Tahir Elçi, Dört Ayaklı Minare’nin önünde öldürüldü. İnceden inceye hazırlanmış bir suikastle değil büyük ihtimalle. “Öldürebilirsiniz” açık çekiyle öldürüldü Tahir Elçi. Polisler o çekin provisyonunu sokağa çıkma yasağı ile av alanı haline getirdikleri mahallelerde kadınları, çocukları, yaşlıları öldürerek, cinayetlerinin ardından Esedullah Timi yazılamaları yaparak almışlardı ve her gün yeni bir cinayetle, yeni bir nefret suçuyla alıyorlardı. Açık çeki arka cebine koyan polislerden biri fırsatını bulmuşken vuruverdi Tahir Elçi’yi. “Kim vurduya gideceğinden” emindi. Belki de amirleri, “fırsatı bulununca vurulacakların” bir listesini de vermişlerdi ve Tahir Elçi de o listenin üst sıralarındaydı kimbilir… Şu bir haftada olan bitene bir bakın:
Önce Selahattin Demirtaş’a ateş edildi. Valiliğin “camdaki iz kurşun izi değil” açıklamasına inanan var mı? Yok!
Öyleyse Valilik suikastın arkasında!
Sonra Rus uçağı düşürüldü. Cumhurbaşkanı’nın “hava sahamızı ihlal ettikleri için düşürdük” açıklamasına inanan var mı? Yok!
Öyleyse Hava Kuvvetleri IŞİD’in petrol koridorunun güvenliğini sağlıyor!
Sonra Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı. Başbakan’ın “tutuklanmalarını yerinde bulmuyorum ama yargı bağımsızlığı var” açıklamasına inanan var mı? Yok!
Öyleyse hükümetin “hakim cübbesi giydirilmiş” adam kaçırma, kaldırma timleri iş başında!
Sonra Tahir Elçi öldürüldü. Başbakan ve iki bakanının “ya (PKK) suikast(i), ya da çatışmanın arasında kaldı“ açıklamasına inanan var mı? Yok!
Öyleyse cinayeti “polis kimliği verilmiş” suikastçı timleri işledi!
Açıklamaların hepsinde “biz yaptık ve devam edeceğiz” denildiğinden kimsenin şüphesi var mı? Yok!
Bütün bunlar olurken, mafya şefi Sedat Peker’e Kültür Bakanlığı’nın sponsorluğundaki bir “Kurultay”da “Dünya Türklüğü Hakanı” ünvanı veriliyor. Yani “linç çeteleri”ne hükümet korumasının sürdüğü ilan ediliyor.
Bütün bunlar olurken, Esenler ve Bağcılar MHP ilçe başkanlarının “Bayırbucak Türkmenleri”nin yanında savaşa katılmak üzere ellerini kollarını sallayarak Suriye’ye geçtikleri ve burada Cihatçı çetelere katıldıkları haberleri “cephe magazini” havasında havuz medyasını süslüyor; BBP’liler, “gönüllü grupları” ile fotoğraflar çektirip, davul zurnayla Suriye yoluna düzülüyorlar. Yani IŞİD’e, Nusra’ya katılmak hala serbest. Döndüklerinde de Esadullah timlerinde yerleri hazır.
Kontrgerillanın nereden nereye geldiğini görüyor musunuz?
Ordunun, MİT’in, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin içerisine ustalıkla gizlenmiş dar birimlerden oluşan kontrgerilla çekirdeği devletin bütün kurumlarında, emniyetinde, yargısında, üniversitesinde, bakanlıklarında egemen kültür ve kurumsal özne haline gelmiş; Kafkaslardan Balkanlara, Ortadoğu’dan Avrupa’ya uzanmış; bankacılık sistemine ve uluslararası ticaret zeminlerine yayılmış; “havuz medyası”ndan tamamı imam-hatipleştirilmiş eğitim kuruluşlarıyla toplumun zihnine çöreklenmiş; sendikalarıyla, “gönüllü” yardım kuruluşlarıyla, mafyöz sokak çeteleriyle gündelik hayatı kuşatmış bir Tepegöz artık.
“Sömürge tipi faşizmin omurgası kontrgerilladır” belirlemesi doğruysa, kontrgerillayı durdurmadan faşizmi durdurmak ve yıkmak mümkün değildir. Faşizme karşı mücadele de “parlamenter temsil yeteneğimizi artırmaya”, “vicdanları feth etmeye” daraltılmış bir mücadeleyle, yani “çalıyı dolaşarak” kazanılamaz. Köpekle dalaşmak, dalaşabilmek zorundayız.
İşte bu yüzden, “AKP faşizmine karşı mücadele” cümlesini kuran hiç kimsenin, Dört Ayaklı Minare’nin önünde katledilen Tahir Elçi’nin öldürülmesinden Sur barikatındaki silahlı direnişçilere pay çıkaracak bir tek cümle kurmaması gerekir. 1980 öncesinde Ankara’da Abidinpaşa’da çatışma ortasında kalan bir solcunun kendisini Tuzluçayır’a atarak güvence altına alabildiği gibi, Tahir Elçi de silahlar patladığında elli metre ilerisindeki Sur barikatının arkasına geçebilmiş olsaydı bugün aramızda olacaktı. Sur barikatı, faşizme karşı mücadeleyi zayıflatan bir “aşırılık” değil, faşizme karşı mücadeleyi ciddiye alan herkesin yokluğundan korkması gereken bir duldadır.
(Bu yazı Yeni Özgür Politika gazetesinden alınmıştır.)