HAKAN GÜRGEN yazdı: “21. yüzyılda, Ukrayna ve Doğru Avrupa, İmparatorluğun, NATO’cu ortakları ile birlikte vazgeçilmez ‘cihad’ alanı olarak, -kah ‘güncel konu’, kah gündemin bir ölçüde gerisine geçici olarak kaymış bir ‘sorun’ olsa da-, ‘belirleyici’dir.”
HAKAN GÜRGEN
Bu yazı, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde NATO'nun Doğu Avrupa genişlemesi, ABD'nin jeostratejik yönelimlerinde Rusya'nın yeri ve dolayısıyla Ukrayna'nın önemi ele alınırken; ikinci bölümde Ukrayna'daki NATO ve ABD'nin “Regime Change” operasyonu tarihsel akışı ve sonuçları ile ele alınacaktır. Kırım'ın Rusya'ya bağlanışının uluslararası hukuk çerçevesinde, anextion veya sezession/separation (ayrılma) kavramları üzerinden değerlendirilmesi yer alacaktır.
***
Baştan anlaşalım, değerli okuyucu: Başlıkta geçen “cihad” deyimi öyle yanlış ve/veya abartılı falan kullanılmamıştır.
(İşine geldiği kadar, gerektiği kadar dindar) “Batı kapitalizmi DİN'i”, özellikle de neo-liberalizm DİN'i şu an, kendi saldırganlık ordusu NATO eli ile “doğuya akın” etmektedir. Bu bağlamda salt askeri, ekonomik saldırı değil, bir tür kültürel “cihad” sürdürülmektedir. Burada “cihad” kavramının tercih edilmesi, şu an sürmekte olan “doğuya doğru genişlemenin” -nerede ise, adeta- dinsel bir karakter/kabuk/örtü taşıyan saldırganlığın kültürel-ideolojik (topyekün) karakterini vurgulamak için kullanılmaktadır.
Doğu Avrupa, tarihsel olarak emperyalist jeostratejide özel yer tutmaktadır
“Doğuya akın” bazen de yakın anlama gelen “Lebensraum”, “yaşam alanı” tarihsel arka planı kapsamlı, dönem dönem yeniden tarif edilen ve duruma göre genişletilen bir kavramdır. “Drang nach Osten” ya da türkçesi ile “doğuya akın”, (Osmanlı toprağına müdahale anlamı dışında, ayrıca) ceketine sığmayan İmparator II. Wilhelm'in, “kendi kapısının önündeki toprağa” doğru genişleme isteği ile yanıp tutuşan Alman emperyalizmine sunduğu “amentü”dür.
“Doğu”, insan kaynakları ve yeraltı zenginlikleri ve elbette sonsuz toprakları ile “klasik” emperyalizm döneminin göz kamaştırıcı hülyası olmuştur.
Napolyon sonrası denge politikalarının doruğu sayılabilecek 1815 Viyana anlaşması ile, “deniz imparatorluğu” Britanya, kendini hiç ait hissetmediği Avrupa kıtasında geçici kuvvetler dengesini sağlayacak ve bu durum kıtasal bir mutabakatla diplomatik güvence altına alınabilecekti. 1815 Viyana Kongresi ile bağıtlanan bu denge politikası, en çok Britanya’nın işine gelecek, sonrasında Britanya, denizaşırı kolonyal politikalarında (siz, saldırganlık olarak okuyunuz) kendini büyütürken, Kıta Avrupası coğrafyasında “eli boş” kalabilecekti.
1884-1886 Kongo Kongresi (“Afrika için yarış”) sonrası, emperyalizm için “içi kabaran” Alman imparatorluğu, sömürge paylaşımlarında istediğini bulamayınca, arzuladığı etkinlikte ve oranda sömürge toprağı ve hakimiyet elde edemeyince, Birinci Paylaşım Savaşı 1914-1918 adeta kaçınılmaz olmuştu.
Bu dönem “Drang nach Osten” “doğuya yönelim” özü itibarı ile “Orient”in yeniden paylaşımı, dolayısıyla Osmanlı topraklarının paylaşımı olsa da, aynı dönemde geçerli olan Britanya emperyalizminin rafine jeostratejisi teorisine, McKinder'in teorisine göre (1904) diğer “Doğu”, yani Doğu Avrupa ise hiç ihmal edilmemiştir.
