Giriş
Anayasa mı dönüştürür, toplum mu?
Bugün Türkiye’de siyasetin ön sıralarındaki tartışmalardan biri “yeni anayasa” meselesidir. Kimileri mevcut anayasayı “askeri vesayet ürünü” olarak tanımlar; kimileri ise anayasa değişikliğini “büyük bir demokratik adım” gibi sunar. Ancak şu soruyu sormadan yapılan her anayasa tartışması eksik kalacaktır:
Anayasayı değiştirmek, gerçekten toplumu dönüştürür mü?
Yoksa önce toplumun kendisi, kurumları ve işleyişi mi değişmelidir?
Anayasa, bir devletin temel yasasıdır. Hakları tanımlar, kurumları kurar, yetkileri sınırlar. Ama unutulmaması gereken bir gerçek var:
Anayasa bir “belge”dir, kağıt üzerindedir. Onu hayata geçirecek olan ise, toplumun gücü ve devletin yapısıdır.
Bir ülkede demokrasi yoksa, yargı bağımsız değilse, iktidar hesap vermiyorsa, basın özgür değilse; dünyanın en güzel anayasası bile bir sonuç vermez. Çünkü anayasa tek başına bir toplumun karakterini değiştiremez. O sadece o toplumun mevcut güç dengelerini, anlayışını ve iradesini yansıtır.
Bugünlerde sıkça dile getirilen “yeni anayasa” çağrıları, çoğu zaman başka büyük soruları gözden kaçırıyor:
Türkiye gerçekten demokratikleşti mi?
Yargı bağımsız mı?
Basın özgür mü?
Kadın-erkek eşitliği sağlandı mı?
Çocuklar eşit eğitim alabiliyor mu?
Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, LGBTİ+ bireyler eşit yurttaşlık hakkına sahip mi?
Eğer bu sorulara net bir “evet” diyemiyorsak, anayasa yapmaktan önce yapılması gereken çok daha temel işler var demektir. Çünkü esas olan, anayasa yazmak değil, yaşanabilir bir toplum inşa etmektir.
Bu çalışmada aşağıdaki temel varsayımı esas alarak ilerlemektedir:
Yeni bir anayasa, ancak toplumsal, siyasal ve hukuksal yapıda köklü reformlar yapıldıktan sonra gerçek anlamda dönüşüm sağlar.
Aksi halde, anayasa değişikliği yalnızca bir “vitrin değişikliği” olur; mevcut adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve otoriter eğilimleri gizlemek için bir perdeye dönüşür.
Anayasa elbette önemlidir. Ama öncesinde “hangi toplum, hangi devlet, hangi vatandaşlık anlayışı, hangi eşitlik algısı” sorularını sormadan hazırlanacak bir anayasa, gerçek bir dönüşüm değil, makyaj olacaktır.
İşte bu yazıda, anayasa değişmeden önce nelerin değişmesi gerektiği üzerine birlikte düşüneceğiz.
1. Anayasa neyi değiştirir, neyi değiştiremez?
Bir anayasa, bir devletin nasıl işleyeceğini, hangi kurumların nasıl çalışacağını ve bireylerin hangi haklara sahip olduğunu yazılı hale getirir. Ama bu yazılı kuralların ne ölçüde uygulanacağı, o toplumun gerçek güç ilişkilerine ve kurumsal yapısına bağlıdır.
Anayasa, biçimi tanımlar; içeriği belirlemez
Bir ülkenin anayasasında “ifade özgürlüğü vardır” yazması önemlidir. Ama o ülkede gazeteciler cezaevindeyse, televizyonlar susturuluyorsa, sosyal medya paylaşımları suç olarak yargılanıyorsa, o anayasa sadece bir yazıdan ibarettir.
Benzer şekilde, “herkes yasalar önünde eşittir” demek kolaydır. Ama hukuk sadece güçlüleri koruyor, yargı siyasal baskı altında karar veriyor, sıradan insanlar adalete ulaşamıyorsa, o anayasa gerçek hayatta işlemiyor demektir.
