ve tasavvur koyuyor.
Böylesi yıkıcı bir deneyim, hem bölge ülkelerini, hem de emperyal güçleri rahatsız etmektedir. Suriye sorunu, anlaşıldığı kadarıyla, Esad’sız bir Baas rejimine evriliyor. ABD, AB ve Rusya böylesi bir yönelim içine girdi. Kontrollü devam ettirilen iç savaş süreci, bir taraftan siyasal İslamcı güçlerin etkisini kırmayı, yıpratmayı hedeflerken, diğer taraftan Esad’ın ve Baas rejiminin bloke olması ve etkisizleştirilmesi hesaplanıyor. Libya ve Mısır’daki gelişmelerle birlikte Suriye’de İslamcı grupların bütünüyle inisiyatifi ele alma olasılığı, bölge stabilizasyonu açısından risk doğurması, başta Rusya ve ABD’nin yeni bir Suriye politikası geliştirmesine neden oldu. Hem bölge güçleri, hem de Suriye’deki oluşacak siyasal iktidarın biçimi, Rojava’daki gelişmelerden rahatsızdır ve buradaki devrimi bastırmayı ilk hedef olarak görmektedir. Cenevre II. Anlaşmaları’nda PYD’nin işlevsiz bir konuma getirilmesini ve Kürt halkının iradesinin tanınmamasını bu yöndeki somut adımlar olarak düşünmek gerekir. Rojava Devrimi’nin yaşaması, Rojava’da Kürt halkının özerk ve otonomik bir konumda olması, TC’nin bölge ve Kürt halkı üzerine bütün politikalarının iflası anlamına gelecektir. Bu, bir başka bağlamda, TC’nin varoluş dinamiklerinin sorgulanması, Batı Kürdistan’la Kuzey Kürdistan’ın fiilen birleşmesi anlamını taşır. Kuzey Kürdistan’daki rotanın yönelimini bütün dünyaya gösterir. Bu, aynı zamanda paradigmanın iflasıdır. TC bu tehlikenin farkında olarak, dün Fas’ın Polisaryo halkına uyguladığı Polisaryo Duvarı, İsrail’in Filistin halkına karşı inşa ettiği Utanç Duvarı’na benzer bir duvarı Rojava sınırında kurmaya çalışıyor. Ama halkların özgürlük mücadelesi hiçbir duvarı kalıcı kılmamıştır. Kürdistan’ın bu iki coğrafyasındaki hava özgürlüğün, ruh isyanın ruhudur. Rojava Devrimi’nin bu anlamda yaşaması Ortadoğu’da yeni bir dönemin habercisidir. Rojava Devrimi enternasyonal bir gelişmedir. Ve bu devrimi korumak ve savunmak enternasyonal bir görevdir.
Kürt özgürlük hareketi tarihsel bir dönemin içine girdi. Hareket gelişim seyri, pratiği ve yarattığı oluşumlarla teoriyi zorlayan bir içerik kazandı. En başta özgürlük hareketi varoluşunu Kürt alt sınıflarının üzerinden inşa etti. Alt sınıfların müthiş mobilizasyonu son 30 yıllık tarihe damgasını vurdu. Bugün fiilen kendi özgünlüğünde ikili bir iktidar durumu yaşanmaktadır. Vietnam Savaşı’na benzer, hatta bu savaşı aşan pratiklerle TC’nin doksan yıllık oluşturduğu statüko altüst oldu. Bir halk yüzyılları kapsayan yok sayılma, sistematik diskriminasyon, sistematik tenkil, sistematik asimilasyon, metamorfoza uğratma ve katliamlar karşısında kendi külünden dirilişini yarattı. TC’nin özgürlük hareketini her düzeyde boğma ve yok etme çabası boşa çıkarıldı. Bugün özgürlük hareketi milyonları mobilize eden bir harekete dönüştü. Aynı zamanda bir küresel güç ve Ortadoğu gücü hâline geldi. Kent-kır diyalektiğinin modern biçimlenişi Kürt özgürlük hareketinde kendini dışavurdu. Hareketin iç dinamikleri ve bugün ulaştığı güç Ortadoğu’daki emperyal projeleri engelleyecek boyuta yükseldi.
Kürt özgürlük hareketi bugün tarihsel bir moment içindedir. Aşağıdaki tezler bu momentin değerlendirilmesi ve yarattığı imkânlara yönelik tezlerdir.