McKinder'e göre (mealen): “Doğu Avrupa'yı kontrol eden, ana ülkeyi (Heartland) -yaklaşık olarak- Euroasya'yı kontrol eder, Euroasya'yı kontrol eden, dünyayı kontrol eder.” Bu nedenle de, Doğu Avrupa'nın kontrolünü elden bırakmamak ve Almanya'nın finans gücü, teknik olanakları ile Rusya'nın insan kaynakları ve yeraltı zenginliklerinin birleşmesini engellemek gerekir.
Brzezinski ve Neo-Con jeostratejistler, bu teoriyi günümüze ve Amerikan İmparatorluğunun yeni ihtiyaçlarına göre uyarlama (re-loaded) ihtiyacı duydular.
Reagan'ın önce masalsı gelen “uzay kalkanı”, “yıldız savaşları” önermelerinin peşi sıra gelen aşırı silahlanmaya ve “yüksek gerilim”e dayalı yıpratma savaşı, “Soğuk Savaşı” ABD başta olmak üzere NATO güçlerinin kazanmasını getirdi.
1989'da Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yıkılması ile, bi-polar, “iki kutuplu dünya” sona erince, McKinder'in ve önceki yüzyılın şampiyon emperyalisti Britanya'nın, bu klasik “Almanya ve Rusya arasına sürekli yarık atma” jeostratejik teorisi, yeni dönemin ihtiyaçlarına göre ve elbette “Büyük Amerikan 21. yüzyılı” projesine göre yeniden düzenlendi.
“Savunma Paktı Nato” Sosyalist Blok'un yıkılması ile, görevsiz kal(a)madı
Varşova Paktı, NATO'nun karşılığı, karşıtı olarak kurulmuştur (1947).
Varşova Paktı, NATO'nun kurulmasından beş gün sonra kurulmuştur.
Varşova Paktı, kurulan NATO'ya karşı bir “reaksiyon”dur. Tercih değildir.
İkinci Dünya Savaşının “gerçek kazananı” olan Sovyetler Birliği, Yalta mutabakatı başta olmak üzere, “Batı” ile yapılan mutabakatlara sadık kalmıştır, germemeye çalışmıştır. SSCB, hatta ve neredeyse kısmen statükoculuğu tercih etmiştir.
SSCB, bir ölçüde Yunanistan devriminden ve muzaffer Yugoslavya’dan uzak kalmayı tercih etmiştir.
SSCB, öncelikle Sosyalist sistem ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin kazanımlarını korumaya çalışmıştır.
“Batı” ise, İkinci Savaş sonrasında “gerileyen” çeperdir, hırçındır, klasik sömürgecilik yerine yeni emperyalizmi geçirme çabasındadır.
Savaş kışkırtıcılığı hep bir “Batı rüzgarı” olmasına rağmen, Churchil'in dillendirdiği “demir perde” sözü ile sembolleşen “Soğuk Savaş”, aslında “uygar ve demokratik Batı” tarafından bir “Üçüncü Savaş” olarak anlaşılıp, uygulanmasına rağmen, -gerçeğin tamamen tersine olarak- NATO kendini hep bir “savunma örgütü” olarak sunmuştur, kendini öyle pazarlamıştır.
NATO ve “Batı” bunda da epey başarılı olmuştur.
Bilhassa “Batılı yaşam tarzı” ve demokrasi kavramı etrafında kurulan kağıttan şato, savaş sonrası kapitalist kalkınma trendi üzerine oturunca, “Batı” belirli bir çekicilik elde edebilmiştir.
“Batı”, “komünist yayılmacılığa” karşı kendini savunmaya, bu bağlamda NATO'ya gerek duyduğunu anlatagelmiştir.
Doğal olarak, bu yalancı pradigmanın yıkılmasının ardında: Varşova Paktı'nın çözülmesi ile NATO'nun ortadan kalkacağı naif beklentisi -en azından bir dönem- ortalıkta dolaşıverdi.
Öyle ya, “savunma örgütü” NATO, şimdi işlevsiz ve görevsiz kalmamış mıydı?