Anayasa, kağıt üzerindeki bir sözdür; onun gerçekten anlamlı olup olmayacağını belirleyen şey, siyasal irade, kurumsal yapı ve toplumsal güç dengeleridir.
Türkiye deneyimi: Güzel anayasa, acı gerçekler
Türkiye’de 1961 Anayasası, nasıl bir dönemde yapıldığına bakılmaksızın, birçok bakımdan ilerici bir metindi. Sosyal hakları tanıyor, sendika hakkını koruyor, düşünce özgürlüğünü güvence altına alıyordu. Ama bu anayasa yürürlükteyken, 1971’de darbe oldu. İnsanlar işkenceden geçirildi, siyasal partiler kapatıldı, sendikalar bastırıldı. Çünkü anayasa kâğıt üstünde ilericiydi, ama gerçek güçler daha farklıydı.
1982 Anayasası ise askeri bir darbenin ardından yapıldı. Daha otoriter, daha sınırlayıcı bir metindi. Bugün hâlâ yürürlükte. Ama ne zaman ki toplumsal muhalefet yükseldi, ne zaman ki hak arayışı sokağa yansıdı, o zaman bu anayasanın da sınırları zorlandı.
Yani hem ilerici bir anayasa döneminde baskı olabilir, hem baskıcı bir anayasa döneminde özgürlük alanları zorlanabilir. Farkı belirleyen şey, anayasa değil, toplumsal ve siyasal mücadeledir.
Anayasa, dönüşümün aracı mı, sonucu mu?
Birçok kişi anayasa değişince her şeyin düzeleceğini sanır. Oysa anayasa çoğu zaman bir değişimin sonucu olur, onun nedeni değil. Gerçek bir dönüşüm önce toplumsal yapıda, siyasal kurumlarda, sınıfsal dengelerde yaşanır. Anayasa ise bunu yasal zemine oturtur.
Bu yüzden anayasa yazmak, bir başlangıç değil, bir taçlandırma olmalıdır. Eğer öncesinde dönüşüm olmamışsa, yeni bir anayasa da eski düzeni yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.
Anayasasız ama güçlü haklar: İngiltere örneği
Bu durumu daha iyi anlamak için İngiltere’ye bakalım. İngiltere’nin yazılı, tek bir anayasa metni yoktur. Anayasa yerine geleneksel belgeler, yasalar, teamüller ve yargı kararları üzerinden işleyen bir sistem kurulmuştur. Buna rağmen İngiltere, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, bağımsız yargı ve siyasal istikrar açısından dünyadaki en gelişmiş demokrasilerden biri olarak kabul edilir.
Haklar, özgürlükler ve denge-denetleme mekanizmaları, sadece anayasal kurallar yoluyla değil; yüzyıllar boyunca oluşmuş bir hukuk kültürü, güçlü kurumlar ve sivil toplum dinamikleri sayesinde korunur. Parlamento geleneği, yargının tarafsızlığı ve basının özgürlüğü, anayasa metni olmadan da hayata geçirilmiş ve içselleştirilmiştir.
Bu örnek bize şunu gösteriyor:
Bir ülkede hak ve özgürlüklerin gelişmesi için illaki “yeni bir anayasa” gerekmez. Esas olan, bu hakların gerçekten uygulanabildiği bir siyasi ve toplumsal düzenin kurulmasıdır.
Dolayısıyla anayasa, tek başına demokrasinin garantisi değil; o demokrasi kültürünün bir ürünü olabilir.
2. Demokrasi ve hukuk: Yapısal bir dönüşümün temelleri
Anayasa tartışmalarının temelinde yatan beklenti şudur: Eğer metni değiştirirsek, toplumu da değiştiririz. Ancak demokrasi ve hukuk, yalnızca yasalarda yazdığı için değil, hayatın her alanında işlediği için vardır. Gerçek bir demokratik toplum, yalnızca kurallarla değil, kültürle, kurumlarla ve iradeyle inşa edilir.
