ABD Başkanı Donald Trump’tan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’ye, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve Macaristan Başbakanı Viktor Mihály Orbán’a uzanan otoriter, patriyarkal ve muhafazakâr iktidar mimarisi karşısında, insanlık adına umutsuzluğa kapılmamak neredeyse imkânsız.
Bu liderler yalnızca kendi ülkelerinde değil, küresel ölçekte de demokrasinin normatif temellerini aşındıran, toplumsal cinsiyet eşitliğini gerileten ve yurttaşlık bilincini yeniden hiyerarşik ilişkiler ekseninde tanımlayan bir siyasal dalganın temsilcileridir. Otoritenin bu yeni biçimleri, halk iradesine dayandıkları iddiasına rağmen, toplumu inançsal ve etnik aidiyetler üzerinden bir hiyerarşiye sokarak korku, milliyetçilik ve dinsel muhafazakârlık üzerinden disipline eden bir yönetimsellik anlayışını kurumsallaştırmaktadır.
Bu tablo, liberal demokrasilerin uzun süredir taşıdığı kriz dinamiklerinin artık periferiden merkeze taşındığını göstermektedir. Siyasetin popülizmle iç içe geçtiği, hakikat-sonrası çağın iletişim biçimleriyle birleştiği bu dönemde, otoriter liderlik yalnızca bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda bir kimlik siyaseti biçimine dönüşmüdür. Dolayısıyla karşımızdaki sorun, sadece iktidarların otoriterleşmesi değil; aynı zamanda toplumların, bu otoriterliğe duygusal ve ideolojik bir meşruiyet kazandırma eğilimidir.
Bu karanlık tabloya rağmen, insanlığın kolektif direniş belleği hâlâ tükenmiş değildir. İktidarın merkezileşmesine karşı toplumun örgütlenme potansiyelini, hiyerarşiye karşı yatay dayanışma biçimlerini, korkuya karşı ise neşeli militanlığın yaratıcılığını hatırlatmaktadır. Bu paradigma, özgürlüğü yalnızca devletin tanımladığı bir hak kategorisi olarak değil, toplumsal ilişkilerde yeniden üretilebilen bir etik-pratik süreç olarak kavrar. Dolayısıyla bugün, otoriterliğin yükseldiği bir dünyada dahi, insanlık adına umutsuzluğa kapılmamanın imkânı tam da bu kolektif özneleşme potansiyelinde, yani halkların, kadınların ve ekolojik hareketlerin bir araya gelerek kurduğu çoğul, özyönetimci ve neşeli dayanışma ağlarında yatmaktadır.
Bu kolektif dayanışmanın bir kısmı ile birlikte nelerin yapılabileceğini son ABD seçimlerinde gördük. Günümüzde kapitalist sistemin merkezi sayılan New York’u 1 Ocak 2026 tarihinden itibaren; “Sizdenim ve sizinleyim,” diyen sosyalist Zohran Mamdani yönetecek.
Zohran Mamdani’nin New York gibi finans kapitalin kalbinde elde ettiği seçim başarısı, kapitalizmin merkezinde dahi toplumsal dönüşüm arayışlarının bastırılamayacağını gösteren çarpıcı bir örnektir. Mamdani, neoliberal kentsel politikalara karşı kiracı haklarını, toplumsal adaleti ve göçmen dayanışmasını ve saatlik asgari ücretin yaklaşik iki katına çıkarılmasını savunan bir söylem kurarak, sermayenin merkezinde alternatif bir politik tahayyülün mümkün olduğunu kanıtladı. Onun başarısı, sadece sol bir seçim başarısı değil, aynı zamanda sistemin kalbinde yankılanan bir “toplumsal vicdan” çağrısıdır.
Bu yönüyle Mamdani, milyarderlerin merkezileşmiş iktidar ve piyasa tahakkümüne karşı, yerel toplulukların, mahalle meclislerinin, grupların ve aktivist bireylerin katılımını ve dayanışmacı yönetim biçimlerini yeniden hatırlatır. Dolayısıyla bu başarı otoriter ve patriyarkal iktidarların küresel yükselişi karşısında, hâlâ başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair güçlü bir politik ve ahlaki kanıttır.
