Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bir kez daha, Türkiye’de hukukun siyasallaşmasına, yargının iktidar eliyle araçsallaştırılmasına karşı çok açık bir karar verdi. 8 Temmuz 2025 tarihli kararında AİHM, Selahattin Demirtaş’ın “Kobanê davası” kapsamında süren tutukluluğunun haksız ve siyasi nedenlerle uzatıldığını belirtti. Mahkeme, yalnızca bir hukuki ihlal tespit etmekle kalmadı; bu tutukluluğun, demokratik siyasetin bastırılması amacıyla sürdürüldüğünü de açıkça ifade etti.
Ancak Türkiye hükümeti, AİHM kararını tanımak yerine, 8 Ekim’de bu karara itiraz ederek bir kez daha hukukla siyasi iktidar arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. Bugün ise AİHM, bu itirazı reddetti ve kararı kesinleştirdi. Artık hukuken, Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gerektiği tartışmasız bir gerçektir.
Hukukun değil, siyasetin tutsağı olan bir adalet sistemi
AİHM kararlarının bağlayıcılığı, yalnızca uluslararası hukukun bir gereği değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın da açık hükmüdür. Anayasa’nın 90. maddesi, uluslararası sözleşmelerin iç hukuka üstünlüğünü net biçimde düzenler. Dolayısıyla, AİHM’in Demirtaş kararı, Türkiye açısından bir “dış baskı” değil, Anayasal bir yükümlülüktür.
Fakat iktidarın yıllardır sergilediği tutum, bu yükümlülüğün bilerek ve isteyerek ihlal edildiğini göstermektedir. Türkiye yargısı, özellikle son on yılda, “bağımsız yargı” ilkesinden hızla uzaklaşmış; politik davalarda hukukun değil, iktidarın sözcülüğünü yapan bir yapıya dönüşmüştür. Demirtaş davası bunun en açık örneğidir: Savcıların iddianamelerinde siyasi konuşmalar “delil” sayılmış, demokratik eleştiriler “terör faaliyeti” olarak sunulmuştur.
Kobanê’den bugüne: bir direnişin kriminalize edilmesi
Kobanê, yalnızca bir coğrafya değil; IŞİD barbarlığına karşı halkların ortak direnişinin simgesidir. Ancak Türkiye’de bu direnişi desteklemek, yıllardır “suç” gibi gösterilmeye çalışıldı. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ gibi siyasetçiler, tam da bu dayanışmayı savundukları için hedef haline getirildi.
Oysa Demirtaş’ın yargılanması, hukuki bir süreç olmaktan çoktan çıkmış, politik bir cezalandırmaya dönüşmüştür. AİHM’in kararında da açıkça belirtildiği gibi, bu davanın amacı bir suçun cezalandırılması değil; muhalefetin susturulması, demokratik alanın daraltılmasıdır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı ne anlama geliyor?
AİHM’in 8 Temmuz 2025 tarihli kararının kesinleşmesi, yalnızca Demirtaş’ın özgürlüğüyle ilgili değildir. Bu karar, aynı zamanda Türkiye’deki tüm siyasi tutuklular, tüm susturulmuş sesler, tüm bastırılmış muhalefet için bir umut ışığıdır.
Mahkeme, bu kararla bir kez daha “hukukun üstünlüğü” ilkesini hatırlatmıştır. Eğer bir ülkede iktidar, yargıyı kendi çıkarı doğrultusunda kullanıyor ve uluslararası hukuk kararlarını tanımıyorsa, o ülkede artık hukuk devleti değil, keyfilik hâkimdir.
AİHM kararı aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği açısından da ciddi sonuçlar doğurabilir. Çünkü Türkiye, Mahkeme kararlarını uygulamayı reddederek hem uluslararası itibarı hem de Avrupa hukuk düzeni içindeki yerini riske atmaktadır.
Artık gecikmeye yer yok
Bugün yapılması gereken şey açıktır:
Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve tüm siyasetçiler derhal serbest bırakılmalıdır.
Bu yalnızca bir “adalet” çağrısı değil; aynı zamanda bir “hukuka dönüş” çağrısıdır. Hukuk devletinin temelinde, kimsenin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağı ilkesi vardır. AİHM kararını uygulamamak, yalnızca Demirtaş’a değil, Türkiye halkına da yapılan bir haksızlıktır.
Bir ülkenin vicdanı
Demirtaş’ın cezaevinde geçen yılları, bir hukuk trajedisinin öyküsüdür. Ama aynı zamanda bir toplumun vicdan sınavıdır. Herkesin sessiz kaldığı yerde, hukukun sesi sustuğunda, bir ülke karanlığa gömülür.
Bugün Demirtaş’ın özgürlüğü, sadece bir kişinin özgürlüğü değil; demokratik siyaset, ifade özgürlüğü ve adaletin kendisiyle ilgilidir.
Ve bu ülkede adalet, kimseye bir lütuf olarak değil, her yurttaşa eşit biçimde tanınan bir hak olarak yeniden tesis edilmelidir.