Demokrasi kâğıtta değil, kurumlarda yaşar
Demokrasi, yalnızca seçimden ibaret değildir. Gerçek bir demokrasi, şu temel dayanaklar olmadan kurulamaz:
- Güçlü ve tarafsız bir yargı
- Özgür bir medya
- Bağımsız denetim kurumları
- Sivil toplumun örgütlenme hakkı
- Azınlıkların, muhaliflerin ve farklı yaşam tarzlarının korunması
Bu unsurlar, yalnızca anayasa metnine yazılarak değil; kurumsal güvence, kültürel içselleştirme ve toplumsal sahiplenme yoluyla yaşar. Eğer bir ülkede mahkemeler iktidarın talimatıyla karar veriyorsa; medyanın çoğu tek sesli hale gelmişse sendikalar zayıflatılmış, üniversiteler baskı altına alınmışsa — o ülkede anayasada ne yazarsa yazsın, demokrasi sadece bir kelimedir.
Hukuk devleti: Kuralların üstünlüğü mü, iktidarın mı?
Hukuk devleti olmak, kuralların herkese eşit uygulanmasını gerektirir. Ama birçok ülkede — Türkiye dahil — hukuk, iktidarın aracı haline gelmiştir. Yargı bağımsız değildir; bazı insanlar için hukuk işlememekte, bazıları içinse “fazlasıyla işlemektedir.” Cezaevleri düşünce suçlularıyla, muhalif gazetecilerle, hak arayan işçilerle doludur.
Bu yapıda bir anayasa değişikliği, sadece şekilsel bir “reform” etkisi yaratır. Gerçek değişim ise, şu sorulara verilecek samimi yanıtlarla mümkündür:
- Yargıçlar karar verirken özgür mü?
- Savcılar iktidardan mı, hukuktan mı yana?
- Kanunlar herkes için mi geçerli, yoksa seçici mi uygulanıyor?
- Güçlü olanlar mı korunuyor, haklı olanlar mı?
Eğer bu sorulara olumlu yanıt verilemiyorsa, “hukuk devleti” sadece bir tabela olur.
Yapısal dönüşüm nedir?
“Yapısal reform” deyince yalnızca yasaları değiştirmeyi anlamamalıyız. Asıl dönüşüm, devletin işleyişinde, kurumların niteliğinde ve toplumun kendini ifade etme biçiminde gerçekleşmelidir. Gerçek bir reform şu alanlarda net adımlar atılmasını gerektirir:
- Yargı bağımsızlığının anayasal değil, fiili güvenceye kavuşturulması
- Medya tekelleşmesinin önlenmesi, basın özgürlüğünün korunması
- Sendikal hakların güçlendirilmesi ve grev yasaklarının kaldırılması
- Siyasal partiler sisteminde demokratikleşme
- Kadınlar, gençler, azınlıklar ve dışlanan tüm grupların siyasal hayata katılımı
Bu dönüşüm olmadan yazılacak yeni bir anayasa, sadece eski sorunları yeni cümlelerle tekrar edecektir.
Üniter devlet ve merkeziyetçilik sorunu
Anayasalar genellikle devletin şekliyle başlar: Üniter mi, federal mi? Merkezî mi, yerelci mi? Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında bu çok net biçimde ifade edilmiştir:
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.”
Bu ifade, yıllardır Türkiye’de devletin nasıl işlediğini sadece açıklamakla kalmaz; aynı zamanda tartışılmaz bir dogma haline getirilmiştir. Ancak bugünkü ihtiyaçlar açısından şu soruyu açıkça sormak gerekir:
Üniter yapı, Türkiye gibi çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı bir toplumda demokratik katılımın önünü mü açar, yoksa onu engeller mi?