Hemen NATO'nun yeni görev görev tarifi, yeni ihtiyaçlara uyarlanması falan konuşulurken, bir de baktık ki, NATO eskisinden daha rafine, daha efektif ve de daha saldırgan karakterde, yeni dönemde yerini alıvermiştir.
Oysa, Gorbaçov'un, DDR'den Sovyet birliklerini çekilmesi karşılığı, bu değilse bile, Federal Almanya'nın DDR ile birleşerek, birlikte NATO üyesi olmalarına göz yumulması karşılığı, NATO'nun artık “Doğu'ya doğru” genişlemeyeceği “sözü verilmişti”.
Söz vermek?
Zımni mutabakat?
Gorbaçov'a edilen yemin?
Verilen taahhütler?
Uluslararası siyasette, diplomaside “rica”nın ve yazılı olamayan sözleşmenin anlamlı ve geçerli olmadığını, olamayacağını bilmeyen(!) dönemin Sovyet devlet yöneticileri denilen “şapşık”lar (veya teslimiyetçiler mi denmeli yoksa?) bu “sözün geçerliliğine” ve “mutlaka tutulacağına” inanmışlardır.
Ancak, Sovyet devlet yöneticilerinin, Dünya siyasetini ve diplomasisini, mahalle klüpleri ilişkisi tadında ele aldıklarına inanmamızı kimse bizden beklemesin!
Sonuç itibarı ile, 1989 sonrası NATO, belirli bir adaptasyon ve hazırlık döneminin sonunda bildiğini okudu, “akrep” sokmaya devam etti.
“Genişlemem” diyen NATO, tarihte görülmeyen bir yaygınlığa ve güce erişti.
Sovyetler Birliği'nin küllerinden doğan başta Rusya ve diğerleri, hatta, NATO'nun kapısını defalarca çalarak “Bizi de içeri alın!” diye yakardılar.
Öyle ya, “Soğuk Savaş” sonlanmıştı. “Kamplar”a artık gerek yoktu, herkes “aynı” kamptaydı, aynı gemideydi.
Hepsi birden, şimdi “mülkiyetçi düzeni” savunuyorlardı, o halde gerilime, karşılıklı kamplara ve savaşa asla ihtiyaç yoktu.
Yanıldılar. Hem de fena halde. Akrep, her zaman “akrep”ti.
“Genişlemem” denilen “Doğu”ya NATO yayılması başladı.
Hatta bu duruma resmen “NATO Doğu genişlemesi” “Nato Osterweiterung” ismi bile verildi.
Önce 1999'da Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan NATO Paktı’na dahil edildiler.
2004'te ise devamen Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya NATO'ya dahil edildiler.
2009'da Arnavutluk ve Hırvatistan NATO savaş sistemine katıldılar.
2015'te Montenegro (Karadağ) Cumhuriyeti NATO'ya alındı.
Şimdi sıradaki Sırbistan, Bosna-Hersek, Kosova ve Makadonya'nın giriş koşulları oluşturulmak isteniyor.
Elbette Gürcistan ve Ukrayna da NATO'cu olmayı arzu ettiklerini açıkladılar.
Hatta Gürcistan, 2008 Yaz Olimpiyatları’na denk düşen dönemde, Kafkasya'da Abhazya ve Güney Osetya'yı ilhak etmeye kalktığı dönemde bu arzusunu resmen dile getirmiş, bunu denemiş ama Rusya'nın engellemesi ile bu gerçekleşmemiştir. NATO'nun başbayraktarı, zamanın devlet başkanı, Amerikan yetiştirmesi, “Atlantik çocuğu” Michail Saakaşvili, 2008 Kafkasya savaşının ardından iktidarını kaybedince, sürgünde (Ukrayna) Odessa valisi olarak “Batı”ya hizmete devam etmiştir.
Ama bunun yanı sıra “Partnership for Peace – PfP” adlı ayrı bir ara statüde NATO'ya bağlanmanın bir yolu olmuştur.
Partnership for Paece ilişkisi olan devletler ise şunlardır: Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kırgızistan, Kazakistan, Moldavya, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, Belarusya, Sırbistan, Makedonya, Bosna-Hersek.