Demografik farklılaşma ve ortaya çıkan yeni sosyolojik fenomen bir dinamik olarak örgütlenebilirse, bu örgütlenme yukarıda bahsettiğimiz riski ortadan kaldırıp, olağanüstü gelişmelerin önü açılabilir.
Çok kısa ve konsantre olarak Taksim ayaklanmasını tanımlarsak; ayaklanma, yeni sınıf fraksiyonunun veya bileşeninin kolektif ve militan bir şekilde toplumsal arenaya çıkmasını simgeledi.
Bugün sınıfın yeni fraksiyonunun örgütlenmesi meselesi yakıcıdır. Aynı zamanda geleneksel proletaryanın yaşadığı atomizasyon da son derece yıkıcıdır. Sendikal bürokrasinin tahakkümündeki sendikal alan ise, takatsiz durumdadır.
Anadolu coğrafyasında işçi sınıfının son 25 yıllık profilinde ya da kompozisyonunda ciddi farklılaşmalar oluştu. Özellikle kirli savaş ve sonuçları Kürt kökenli işçileri sınıfın yeni ve hızla gelişen bir katmanı olarak devreye soktu.
Bugün en alt, en marjinal, en güvencesiz, bir nevi göçmen işçi statüsünde çalışan proletaryanın bu kesimi sendikal bürokrasinin varoluş zeminlerini yaratıyor. Sendikal bürokrasi ve klasik işçi aristokrasisi karakterinde olmasa da, Türkiye’de görülen atipik işçi aristokrasisi (heryerde olduğu gibi) emek ve emek arasındaki çelişkinin üzerinden varlığını inşa ediyor. Proletaryanın bu kesimi ya da en alt kesiminin varlığı, sınıf içi hiyerarşinin oluşmasında ve katılaşmasında kullanılıyor. Sendikal bürokrasi ve atipik işçi aristokrasisi ayrıcalıklarını korumak için her düzeyde bu hiyerarşiyi sahipleniyor, koruyor ve onun yeniden üretiminde rol oynuyor. Sınıf içinde sosyal şoven politikaların sistematik bir şekilde hayata geçmesini sağlıyor. Oradan besleniyor ve güçleniyor.
Buna rağmen son dönem işçi eylemlerine baktığımızda, Tekel Direnişi’nden, UPS Direnişi’ne, Marmaray’dan, Mersin liman işçilerine, İzmir Belediyesi taşeron işçilerinden birçok tersane direnişine kadar birçok eylemlilik sürecinin ağırlıklı olarak “Kürt kökenli” işçiler tarafından örgütlendiğini görürüz. Sınıfın bu kesimi gelişkin bir ulusal kimliğe sahip olmasından dolayı, hızla politikleşebiliyor ve radikalleşebiliyor. Yine bu kesim devletle açık çatışmaya cesaretle girebiliyor ve sistemli bir çalışmayla sınıf kimliği ve bilinci hızla inşa edilebiliyor. Bunun dışında da birçok direnişte görüldüğü gibi, sınıfın en hızlı harekete geçen kesimi olarak dikkat çekiyor.
Sorun, Batı yakasında sınıfın organik birliğini yaratmak, sınıfın yeni fraksiyonuyla geleneksel proletaryanın bağını kurmak, sendikal bürokrasinin hegemonyasını parçalamak ve sınıf içerisindeki çalışmanın bir yansıması olarak işçilerin birliğini yaratıp, halkların kardeşliğini somut bir olgu hâlinde yaşama geçirebilmektir. Bu yönde, özellikle sosyal-şovenizmle mücadele yakıcı önemdedir. İşçi sınıfı içerisindeki çalışmada ihmal edilmemesi gereken temel boyut, Kürt sorununun kavratılması ve ezen ulus milliyetçiliğinin yok edilmesidir. Böylesine bir süreç, Kürtlerin işçileştiği, işçiliğin Kürtleştiği bir momentte, Batı yakasında muazzam bir enerjinin açığa çıkmasını ve bu enerjinin Kürt özgürlük hareketiyle dolayımsız biçimde bağ kurmasını sağlayacaktır. Kürt özgürlük hareketinin Batı yakasındaki acil ve gerçek ihtiyacı da budur.