Merkeziyetçilik: Demokrasiye aykırı bir geleneğin sürekliliği
Merkeziyetçilik, Osmanlı’dan miras alınan ve Cumhuriyet ile kurumsallaştırılan bir yönetim tarzıdır. Kararlar merkezde alınır, yerel yönetimler uygulayıcı rolüyle sınırlandırılır. Bu yapıda halk, sadece “sandığa giden seçmen” konumundadır; karar süreçlerine gerçek anlamda katılımı yoktur.
Türkiye’de belediyeler bile, İçişleri Bakanlığı tarafından kolaylıkla görevden alınabilir. Yerel halkın seçtiği kişiler, merkezi otoritenin kararıyla etkisiz hale getirilebilir. Bu uygulamalar, yalnızca teknik değil, siyasal bir tercihin ürünüdür. Çünkü merkeziyetçilik, farklılıkları tehdit olarak gören bir anlayışla beslenir.
Üniterlik = Tekçilik mi?
“Üniter devlet” kavramı çoğu zaman “tek millet, tek dil, tek din, tek bayrak” anlayışıyla iç içe geçirilmiştir. Bu da farklı kimlikleri, kültürleri ve yaşam tarzlarını tehlike olarak kodlayan bir bakış açısı üretir.
- Kürtlerin ana dili talepleri reddedilir.
- Alevilerin ibadethaneleri tanınmaz.
- Ermeni, Rum, Süryani mirası görünmezleştirilir.
- Laz, Çerkes, Arap kimlikleri marjinalleştirilir.
Bu durumda devlet herkese eşit mesafede durmaz; tek bir kimliğin devleti haline gelir. Oysa demokrasi, ancak çoğulluğu kabul etmekle mümkündür.
Yerel özerklik: Demokrasiye giden yol
Demokratik ülkelerde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bir zayıflama değil, katılımcılığın artması anlamına gelir. İspanya, Almanya, İsviçre, Belçika gibi çok dilli ve çok kimlikli ülkelerde, yerel yönetimlerin geniş yetkilere sahip olması hem istikrarı sağlar hem de toplumsal barışı destekler.
Yerel özerklik, bir bölünme değil, bir tanınma biçimidir. İnsanlar kendilerini yönetime ait hissettiklerinde sistem daha da güçlenir. Oysa Türkiye’de bu talepler çoğunlukla “bölücülük” olarak yaftalanır. Bu da demokrasinin gelişimini engeller.
Gerçek bir anayasa reformu, yalnızca hakları genişletmekle değil, devletin yapısını daha katılımcı ve çoğulcu hale getirmekle mümkündür.
Bu ise üniter yapının tartışmaya açılmasını, merkeziyetçiliğin sınırlandırılmasını ve yerel yönetimlerin anayasal güvenceye kavuşturulmasını gerektirir.
Demokratik süreç; karşılıklı, hoşgörü ve çoğulculuğun gelişmesi, ekonomik büyüme ve kalkınma için, yerel yönetimlerin daha geniş yetki, alan ve çalışma olanaklarına sahip olmasıyla birlikte toplumsal dayanışmayı artıracaktır. Bu aşamada üniter devlet yapısı reformlar için sorun değildir.
4. Anayasa’dan önce gelmesi gereken reformlar
Bir anayasanın gerçekten dönüştürücü olabilmesi için, onu hazırlayan siyasal ve toplumsal yapının da dönüşmüş olması gerekir. Aksi halde anayasa, sadece mevcut iktidar ilişkilerinin ve eşitsizliklerin yeni bir biçimde onaylandığı bir metne dönüşür. Bu nedenle, “önce anayasa” değil, önce reform demek gerekir.
Gerçek bir demokratik anayasa, ancak onu taşıyacak kurumsal, toplumsal ve kültürel zemin inşa edildikten sonra anlam kazanır.