Avrupa Birliği üyesi devletlerden Finlandiya, İrlanda, Malta, Avusturya, İsveç ve İsviçre de PfP statüsündedirler.
“Partnership for Peace” NATO işbirliği ortaklığı, ortak askeri manevralar yapmak, ortak teknik standartları geliştirmek gibi sınırlı bir beraberlik anlamında kullanılmaktadır.
(Güya) Tarafsız ülkeler İsviçre, İsveç ve Avusturya'nın bile bu hayırsız “ortaklık”ta yer alması ilginçtir.
Kosova ise, henüz bu statülerden herhangi birine sahip olmasa bile, özel olarak ABD'nin Avrupa coğrafyasında “yüzmeyen uçak gemisi”dir.
Çarpıcı olan, Rusya Federasyonu’nun -bile- PfP sistemi içinde bulunmasıdır.
Bu durum, Varşova Paktı'nın çözülmesinin ardından, NATO'nun bir şekilde, ortak savunma sistemi olabileceği beklentilerinin (hayalinin), buna bağlı girişimlerin baskın olduğu dönemin siyasetinin bir tür mirasıdır.
NATO'nun neredeyse “sepete” koymadığı hiçbir “Orta ve Doğu Avrupa” ülkesi kalmamış gibidir.
Ukrayna hariç.
…
“Visegrad ülkeleri”nin (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya) NATO'cu yapılmış olması çok mühimdir, temel stratejik değerdedir.
Ancak, mozaik'in en önemli taşı, Ukrayna eksiktir.
Mozaik tamamlanmalıdır. Mutlaka.
Ukrayna: Bir bilinmez
Ukrayna, Türkiye'den üçte bir oranında daha küçük, nüfusu Türkiye’nin yaklaşık yarısı kadar ve milli geliri de Türkiye’nin üç veya dörtte biri oranında olan bir ülkedir.
Birçok milliyetin Ukrayna topraklarında yaşamasının yanı sıra ağırlıklı olarak Slav ve Viking halklarının karışması ile oluşan “Kiewer Rus” unsuru üzerinden çok geç bir uluslaşma yaşamıştır.
İkinci büyük halk grubu Rus unsuru, bugün Ukrayna’da kendini Rusça dili üzerinden devam ettirmektedir. Ukrayna'da nüfusun üçte birinin ana dili Rusça’dır. (Etnik Ruslar nüfusun yaklaşık % 20'sidir.) Bir kısım nüfus ise Ukraynaca ve Rusça karışımı bir dil olan “Surşik” konuşurlar.
1991'den itibaren Ukraynaca “zorunlu dil” yapılmıştır. Buna karşılık birçok üniversitede, (Ukraynaca uzmanlık literatürünün sınırlılığı nedeni ile) Rusça öğretilmek durumunda kalınmaktadır. Devrik başkan Yanukoviç, Rusçanın ikinci dil yapılması için girişimlerde bulunmuştur ki, bu konu bir “sıkıntı” kaynağı olmaya devam etmektedir.
Göz önünde tutulması gereken bir başka faktör ise nüfusun üçte ikisinden fazlasının Ortodoks Hristiyan, diğerlerinin Katolik (Batı Ukrayna) olmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında milyonlarca Musevi nüfus ve Polonyalılar Ukrayna’dan silinmişlerdir ve göç ettirilmişlerdir.
1991'de Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında, Sovyet mirası olarak Belarusya ve Kazakistan’ın yanı sıra Ukrayna da, taktik atom silahlarına sahip bir ülkeydi. Ukrayna, belirli bir ABD ekonomik yardımı karşısında (atom silahlarını Rusya'ya geri vererek) 1996'da kendini “atomdan temizlenmiş ülke” olarak açıkladı.
Geri kalan diğer kıtalararası roketlerin imhası karşılığında Ukrayna, Rusya ve ABD'nin “ülke bağımsızlığı, egemenlik, toprak bütünlüğü” garantisini elde etti.
