Siyaset, çoğu zaman kinle beslenir. Kim kimden yana, kim hangi cephede, kim ne kadar “bizden” sorularıyla başlar her şey. Bir insan, bütün ömrünü en ağır koşullarda mücadeleye adamış olsa bile, bir gün kendini en devrimci olarak niteleyenler tarafından “hain” ya da “dönek” damgasını yiyebilir.
Yakın zamanda kaybettiğimiz, bağrımıza ağabey diye bastığımız, halkımızın sanatçısı, aydını ve ailelerimizin siyasetçisi olan sevgili Sırrı Süreyya Önder hakkında yayılan öfke dolu yazılar, bu ayrışmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini bize gösteriyor.
Ama o gürültüye rağmen, ölümünün ardından en zıt kutuplardan gelen taziye ve sahiplenme mesajları başka bir şeyi açığa çıkardı: İnsaniyet, siyasetten çok daha güçlü bir bağdır.
Bu yazımda, Sırrı ağabeye yöneltilen suçlamalara değil, bu suçlamaların ardındaki toplumsal körlüğe odaklanmak istiyorum. Çünkü bazen “uzlaşma” diye küçümsenen şey, aslında insan kalabilme direncidir.
Onun hayatındaki en çok tartışılan şeylerden biri, cezaevinde bile eski bir MHP’li vekille diyalog kurabilmesiydi. Solumuzdaki düşmanlar bunu “faşizme hoşgörü” ve “sınıf bilincini yitirmek” olarak nitelendirmişti.
Ama mesele öyle basit değil. Direnişimiz elbette zulme karşı durmamızı gerektirir fakat direniş, devletin nefret diline teslim olmak demek değildir. 12 Eylül’ün “karıştır-barıştır” politikası, düşmanları bir hücreye tıkayıp onları insanlıktan soğutmak içindi.
Sırrı Süreyya ise, tam tersine, o ortamda bile insan kalmayı cesaretini gösterdi. Karşısındakini bir yaratık değil, insanı makineleştiren o korkunç ideolojinin kurbanı olarak görebilmek asıl teslimiyetsizliktir.
Kin duymamak pasif bir şey değildir. Aksine, geleceğe dair bir iradenin kanıtıdır. Çünkü insan, ancak konuşabildiği sürece zulmün çizdiği sınırları aşabilir. Dönüşüp dönüştürmek üzere kurulu olan bu düzende bizler onlara dönüşmeden onları dönüştürebilmek için her zaman diyalogun ve barışın saflarında olacağız.
Saldırının Sanat tarafı:
Hakkındaki altı boş suçlamalardan bir başkasına gelecek olursak…Hepimizin izlediği o meşhur filminde idamlardan değil, genelevdeki kadınların ve çocukların hikâyesinden bahsetti diye, “asıl mücadeleyi sulandırmakla” suçlandı.
Hepimiz biliyor ki sanatın görevi sadece propaganda değil, hayatın en sessizlerinin de sesini duyurmaktır. O filmde, toplumun en görünmezleri vardı: kadınlar, çocuklar, dışlananlar. O hikâyelerdeki sessiz gürültü ise hala hayatlarımızın bir gerçeği olarak duruyor.
Bu, onun ideolojik bir zaafı değil, vicdani bir tercihiydi. Halkın sanatı dediğimiz şey tam da budur. Kaldı ki bunca eleştirinin gölgesinde F tiplerini halkın habersiz kesimlerine duyuran da yine Süreyya’nın F Tipi Filmidir.
Milletvekiliyken, kendi ideolojisine ters düşen bir filmin sansürlenmesine karşı çıkması da saçma bir biçimde eleştirilmiş.
Oysa ifade özgürlüğü, taraflı bir hak değildir. Bugün bizim kitaplarımız yasaklanırken, karşıtlarımızın sözü susturuluyorsa, yarın sıra yine bize gelir. Kaldı ki sıra hiç bizden vazgeçmemişken aynı durumu başkaları için savunmak büyük bir ikiyüzlülük örneği olacaktır.
Demokrasi ve barış taraflar arasında değil, vicdanla devletler arasındaki kavgadır. Ve o bu kavgayı, kimseye yaranmaya çalışmadan onurluca sürdürdü.
Sırrı Süreyya Önder’e yöneltilen suçlamalar, politik hırsın ve eski nefretlerin tortusudur.
Ama onun yaşamı, bazı kötü niyetliler hariç bizlere ideolojilerin soğuk duvarlarını aşmanın mümkün olduğunu gösterdi.
Öldüğünde, birbirine düşman cephelerin aynı sofrada buluşması, aslında bu toplumun hâlâ iyileşme umudu taşıdığını kanıtladı. Biz, bizden görünen düşmanlara inat onun barış mirasını taşıyacağız.
O, bölünmeye değil, birbirini anlamaya çağırdı.
Onun mirası ne döneklik ne de teslimiyettir, apaçık bir barış elçiliğidir.
Ve bu açıklık, siyaset üstü bir insanlık dersi olarak, yolumuzda ışık olacak. İyi ki varsın, iyi ki vardın Sırrı ağabey!