1. Yargı reformu
Adil bir toplumun temel taşı bağımsız ve tarafsız bir yargıdır. Bugün Türkiye’de yargı, yürütmeye bağlı ve siyasal baskıya açık bir yapı içinde çalışıyor. Mahkemeler, iktidarın tercihlerini yansıtıyor; kritik davalar kamuoyuna güven değil, kuşku veriyor.
- Hâkim ve savcı atamaları siyasi etkiden arındırılmalıdır.
- Hâkimler Kurulu, çoğulcu ve şeffaf bir yapıya kavuşmalıdır.
- Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlığı güçlendirilmelidir.
Yargı güven vermezse, anayasa da güven vermez.
2. İfade ve basın özgürlüğü reformu
Demokrasi, farklı düşüncelerin özgürce dile getirilebildiği, basının iktidarı eleştirebildiği bir ortamda yaşar. Türkiye’de yüzlerce gazeteci yargılanmış, televizyonlar kapatılmış, sosyal medya platformları sansürlenmiştir.
- Basın üzerindeki ekonomik ve hukuki baskılar kaldırılmalıdır.
- RTÜK gibi kurumlar iktidar aygıtı değil, tarafsız denetleyici olmalıdır.
- Sansür değil, çoğulculuk esas alınmalıdır.
Anayasada “ifade özgürlüğü” yazsa da, bu özgürlük korku içinde yaşanıyorsa anlamını yitirir.
3. Siyasal katılım ve parti reformu
Türkiye’de siyasal partiler, güçlü liderlerin hâkimiyetinde, yukarıdan aşağıya örgütlenen yapılardır. Parti içi demokrasi zayıf, milletvekili listeleri lider iradesiyle belirleniyor. Bu yapı halkın iradesini değil, merkezî iradeyi yansıtıyor.
- Siyasi Partiler Kanunu değiştirilmeli, parti içi demokrasi sağlanmalıdır.
- Seçim barajı kaldırılmalı ya da asgariye indirilmelidir.
- Hazine yardımı adil dağıtılmalı, yeni partilerin önü açılmalıdır.
Katılımcı bir anayasa, ancak katılımcı bir siyasal yaşamın üzerine inşa edilebilir.
4. Emek ve sosyal haklar reformu
Bir anayasa, yurttaşın sadece devlete karşı haklarını değil, hayatta kalma ve insanca yaşama koşullarını da güvenceye almalıdır. Türkiye’de işçi hakları zayıf, sendikal örgütlenme baskı altında, grevler sıkça yasaklanmaktadır.
- Sendikal özgürlükler anayasal düzeyde değil, fiilen korunmalıdır.
- Grev yasakları kaldırılmalı, toplu pazarlık hakkı genişletilmelidir.
- İş güvencesi sadece özel sektörde değil, kamu sektöründe de korunmalıdır.
Anayasada “sosyal devlet” yazmak kolaydır; ama bunu yaşanır kılmak, toplumsal mücadele ve kurumsal reformla mümkündür.
5. Eşit yurttaşlık ve azınlık hakları reformu
Anayasa herkese eşit haklar tanısa da, bazı yurttaşlar resmi kimliğe daha yakın sayılmakta, bazıları ise sürekli “makbul vatandaş” tanımına uymaya zorlanmaktadır. Kürtler, Aleviler, LGBTİ+ bireyler, göçmenler, farklı inanç grupları; sistemin içinde eşit biçimde yer bulamamaktadır.
- Etnik, mezhepsel, cinsel ve sınıfsal farklılıklar tanınmalıdır.
- Anadilde eğitim, ibadet ve kültürel haklar anayasal güvenceye alınmalıdır. Bu Türkçe’den vazgeçmeyi getirmez. (İki dilde eğitim)
- Nefret söylemine ve ayrımcılığa karşı etkin yasalar çıkarılmalıdır.
- Üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı olmalıdır.
Gerçek bir anayasa, herkesi “aynı” yapmaz; herkesin farklılığını eşit şekilde tanır ve korur.
