Henüz 12 yaşında bir çocuktum öldüğünde. Televizyondaki haber spikerinin arka plana saklanmış sesiyle duydum: “Ahmet Kaya yaşamını yitirdi.”
Cümleyi bir sanatçının ölüm haberi gibi değil, sanki bir düşmanın bertaraf edilmesi gibi okudular. O yaştaki bir çocuğun içi nasıl sıkışırsa öyle sıkıştı içim.
Ertesi gün okulda bir arkadaşım dersin ortasında parmak kaldırıp, “Öğretmenim, Ahmet Kaya ölmüş…” dedi.
Öğretmenin yüzünde kendince bir rahatlama vardı:
“Oh oh, iyi olmuş. Dünya bir hainden kurtuldu.”
O cümle, 12 yaşındaki bir Kürt çocuğunun içine bir kaya gibi oturdu. Ahmet Kaya’nın adını çok bilmezdim belki ama Kürt olduğunu, Kürtçe söylemek istediği için dışlandığını bilirdim. Ve ben de bir Kürt çocuğuydum. O gün ilk kez, bir insanın kimliği yüzünden nasıl yok sayıldığını gördüm.
Belki de politikaya merhaba dememin ilk kıvılcımı o andı.
Yıllar geçti, ben büyüdüm, ülke karardı, baskılar çoğaldı.
Ve bir gün…
Ahmet Kaya’nın yaşadıklarını uzaktan izleyen o çocuk, kendini aynı hikâyenin içinde buldu.
Yıllar sonra aynı kader benim kapımı çaldı
Bir zamanlar onun sürgünlüğünü televizyondan öğrenen o çocuk.
Bugün kendisi sürgünde.
Türkiye’de yürüttüğüm gazetecilik nedeniyle yaşadığım baskı beni buralara sürükledi…
Bir zamanlar kasetleri döndürerek dinlediğim o adamın kaderi, yıllar sonra benim kapıma geldi.
“Ülkeye dönememe hali”…
“Memleketin seni bir yük gibi görmesi”…
“Yargının bir kimliğin etrafında dönmesi”…
Hepsi birer cümle değil artık.
Hepsi benim hayatım.
O gece Ahmet Kaya’yı salondan yuhalayarak gönderen zihniyet, yıllar sonra beni de ülkemden kopardı.
Bugün İsviçre’de ‘N’ kimliğiyle yaşayan bir gazeteciyim.
Sürgünlüğün nasıl bir boşluk olduğunu artık şarkılardan değil, bizzat hayatımdan biliyorum.
O geceden sonra hiçbir şey aynı kalmadı
Şubat 1999’da bir ödül töreninde “Kürtçe bir şarkı söylemek istiyorum” dediğinde kıyamet koptu.
Çatallar havada uçuştu, yuhalamalar salonu deldi geçti. Bir sanatçıyı değil, bir kimliği hedef aldılar.
O gece başlayan linç dalgası onu Paris’e sürükledi.
“Ülkeme âşığım” demeye devam etti ama ülke ona kapılarını kapatmıştı.
Ve 2000 yılının bir Kasım sabahında, sürgünün ortasında hayata veda etti.
Ahmet Kaya sürgünde öldü.
Ben sürgünde yaşamaya çalışıyorum.
Aramızda çeyrek asır var ama kader aynı.
25 yıl geçti, zihniyet değişmedi
Bugün Türkiye’de binlerce Ahmet Kaya var.
Sürgünde, cezaevinde, yolda, sınır kapılarında…
Muhalifler yine hedefte.
Gazeteciler yine davalık.
Sanatçılar yine sansür kıskacında.
Kimlikler yine kriminalize.
Hatta kimi zaman Ahmet Kaya’ya güzellemeler yapan iktidar, bugün aynı baskıcı politikaları sürdürüyor.
Sanki yıllar sadece takvim yaprağı eskitti. Adalet, eşitlik, özgürlük yerinde saydı.
Ahmet Ağabey… 25 yıl sonra bu sürgünlük hâlâ bitmedi
Bugün senin aramızdan gidişinin 25. yılı.
Ben ise senin yıllar önce yürüdüğün o yolun başka bir dönemeciyle yüzleşiyorum.
Sürgünün acısını artık çocukluğumun ekranından değil, kendi penceremden görüyorum.
Sen Paris’te yalnızdın. Ben ise Bern’de.
Sen bir şarkının peşinden sürgün edildin, ben bir haberin, bir cümlenin, bir kimliğin.
Ama biliyorum;
Senin araladığın o kapı, bir gün ardına kadar açılacak.
Bir halkın diline, bir sanatçının cesaretine, bir sürgünün hikâyesine borçlu olduğumuz bir kapı bu.
Ve er ya da geç, tıpkı senin hayal ettiğin gibi, o duvarlar yıkılacak.
Halklar özgürleşecek.
Sürgünlük kader olmaktan çıkacak.
