1923, yalnızca bir devletin kuruluş yılı değil; aynı zamanda imparatorluk enkazı üzerinde yükselen bir kimlik mühendisliğinin başlangıcıydı. Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyetini sağlayan diplomatik bir dönüm noktası olarak alkışlanırken, bu tarihsel mutabakatın gölgede kalan sayfalarında bir halkın sessizleştirilmiş hikâyesi yer aldı: Kürtler.
Sevr’den Lozan’a: Unutulan umut
Lozan’dan yalnızca üç yıl önce, 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması, Kürtlere tarihsel olarak belki ilk kez uluslararası bir statü vaadinde bulunmuştu. Sevr’in 62–64. maddeleri, Kürtlere özerklik ve şartlar oluşursa bağımsızlık imkânı tanıyordu. Ancak bu vaadin hiçbir zaman uygulanmayacağı kısa sürede anlaşılmıştı. Nitekim Ankara’da Mustafa Kemal liderliğinde gelişen yeni siyasal hareket, Sevr’i bir “ölüm fermanı” olarak reddederken, Lozan’a bambaşka bir ideolojik kimlikle oturdu.
Lozan’da İsmet İnönü’nün başkanlığında yürütülen müzakerelerde, yeni Türkiye’nin temel yapısal ilkesi açıkça ortaya kondu: Tek millet, tek dil, tek vatan. Bu ideolojik çerçevede Kürt meselesi, diplomatik olarak “yok” sayıldı.
Lozan masasında Kürtler neden yer almadı?
Lozan görüşmelerinde azınlık hakları tartışılırken, gayrimüslim topluluklara (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler) çeşitli kültürel ve dinsel güvenceler sağlandı. Ancak Müslüman unsurlar –özellikle Kürtler– söz konusu olduğunda “aynı milletten” sayılma gerekçesiyle herhangi bir kültürel veya etnik statü tanınmadı.
Bu tutum, yalnızca diplomatik bir karar değil, aynı zamanda yeni kurulacak cumhuriyetin ulus-devlet modeli açısından stratejik bir tercihti. Zira Kürt kimliğinin tanınması, Sevr’in hayaleti gibi Ankara’nın arkasında dolaşan ayrılık korkusunu besleyebilirdi. Dolayısıyla Kürtler, Lozan’da müzakere edilen değil, bilinçli olarak görmezden gelinen bir gerçeklik haline getirildi.
Tarih yazımında görünmeyenler
Lozan sonrası Türkiye’de etnik çoğulluğun yerini homojenleştirme politikaları aldı. Kürt dili kamusal alandan silindi, isyanlar bastırıldı, coğrafi adlar değiştirildi ve “Kürt” kelimesi bile resmi literatürden çıkartılmaya çalışıldı. Bu süreç, yalnızca fiziksel bir inkâr değil, aynı zamanda kültürel bir silinme anlamına geliyordu.
Lozan, Kürtler için yalnızca bir siyasi dışlanma değil; aynı zamanda tarihsel hafızadan da dışlanma sürecini başlattı. O günden bugüne dek süregelen kimlik mücadelelerinin kökleri işte bu sessizlikte saklıdır.
Bugün, yüz yıl sonra
Lozan’ın 100. yılı geride kalırken, bu antlaşmayı yalnızca bir zafer belgesi olarak okumak, tarihsel bir yanılsamaya kapılmak olur. Çünkü her siyasi mutabakat aynı zamanda bir red ve dışlamayı da içerir. Ve Kürtler için Lozan, tam da bu dışlanmanın miladıdır.
Bugün Kürt meselesi hâlâ çözüm bekliyorsa, bunun nedenlerinden biri de Lozan’daki bu tarihsel suskunluktur. Tarih, sadece imzalanan metinlerde değil; o metinlerde hiç geçmeyen isimlerde, dillendirilmeyen kimliklerde de yazılır.
Belki de şimdi, bir asır sonra, o sessiz sayfayı açmanın ve yeniden okumanın vaktidir. Çünkü bir halkın varlığı, uluslararası metinlerde tanınıp tanınmamasından ibaret değildir, ama o metinlerin sessizliği bazen bir halkın yüzyıllık kaderini belirler.