Benzer bir değişimi bir hafta önce İrlanda seçimlerinde yaşadık. Sol görüşlü bağımsız kadın aday Catherine Connolly, oyların yaklaşık %63’ünü alarak İrlanda’nın 10. Cumhurbaşkanı seçildi.
68 yaşındaki Catherine Connolly, eski bir avukat (barrister) ve 2016’dan bu yana bağımsız milletvekili olarak görev yapıyor. Sosyal adalet, kadın hakları ve insan hakları konularındaki açık sözlü tutumuyla tanınan Connolly, özellikle Gazze’deki savaşa yönelik İsrail karşıtı eleştirileri ve İrlanda’nın uluslararası insancıl hukuka bağlı kalması gerektiği yönündeki ısrarlı çağrılarıyla dikkat çekti.
Üçüncü bir gelişmeyi de Hollanda seçimlerinde gözlemledik. Göçmen karşıtı aşırı sağın seçimleri kazanma ihtimali tartışılırken seçim sonuçlarına göre Rob Jetten Hollanda’nın ilk açık eşcinsel başbakanı olmaya bir adım uzakta.
Hollanda’nın liberal sosyal demokrat eğilimli D66 partisinin lideri Rob Jetten, çarşamba günkü seçimlerde güçlü bir performans göstererek ülkenin en genç ve açıkça eşcinsel olduğu bilinen ilk başbakanı olabilir.
Bu üç figürün -Zohran Mamdani, Catherine Connolly ve Rob Jetten’in- ortaya koyduğu siyasal çizgi, günümüz kapitalist sisteminde farklı coğrafyalarda yükselen ortak bir etik-politik hattın göstergesidir. Her biri kendi ülkesinde egemen sınıfın, patriyarkal değerlerin ve piyasa merkezli rasyonalitenin dışında yeni bir siyasal tahayyül inşaya çağrı olarak da okunabilir.
Mamdani’nin emek merkezli, kiracı ve göçmen dayanışmasına dayalı belediyecilik anlayışı; Connolly’nin insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve Filistin halkıyla kurduğu açık dayanışma hattı; Jetten’in kimlik ve özgürlük eksenli eşit yurttaşlık vurgusu aynı tarihsel akışın farklı biçimlerdeki yansımalarıdır. Bu çizgi, siyaset sahnesinde yalnızca iktidar talebiyle değil, değerler temelli bir “ortak yaşam etiği” ile var olmayı hedefler. Her üç lider de, günümüzde kapitalist sistemin ürettiği rekabet, ayrımcılık ve sömürü biçimlerine karşı toplumsal dayanışmayı yeniden kurma iradesini işaret ediyor.
Bu ortaklık, neoliberal düzenin krizine verilen parçalı tepkilerden çok daha öteye geçmektedir. Çünkü hem Mamdani’nin kamusal alanı yeniden toplumsallaştırma çağrısı, hem Connolly’nin Filistin halkı için yükselttiği vicdani dayanışma sesi, hem de Jetten’in kimlik özgürlüklerini emek ve çevre adaletiyle buluşturan politik yaklaşımı, yeni bir uluslararası dayanışma hattının işaretleridir. Bu hat “küresel adalet” fikrini yeniden tanımlamakta; sömürgecilik, patriyarka ve neoliberalizm üçgeninde sıkışmış dünyaya tabandan bir alternatifin ihtimal dışı olmadığını göstermektedir. Kısacası, New York’tan Galway’e, Amsterdam’a uzanan bu yeni politik dalga, yalnızca seçim başarılarının ötesinde, insanlığın ortak kurtuluş tahayyülünü yeniden kurma cesaretini de güçlendirmektedir.
Bugün insanlığın/hepimizin önünde duran görev, umudu bir duygudan çok bir eylem biçimine dönüştürmektir. Çünkü umut, edilgen bir bekleyiş değil, yaşama yeniden müdahil olmanın en yaratıcı yoludur. Mamdani’nin, Connolly’nin ve Jetten’in başarılarına dair farklı fikirlerimiz de olabilir. Onların o küçük alımlarında bizlere düşen, yalnızca izlemek değil; kendi mahallelerimizde, işyerlerimizde, sokaklarımızda adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün küçük adımlarını çoğaltmaktır. Her birimizin sesi, bir araya geldiğinde dayanışmanın ortak yankısına dönüşebilir
