Her cenaze bir hikâye barındırır; ama bazı cenazeler, kendi hikâyesini başkalarınınkiyle iç içe geçirdiği için daha derin bir anlam taşır.
Sırrı Süreyya Önder’in cenazesi yalnızca bir veda töreni değildi. Barbaros Camii’nin avlusunda toplanan on binlerce insan, bir hayatı uğurlarken aynı zamanda bu coğrafyanın hafızasına kazınmış ortak mücadeleleri, direnişleri ve yoldaşlıkları da omuzlarında taşıyordu.
Devletin baskısına, cezaevlerine, yasaklara, sansüre, savaş politikalarına, ayrımcılığa kim karşı durduysa, yolu bir şekilde Sırrı Süreyya ile birleşmişti. Kürt özgürlük hareketinden sosyalist çevrelere, öğrencilerden Cumartesi Anneleri/İnsanları’na, işçilerden sanatçılara uzanan geniş bir politik hatta bir halkaydı Sırrı Süreyya Önder. Lubunyalar için de öyleydi. Yoldaştı.
Önder’in cenazesine pek çok farklı politik çevreden kurum ve kişiler çelenk yolladı. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ve Trans+ Onur Haftası da cenazeye çelenk gönderenler arasındaydı. Çelenk, Barbaros Camii’ne ulaştı; ama uzun süre orada kalamadı. Üzerine iliştirilen yazılar söküldü. Aktivistler yazıyı celengin üzerine yeniden astı, sonra bir daha söküldü. En sonunda lubunyaların yolladığı çelengin üzerine iki başka ismin kartonları takıldı. Cenazeye katılan LGBTİ+’lar yazının yırtılmış halini cami avlusunun bir köşesinde, çöpe atılmış şekilde buldu.
Çelengin üzerindeki yazıyı kimin söktüğü, yırtıp çöpe attığı bilinmiyor. Bir kamu görevlisi, bir cenaze çalışanı ya da oradan geçen herhangi biri olabilir. Kimin yaptığı elbette önemli ama belirleyici değil. Bu müdahaleyi tekil bir kişiye indirgemek, asıl kaynağı gözden kaçırmak olur: Lubunyaların kamusal varlığına yönelik sistematik tahammülsüzlük.
Kamusal alan kimin için kamusal?
Bu olay münferit bir gerilim olarak görülmemeli. Lubunyaların kamusal alandaki varlığının sürekli tehdit altında olduğu, görünürlüklerinin “münasip” sayılan alanlarla sınırlandırıldığı bir düzende yaşıyoruz. O sınırlar, kimi zaman sokaklarda, kimi zaman üniversitelerde, kimi zaman bir cami avlusunda çiziliyor. Bu müdahaleler, LGBTİ+ varoluşunu sürekli olarak “fazla”, “yersiz” ve “rahatsız edici” ilân eden hegemonik düzeyde işliyor. Kamusal alanın kimin için kamusal olduğu sorusu, tam da bu çelengin sökülmesi gibi “küçük” olaylarda yanıt buluyor.
Sırrı Süreyya Önder, LGBTİ+ mücadelesine yalnızca bir “tahammül” ya da uzaktan onay düzeyinde değil, açık ve etkin bir yoldaşlıkla destek verdi. Onun durduğu yer, lubunyaların kendi sözlerini söyleme hakkını tanımaktan ibaret değildi; o sözlerin yanında durmayı, o sözlerle birlikte yürümeyi seçti. Lubunyaların cenazeye çelenk göndermesi bu yüzden bir jest ya da sembolik bir borç ödeme değil; karşılıklı tanınmışlığın, ortak bir siyasal hattın, gerçek bir bağın ifadesiydi. Bir yoldaşın yoldaşına son selamıydı.

Önder’in somut dayanışma pratiği
Sırrı Süreyya Önder’in LGBTİ+ haklarına yaklaşımı, yalnızca destek beyanlarıyla sınırlı kalmamış; Meclis kürsüsünden sokaklara uzanan somut bir dayanışma pratiğine dönüşmüştür. İstanbul’daki Onur Yürüyüşlerine katılarak “Bir tek bireyin bile hakkı ihlal ediliyorsa, başkalarının rahat uyumaması lazım” diyen Önder, Anayasa çalışmalarında LGBTİ+ yurttaşların haklarının tanınmasını savunmuş, “muhafazakâr olmak eşcinsellerin haklarını savunmaya mani değildir” ifadesiyle bu konudaki tutumunu açıkça ortaya koymuştur.