Bağlam; reform, bir ön koşuldur
Tüm bu alanlarda yapılacak köklü reformlar olmadan anayasa yazmak; binası çürük bir zemine, sadece güzel bir tabela asmaya benzer. Ülkenin sorunları derin, yapısal ve tarihsel bir nitelik taşıyorsa; çözüm de yalnızca metinsel değil, kurumsal ve toplumsal bir dönüşüm olmak zorundadır.
Anayasadan önce atılacak adımlar, anayasanın ruhunu ve gücünü belirleyecektir. Önce reforma, sonra anayasaya diyebilmek, gerçek bir değişim iradesinin göstergesidir.
Sonuç
Anayasa mı reformu getirir, reform mu anayasayı?
Anayasa, bir toplumun kendini nasıl yöneteceğini, hangi hakları tanıyacağını ve devletle yurttaş arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağını belirleyen temel metindir. Ancak bu metin, her zaman dönüştürücü bir güç taşımaz. Hatta çoğu zaman, dönüşümün ürünü olur — sebebi değil, sonucudur.
Bugün Türkiye’de yapılan anayasa tartışmalarının çoğunda önce reform, sonra anayasa ilkesi ihmal edilmektedir. Toplumsal yapıda, kurumların işleyişinde, siyasal kültürde ve hak eşitliğinde köklü bir dönüşüm sağlanmadan hazırlanacak her anayasa, sadece mevcut güç ilişkilerinin yeniden paketlenmesi anlamına gelir.
Düşünelim:
- Yargı siyasallaşmışsa, anayasa ne yazar?
- Medya baskı altındaysa, anayasa ne anlatır?
- Partiler içi demokrasi zayıfsa, seçimler neyi değiştirir?
- Azınlıklar dışlanıyorsa, vatandaşlık tanımı neye yarar?
Bu soruların cevabı bize şunu gösteriyor:
Gerçek anayasa, halk tarafından hazırlanır; ama bundan önce halkın gerçek anlamda özgür, eşit, katılımcı bir yaşam içinde olması gerekir.
Anayasa, sadece yazılamaz; yaşanarak inşa edilir.
Bir toplumda demokrasi kültürü gelişmemişse, kurumsal denge mekanizmaları çalışmıyorsa, yoksulluk ve eşitsizlik derinleşmişse, hangi anayasa yazılırsa yazılsın, yaşayan bir hukuk devleti kurulamaz.
İngiltere örneği bize şunu hatırlatıyor: Yazılı bir anayasa olmadan da demokrasiyi kurmak mümkündür. Ama işleyen bir hukuk ve çoğulcu bir siyasal yapı olmadan, en iyi yazılmış anayasa bile bir şey değiştirmez.
Bu nedenle bu çalışmanın temel savı açıktır:
Yapısal reformlar, anayasanın önkoşuludur.
Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet — önce toplumda kök salmalı, sonra anayasaya yazılmalıdır.
Gerçek değişim, önce yaşamda başlar; sonra metinlerde yerini bulur.
Kaynakça:
- Hans Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, Çev. Niyazi Berkes, Ankara: Bilgi Y., 1980.
- Tuncer Karamustafaoğlu, Anayasalar ve Siyasal Sistemler Üzerine, İstanbul: İmge Kitabevi, 2012.
- Eric Hobsbawm, Ulus ve Milliyetçilik, Çev. Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2002.
- Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği ve Azınlıklar, İstanbul: İletisim Yay., 2009.
- Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Ankara: Özgür Universite Kitaplığı, 2011.
- E. J. Hobsbawm & T. Ranger (der.), Geleneklerin İcadı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006.
- Freedom House Raporları, https://freedomhouse.org (Erişim: Temmuz 2025).
- European Commission for Democracy through Law (Venedik Komisyonu) – Opinion on Constitutional Reform in Turkey, CDL-AD(2017)005.