1992'de Kırım Otonom Sosyalist Cumhuriyeti açıklandı ve kendini Ukrayna'nın bir parçası olarak ilan etti. Kiev Hükümeti, Kırım'ın bağımsızlığını anayasaya aykırı saydı. Haziran 1992'de Kırım, kendi başına dış ekonomik ilişkiler, sosyal-kültürel bağlantılar kurabilen, yeraltı kaynaklarını kendi işleyebilen ama savunmada, dış politikada, para'da ise Ukrayna’ya bağlı sayıldı. Kırım'da herhangi bir askeri gücün konuşlandırılmasının Kırım Parlamentosu’nun kararına bağlı olduğu açıklandı.
1994'te ise Kırım bir seçim ve referandum ile özerlik sınırlarını genişletti.
Ukrayna neden önemli? Ukrayna fethedilince ne başarılmış olacak?
Öncelikle Ukrayna'yı önemli kılan, NATO için Moldavya gibi “henüz düşmeyen kale” olmasıdır. Bi-polar dünyanın ortadan kalkması sonrasında, ABD tek güç avantajlarını tereddütsüz son kerteye kadar kullanmış, Rusya açısından NATO genişlemesinde son “ağrı sınırı”na gelinmiştir.
ABD'nin Euroasya etkinlik alanı açısından, en değerli “geçiş köprüsü” olarak Ukrayna, tüm taraflar açısından en önemli bağlantı alanıdır ve bu bağlamda hegemonya çatışma odağıdır.
Britanya emperyalizminden devralınan McKinder'ci teorinin, Brzezinski’nin ağzından yeniden popüler kılınması ötesinde, ABD'nin 21. yüzyıl egemenliği için Euroasya jeostratejisindeki Ukrayna'nın yeri açıktır.
(McKinder/Brzezinski mealen: “Doğu Avrupa'yı kontrol eden, ana ülkeyi (heartland) -yaklaşık olarak- Euroasya'yı kontrol eder, Euroasya'yı kontrol eden, dünyayı kontrol eder.” Bu nedenle de, Doğu Avrupa'nın kontrolünü elden bırakmamak ve Almanya'nın finans gücü, teknik olanakları ile Rusya'nın insan kaynakları ve yeraltı zenginliklerinin birleşmesini engellemek gerekir.)
ABD Euroasya hakimiyeti stratejisini tartışanların bir kısmı, BRICS, Şangay Birliği gibi yeni ağırlık merkezlerine bakarak, ABD'nin bunları (topyekün) karşısına aldığını ve günümüzdeki ve gelecekteki (geniş yüzeyli) çatışmanın odağının buralarda bir yerde aranması kanaatini taşımaktadırlar.
Bu gerçeğin bir kısmıdır.
Elbette, bilhassa Güney Asya’daki “itişme”yi görmemek olmaz.
Ama, İmparatorluğun “teorinin basit uygulanabilirliğini gözden yitirdiğini”, kendi jeostratejisine bir “ağırlık ve öncelikler noktası” koymadığını düşünmek de doğru olmaz.
BRICS ve Şangay blokundaki tüm güçleri topyekün karşısına alıp, bunlarla hep birlikte, bir anda, eşit güçle hegemonya savaşına ve daha ötesi açık (düşük yoğunluklu) çatışmaya girmek, ABD'nin bile göze almayacağı, taktik olarak içine girmeyi tercih etmeyeceği bir “sıkıntı”dır.
Bu durum, “İmparatorluğun” kendi güç sınırlarını çok zorlar.
İmparatorluk, sallantıdadır, öyle sınırsız güçleri, olanakları falan da yoktur.
ABD, (bir bütün olarak) BRICS ve Şangay Bloku'nun gelişimini bir an bile göz ardı etmeden,
ancak “öncelikli taktik” olarak, “güncel tercihli ağırlık noktası” olarak Rusya'nın hareketlerini sınırlamayı hedefleyerek, onun, Şangay'ın Çin ile birlikte iki temel bileşen olması özelliğini elbette gözeterek, kendi 21. yüzyıl hegemonya politikasını kurmaktadır.
ABD, elbette yükselen güç olarak Çin ile birçok alan ve boyutta “itişmekte” ve yarışmaktadır.
Bu gerçek bilinmekte ve görülmektedir.
ABD, -deyim yerinde ise- Çin'e karşı adeta zamanla yarışmaktadır.
