Şiddet ve savaş ikliminde ‘barış’a dair konuşmak hiç bir zaman kolay olmdı. Mevcut siyasi elitler ‘barış’ kelimesini, ya da ‘barışı talep etme’nin kendisini bir anda sakıncalı kelimeler listesine ekleyerek ‘terörle iltisaklı’lar torbası içine atabiliyorlardı. Zira barışa dair konuşmak, barışı talep etmek ‘terör örgütü’ ağzı ile konuşmak gibi bir argüman ile ifade ediliyordu. Bu torbada isimlerini bulunan binlerce insan hala Türkiye cezaevlerinde tutsak.
Her zaman ifade etmek lazım gelir ki; elitlerin hiçbir zaman ‘barış’a dair bir politikaları/dertleri olmadı/olmaz. Onlar için kendi iktidar ve güç alanlarının tahkiminde sadece bir araçtır ‘barış’. Türkiye’de adını koymaktan itina ile kaçınılan bir süreç yaşıyoruz. Yakındakiler, uzaktakiler bu sürece dair söz kuruyor, yol alması için katkı sunmaya çalışıyoruz. Bu kez de engel olarak karşımızda bilcümle ‘memeleketin demokratikleşmesi derdi’ olanlar sıra sıra duruyorlar. Adı konulmayan bu sürece bir ad koymaktan, içeriğini doldurmaktan, barışı toplumsal bir talebe dönüştürmekten ziyade, günün her saatinde iktidarın antidemokratik uygulamalarına dikkat çekerek, “Biz dememiş miydik?” gibi bir hamasete hızlıca savruluyorlar. Oysa barış doğrudan karşı olunacak bir şey değildir. Barış toplumsal kesimlerin kendi pratikleri, emekleri ile kurulan bir süreçtir, bu anlamda toplumsal mücadelenin alanıdır barış.
İktidarın toplumsallaşmış bir barıştan çekindiğini çok rahat bir şekilde kendi pratiklerinden görebilmekteyiz. AKP açısından barış, bir yandan kendi iktidar alanını tahkim ederken öte yandan silahların susmasıyla birlikte bölgede iktidara yakın sermaye gruplarına kaynak aktaracak yeni ekonomik düzenin kurulmasıdır. AKP/Erdoğan perspektifinde barış, savaşın durduğu ancak sömürünün kesintisiz ve daha katmerli sürdüğü bir negatif barış halidir. Bu yüzden süreç hiçbir zaman topluma açılmıyor çünkü barış toplumsallaşırsa, yağmanın değil halkların belirlediği bir yön kazanacaktır.
Bir yandan AKP/Erdoğan barışın toplumsallaşması önünde engel olarak dururken, öte yandan, muhalifliklerini AKP/Erdoğan karşıtlığına eşitleyen/indirgeyen geniş kesimler de benzer bir pratiğin sahipleri olarak barışın toplumsallaşması için mücadele edenlerin önlerinde bir engel olarak durmaktadır. Kürt siyasasının barış ve çözüme dair söylem ve politikalarından kelimeler, cümleler çekerek çözüme, barışın toplumsallaştırılmasına dönük çaba ve emekleri iktidara payanda olarak göstermekten imtina etmemekteler. Bu tavırlar, çoğu zaman farkında olunmadan, barış ve çözüm sürecinin asli öznesi olan Kürtlerin deneyimini ve biriktirdiği toplumsal hafızayı görünmez kılarak, demokratikleşme mücadelesine zarar veren bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu pratikleri ile adeta barışı ve çözümü karşıtı olduğun, çatıştığın güç ile gerçekleştirme realitesini görmezden gelen bir akıl tutulması yaşamaktalar.