2023 yılında SPoD’un hazırladığı “LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi”ni büyük bir onurla imzalayan Önder, aynı yıl Meclis Başkanvekili olarak görev yaparken bir milletvekilinin “eşcinsel” kelimesini aşağılayıcı biçimde kullanmasına müdahale etmiş, bu tür ifadelerin nefret suçlarını tetikleyebileceğine dikkat çekmiştir. LGBTİ+ kurumlarının temsiliyet eksikliğiyle ilgili özeleştiri yaparak kendi adına özür dilemesi ise, yalnızca dışarıdan bir müttefik değil, aynı zamanda mücadeleyi içeriden dönüştürmeye açık bir yoldaş olduğunu göstermektedir.
Yas tutmak da bir hak mücadelesidir
Lubunyaların cenazelere erişimi, yalnızca bugüne dair bir mesele değil; 12 Eylül darbesinden HIV/AIDS krizine, cezasız kalan trans cinayetlerinden yasaklanan Onur Yürüyüşleri’ne uzanan uzun bir mücadelenin parçası. Çelenkteki yazıların sökülmesi, yalnızca bugüne dair bir müdahale değil; o mücadele hattını kuran, bedel ödeyen, hayatını kaybeden lubunyaların belleğine dönük bir inkâr biçimidir. Bu inkâr, yalnızca bir çelengi değil; o çelengi bugüne taşıyan hafızayı, o hafızanın taşıdığı politik hakikati hedef alır.
Çelengin başına gelenler, LGBTİ+ hareketinin kamusal alandaki görünürlüğüne dönük müdahalelerin küçük ama anlamlı bir örneği. Bu yalnızca bir yazının sökülmesi değil; bir grubun, bir topluluğun yas tutma hakkının ve hafızadaki yerinin görmezden gelinmesi anlamına geliyor. Oysa cenazeler sadece geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin de inşa edildiği anlar. Kimlerin birlikte yas tutabileceği, kimlerin ortak hatırlama hakkına sahip olduğu da bu anlarda yeniden şekilleniyor.
Bu olay, lubunyaların politik hafızada ve toplumsal ortaklıklarda nasıl yer bulduğuna –ya da bulamadığına– dair daha derin bir soruyu işaret ediyor: Bu ülkede kimler yoldaş sayılır?
Kimlerin yası meşru?
Judith Butler, “kimlerin yasının tutulabilir olduğu” sorusunun, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda derinlemesine politik bir mesele olduğunu söyler. Ona göre, bir yaşamın yas tutulmaya değer görülmesi, o yaşamın toplumsal olarak tanınmış ve değerli sayıldığı anlamına gelir. Bu yüzden bazı kayıplar için görünür şekilde yas tutulurken, bazıları sistematik biçimde sessizleştirilir, yok sayılır. Lubunyaların cenazeye gönderdiği çelengin sökülmesi de bu yok sayma pratiklerinden biridir. Bu sadece bir müdahale değil; kimin yasının meşru, kimin yasının ise dışarıda bırakılabilir olduğuna dair hegemonik bir kararın parçasıdır. Bu anlamda, lubunyaların yası da, varoluşları gibi, sürekli bir mücadeleye tabi kılınır. Ve Butler’ın da dediği gibi: “Yasın kendisi politik bir talep olabilir; bir yaşamın tanınmasını istemek, o yaşamın değerini topluma kabul ettirmek anlamına gelir.“
Kamusal yas, kimin varlığının tanındığıyla doğrudan ilişkilidir. Bir topluluğun yas tutma biçimi, onun politik özne olarak kabul görmesinin en görünür yollarından biridir. Bir grubun ortak bellekteki yerini reddetmek, onun sadece bugününü değil, geçmişini ve geleceğini de silmeye yönelik bir müdahaledir. Oysa hafıza, sadece anlatılanların değil, anlatılmak istenmeyenlerin de mekânıdır.
İzinle değil ısrarla
Çelengin görünmez kılınması, lubunyaların yalnızca hak mücadelesinde değil, ortak bir geçmişin paylaşılmasında da dışlanmaya çalışıldığını gösterdi. Ancak unutulmamalı: Yas, yalnızca izin verilenlerin değil, hatırlamayı sürdürenlerindir.
Bu yüzden mesele yalnızca bir çelengin kaldırılması değil; yoldaşının cenazesine çelenk yollayamamak. Ya da yollasan da o çelengin varlığının tanınmaması. Ve tüm bunlara rağmen, o çelengi tekrar tekrar yerine koyma ısrarı—tam da bu ısrar, lubunyaların yoldaşlık anlayışını ve bu coğrafyadaki politik varoluşlarını yeniden ve yeniden kurdukları yerdir.
Bazı çelenkler kaldırılabilir, bazı yazılar sökülebilir; ancak bu, lubunyaların hafızasını, yas hakkını ve yoldaşlık ısrarını silemez. Çünkü bu mücadele, sadece yaşarken değil, ölürken ve yas tutarken de eşitlik talep edenlerin mücadelesidir.
Ana fotoğraf: Çöpten çıkarılan yazının çelenge tekrar yerleştirilmiş hâli; fotoğrafı çeken Evrim Gündüz / bianet