Yeniden paylaşılan Afrika'da, “ekilebilir arazi” satın alınmasında Çin en büyük güçtür.
Afrika'da Çin, bütün doğal kaynakların ve yeraltı zenginliklerinin başında durmaktadır. Çin, Afrika'nın en önemli ülkelerinde “yeni oyuncu”dur ve yerini/gücünü çok berkitmiştir. ABD'nin AFRİCOM'u ve Fransa/Almanya'nın bilhassa Frakofan ülkelerdeki ortak operasyonları, Çin'i engelleyememektedir, geciktiremektedir.
Çin, Güney Asya'daki “en büyük oyuncu” kimliğini adım-adım genişletmektedir.
“Tarihi İpek Yolu'nu yeniden canlandırmak”ta sembolleşen hali ve yönelimi ile Çin, hegemonyal etkisini ve ticareti geliştirmekte ısrarlı ve istikrarlıdır.
Çin, bu çerçevede, kimilerine göre 2030 kimilerine göre 2040'lı yıllarda dünyanın en büyük ekonomisi olarak, ABD'yi bu tahtından indirecektir.
ABD, Çin’in önünü kesmek için Japonya'yı yeniden silahlandırmakta, Güney Çin Denizi’nde ve genel olarak Asya'da gerilimi bilinçli tırmandırmaktadır.
ABD, Kuzey Kore Halk Cumhuriyeti üzerinde tehdidi sürekli arttırmaktadır.
Trump, geçtiğimiz haftalarda, Kuzey Kore ile ilgili büyük PR kampanyasını ve tehditkar söylemini boşuna ve gereksiz başlatmamıştır.
Bunların hepsi bir ve tek doğrudur.
Bunların fazlası vardır, eksiği yoktur.
Ama, İmparatorluk, bu gerçeğe rağmen karşısındaki “düşman bloku”nu bu denli geniş tutmak istemeyecektir, istememektedir.
İmparatorluk, hepsi ile birlikte ve aynı güçle “uğraşmak” yerine, “ağırlık ve öncelik noktası” belirlemektedir.
İmparatorluk, BRICS/Şangay ile cebelleşme “işi”ni bir sıraya koymasa bile, “Önce Rusya sonra Çin” falan gibi analitik bir öncelikler ve iş sıralaması yapmasa bile, İmparatorluğa göre yine de “işin bir püf noktası” ve/veya “kilit noktası” vardır.
Bu kilit ise, Rusya’dır.
Rusya ile ise çatışmanın en belirgin olarak ortaya çıktığı yer ise, -ana fay alanı- kırılma yeri, herhangi bir başka yer değil, Ukrayna'dır.
Ukrayna, Rusya ve İmparatorluk için Ortadoğu kadar önemlidir.
En azından, söylemek gerekirse, Ukrayna'nın jeostratejik önemi ve hegemonya çatışmalarındaki yeri ve değeri, “kilit karakteri” çok büyüktür ve bu durum yeterince anlaşıl(a)mamaktadır, görül(e)memektedir…
Bu yazının temel tezi budur.
21. yüzyılda, Ukrayna ve Doğru Avrupa, İmparatorluğun, NATO'cu ortakları ile birlikte vazgeçilmez “cihad” alanı olarak, -kah “güncel konu”, kah gündemin bir ölçüde gerisine geçici olarak kaymış bir “sorun” olsa da-, “belirleyici”dir, İmparatorluğun mutlak hegemonyası tam gerçekleşene kadar, en önemli ülke/ülkeler, “kilit yer”ler olmaya devam edeceklerdir.
Bir diğer yandan ise, Ukrayna'daki olay ve gelişmeler, “Regime Change” sürecinde (2014) Avrupa Birliği'nin ve başta Almanya/Fransa olmak üzere, ABD'nin teknik direktörlüğünde “Batı”nın sahada yer alışları ve ilişki kurma biçimleri, -özellikle Minsk (1) ve (2) sürecinde yaşananlar- birbirleri ile itişmeli “symbiosis”leri bağlamında, emperyalizmi ve emperyalistleri “yeni çağ”da ve “yeni hal”lerinde analiz etmek için, Marksistlere önemli ders fırsatları sunmaktadır.
Söylemek istediğim budur.