Barış talebinin kriminalize edilmesi sadece devlet aklının değil, aynı zamanda toplumsal-siyasal muhalefetin de içine sıkıştığı bir konfor alanını görünür kılıyor. Barış, Türkiye siyasetinin alışageldiği kutuplaşma ve suçlama dilinin içinde giderek daha fazla “tehlikeli” bir alan olarak kodlanıyor. Oysa barış tehlikeli değil; ancak iktidarın militarist, erkek egemen ve sömürüye dayalı yapıları için tehdit edici bir potansiyele sahip. Çünkü barış talebi bu yapıları meşrulaştıran şiddet döngüsünü kırma kudretine sahiptir. Bu yüzden iktidarın ötesinde, geniş muhalif kesimlerin de barıştan duyduğu bu “çekingenlik”, aslında kendi politik tahayyüllerinin sınırlılığının bir yansımasıdır.
Tam da bu nedenle, barış mücadelesi reel politik hesapların ya da partisel çıkarların ötesine geçen bir toplumsal etik meselesi olarak ele alınmalıdır. Barışı talep etmek, sadece çatışmanın sona ermesini istemek değildir ; aynı zamanda demokratik dönüşümü, adaleti, yüzleşmeyi ve yeni bir toplumsal sözleşmeyi talep etmektir. Bu anlamıyla barış, kendi kendine gelecek bir bahar değildir ; toplumsal güçlerin ısrarı, cesareti ve dirençli örgütlenme pratikleriyle mümkün olur. Bugün ihtiyaç duyulan, barışı “riskli” bir söylem olmaktan çıkarıp halkların ortak geleceği için kurucu bir siyasal hat haline getirmektir.
Türkiye’nin bugün içinden geçtiği süreç, barışın bir lütuf ya da iktidar mühendisliğiyle inşa edilemeyeceğini açık biçimde göstermektedir. Gerçek bir barış, ancak toplumsal öznenin —özellikle de bu ülkenin en ağır bedellerini ödeyen başta Kürtler olmak üzere halkların, inaçların, kadınların, emekçilerin— iradesi, sözü ve hafızasıyla kurulabilir. Bu nedenle barış mücadelesi, devletin tanımladığı sınırların dışına taşan; militarizmi, sömürüyü ve inkârı aşındıran bir toplumsal seferberliği zorunlu kılar. Bugün barışa cephe alan tüm politik tutumların karşısına, halkların eşitliği, özgürlüğü ve ortak geleceği için ısrarlı, sabırlı ve cesur bir barış hattı çıkarmak tarihsel bir görevdir. Barış, ancak bu ısrar sayesinde, bir suçlama konusu olmaktan çıkıp yeni bir demokratik yaşamın kurucu zemini haline gelebilecektir.
Bu bağlamda,farklı toplumsal yapılar ile kendisini muhalif ve demokrat olarak tanımlayan tüm çevrelerin dikkat etmesi gereken temel nokta, barış meselesini iktidara karşı pozisyon alışlarının basit bir uzantısı olarak değil, toplumun geleceğini belirleyen stratejik ve etik bir mesele olarak ele almaktır.
Bu bağlamda, öncelikle, barışın asli öznesi olan Kürtlerin deneyimini, hafızasını ve siyasal taleplerini görünür kılmak ; onları araçsallaştırmayan, yok saymayan bir dil kurmak zorunludur.
İkinci olarak, barışın kriminalize edilmesine karşı ortak bir tutum geliştirmek, devletin militarist söylemlerini muhalefet içinde yeniden üretmekten kaçınmak gerekir.
Üçüncü olarak, barış talebinin ‘iktidara yarar’ klişesine sıkıştırılmasına karşı politika üretmek ; barışı yalnızca çatışmanın bitmesi değil, demokratikleşmenin kurucu zemini olarak kavramak önemlidir.
Son olarak, barış sürecini kapalı kapılar ardında yürüyen bir teknik müzakere alanı değil, toplumsal katılımın, şeffaflığın ve ortak aklın güçlendiği bir demokratik mücadele sahası olarak görmek gerekmektedir.