Kürt özgürlük hareketinin bir alt sınıf hareketi olduğu unutulmamalıdır. Batı yakasında ortaya çıkacak bir sosyal anaforun, Kürdistan topraklarındaki enerjiyle birleştiği oranda, Anadolu ve Mezopotamya’yı sarsacak bir infilaka yol açacağı gözden kaçırılmamalıdır.
Yani Batı yakasında sınıfın tüm birleşenlerinin enerjisiyle Kürt özgürlük hareketinin yarattığı enerjinin rezonansı bölgeyi, Ön Asya’yı sarsacaktır. Rojava Devrimi bunun sahici bir imkân olduğunu göstermektedir. Böylesine bir gelişme sadece Suriye’yi, İran’ı, Irak’ı sarsmayacaktır. Kırılacak fay hattının etkileri Avrupa kıtasında, yani Yunanistan’dan Portekiz’e kadar, Avrupa’nın Akdeniz havzasında kendini gösterecektir. Akdeniz coğrafyasında sınıfsal ve toplumsal antagonizmanın yoğunlaştığı ve şiddetlendiği gözardı edilmemelidir.
İçine girdiğimiz tarihsel momentte devrimin imkânları güçlüdür. Yaşanan konjonktürde küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizma şiddetlenmiş ve yoğunlaşmıştır. Ne var ki ortaya çıkan hareketler ve dinamikler şekilsiz bir karakter arz ediyor. Yön, program ve hedeflerinde netlik yok. En ağır kriz anlarında bile nesnel şartların olgunluğuna rağmen, öznel koşullar; önderlik, ideolojik olgunluk, örgütlenme problemleri aşılmazsa, büyük geri çekilişler ve yenilgiler yaşanabilir.
21. yüzyılın ilk çeyreği gelecek ve insanlık açısından subjektif koşulları yaşamsal ve yakıcı kılmaktadır. Bunu en çıplak biçimde Yunanistan’da, Tunus’ta ve Mısır’da yaşadık ve gördük. Devrimci siyasal öznenin varlığı ve örgütlülüğünün, ayrıca proleter kitle hareketinin kristalizasyonunun yaşamsal öneme sahip olduğu açığa çıktı.
Yüzyıl başında Alman Sosyal Demokrat Partisi “muhteşem” bir “örgütlülük” sergiliyordu. Parti, Marx ve Engels’in halefiydi. 8 milyona yakın oy alabiliyordu. Parlamentoda 115 milletvekili bulunuyordu. Kitle örgütlerinde ve sendikalarda güçlü bir yapıya sahipti. Ama bu yapı devrimci ruhunu kaybetmişti, Rosa Luxemburg’un deyimiyle, “yaşayan bir kadavra”ydı. O İkinci Enternasyonal’in ihanetinin simgesiydi. Rosa Luxemburg ve Spartakistler Almanya’da devrimin imkânının olmasına rağmen, devrimin ve devrimci partinin örgütlenmesinde geç kaldılar. Ve kaçınılmaz son, yenilgi gerçekleşti.
Devrimin imkânı Leninist momentle mümkündür. Başka bir ifadeyle, devrimci sınıfı örgütlemek ve devrimci özneyi örgütlemekle mümkündür. Leninist moment toplumsal devrimin örgütünü yaratmaktır. Dimitrov Lenin’le anılarında şöyle bir vurgu yapar: “Lenin, hep devrime hazırlık yaptı.” der ve Lenin’in şu sözlerini aktarır: “Parti tarihimiz, kadro yaratma tarihidir. 1902’den 1917’ye kadar yalnızca kadro yaratmaya çalıştık.”
Rusya’da aynı konjoktür, ideolojik atılım ve teorik gelişme konjonktürü oldu. Sınıfla organik bütünleşme, sınıfı devrimcileştirme, devrimci kimyasını açığa çıkarma faaliyetleri gerçekleşti.
Bugünün görevi de sınıfın bulunduğu tüm havzalarda güç biriktirme, onun devrimci enerjisini açığa çıkarma ve bu enerjiyi kristalize etmek olmalıdır. Bu enerjiyle Kürt özgürlük hareketinin yarattığı enerji arasında oluşacak rezonans ve füzyon tüm Anadolu ve Mezopotamya topraklarını sarsacaktır.
21. yüzyılın ilk çeyreğindeki temel problem Leninist momenti yakalamaktır.