Mustafa Peköz yazdı: İktidarın çok güçlü göründüğü bu dönemde tersine zayıf halkaları hızla artıyor. Bu halkaların çözülmesi ve derinleşmesi bölgesel ve iç politik dengelere bağlı olarak gelişecektir. Savaş politikalarının devreye konulması, Türkiye’nin her bölgesinde zorlu ve acılı sonuçlar yaratıyor ama sistemin çözülüş sürecini hızlandıracaktır
Ankara, sadece devletin değil aynı zamanda saldırıların başkenti olmaya başladı. Devletin kalbinde bu tür eylemlerin gerçekleşmiş olması, hükümetin veya politik parti temsilcilerinin yapacağı ve hemen herkesin ezberlediği klasik söylemlerle açıklanamaz. Bu, güvenlik zafiyetinin olup olmamasının çok ötesinde, iç politik krizin varacağı nokta bakımından bize bir fikir veriyor. Geçen yılın ekim ayından bu yana Ankara’da gerçekleştirilen üç büyük saldırının politik kodlarının doğru okunması da önemlidir. Saldırının kimin yaptığından çok saldırıya yol açan politikaların deşifre edilmesi önemlidir.
Dış ve iç politika birbirine paralel yürümediği sürece istikrarsızlığın sistemin bütününe egemen olması kaçınılmazdır. Bu nedenle devleti yönetenler, dış politikada ve özellikle bölgesel ilişkilerde kaybettikçe iç politikada güçlü olmaya özen gösterirler. Uluslararası alanda izole olmalarını, içte çok daha saldırgan bir politika izleyerek kapatmaya çalışırlar. Böylelikle uluslararası ilişkilerdeki kopuş ne kadar derin olursa içteki baskı mekanizması bir o kadar artmaya devam eder. Uluslararası dengelerde koparak zayıflayan sistem güçleri bunu dengelemek için içte daha saldırgan bir konuma gelirler. Uluslararası ve bölgesel ilişkilerde güç kaybeden devletin iç politik dengeleri de hızla zayıflıyor ve bu nedenle saldırgan politikalara yöneliyor.
Bunu birkaç noktada somutlaştırmak mümkündür:
Birincisi, Kürt illerinde uygulanmaya konulan savaş konsepti, sadece Erdoğan merkezli AKP’nin geliştirdiği bir politika değildir. MGK tarafından kararlaştırılan savaş, sistem partileri olan MHP-CHP-AKP tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Uygulanmaya konulan savaş politikasının merkezinde Kürtler olmakla birlikte, esasen bu, sisteme muhalif olan bütün demokratik güçleri kapsayan bir saldırı stratejisidir. Savaşın doğrudan Kürtlere yönelik olarak uygulanmaya konulmasının nedeni, Kürtlerin bölgesel ilişkilerde elde ettiği muazzam gücün önümüzdeki kısa bir süre içinde Türkiye’de yaratacağı sarsıcı etkilerdir. Bu bakımdan savaşın Kürt merkezli yürütülmesi, devletin sadece bölgesel çözülüşü değil esasen içten çözülüşünün nesnel zemininin oluşmasıdır.
İkincisi, devletin geliştirdiği savaş konseptini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel ihtirasları olarak değerlendirmek son derece yanlıştır. Bugün Kemalist geleneği temsil eden ve hatta kendilerini demokrat-ilerici olarak gören güçlerden MHP’ye, ordudan AKP’ye kadar bütün sistem güçlerinin, Kürtlere yönelik yürütülen savaşta tek bir merkez gibi hareket etmeleri bir tesadüf değildir. Bu bakımdan bütün Kürt illerini kapsayarak geliştirilen savaş, devletin stratejik güç odaklarının topyekun yürüttüğü bir tasfiye hareketidir.
Üçüncüsü, bu savaş saldırısı yarın batıda sisteme muhalif bütün güçleri kapsayarak gelişecektir. Bu bakımdan devletin uyguladığı savaş politikası, Erdoğan’ın kendi politik geleceğini garantiye almak için başlattığı bir süreç olarak değerlendirilmemelidir. Bugün Kürtler ön plana çıkıyor ancak saldırılar Alevileri, ilerici-demokratik güçleri, hatta sisteme muhalif olan bir kısım İslamcı güçleri de kapsayacak düzeyde gelişecektir. Baykal’ın Halep’in Sünni kenti olması nedeniyle askeri güçlerin operasyon yapmasını ve PYD’ye yönelik saldırılarını ülke güvenliği açısından aktif olarak desteklemesi bir devlet politikasıdır. HDP yöneticilerine yönelik saldırılar, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik yapılan tehditler, barış çağrısı yapan akademisyenlere yönelik topyekun saldırı Erdoğan’ın değil esasen devletin stratejik yönelimlerinin birer parçası olarak görülmelidir.
Dördüncüsü, ana akım medya olarak bilinen devletin geleneksel çizgisini temsil eden Hürriyet merkezli Doğan Grubu’ndan AKP’nin örgütlediği medyaya kadar, devletin savaş politikalarına aktif destek vermeleri, bir devlet stratejisidir. Bunun Erdoğan’da somutlaşmış olması, sorunun özünü değiştirmiyor. Toplumsal ilişkileri etkilemede mutlak bir güç olan medyaya yönelik operasyonların Erdoğan merkezli olduğunu belirtmek bir yanılgıdır. Muhalif gazetecilerin tutuklanmaları ve tasfiye edilmeye başlanmaları, İMC’ye yönelik yapılan operasyon, Kürt ve demokratik medyanın susturulması, Gülen grubuna yönelik el koyma operasyonları, sadece Erdoğan’ın kendi iktidarını güçlendirme aracı değildir. Erdem Gül ve Can Dündar’ın serbest bırakılmalarına karşı Erdoğan’ın ve hükümetin gösterdiği tepki esasen bir devlet refleksidir. Anayasa Mahkemesi’ne itirazın arka planında, Kürtlere yönelik gerçekleştirilen katliamların ve ilerici-demokratik güçleri hedefleyen saldırıların meşrulaştırılması ve bu tür yasa dışı konuların Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmesinin engellenmesi vardır. Bunlar ayrıca, devletin savaş politikalarını topluma kabul ettirme planının birer parçasıdır. Bu yüzden sistem merkezli medya aktif olarak desteklenirken, demokratik-muhalif güçlere yönelik saldırıların çok daha fazla artması savaş stratejisinin önemli bir halkası olarak görülmelidir.
Beşincisi, devlet tarafından örgütlendirilen savaş, Türkiye’nin iç dinamiklerinde çok kapsamlı sarıcı etkilere yol açacaktır. Öncelikli olarak, bölgesel politikaların yarattığı ekonomik kriz, iç savaşla birlikte çok daha derinleşecektir. Ekonomik krizin sanıldığından çok daha kapsamlı sonuçlara yol açacağı biliniyor. Ekonominin hemen her dalında derinden hissedilen kriz, toplumsal çatışmaların gelişmesinde önemli faktörlerden biri olacaktı. Kürt illerinde sürdürülen savaşın sanıldığı gibi birkaç ayda sonuçlanmayacağı, tersine kapsam alanının genişleyerek fiilen bölgesel savaşın bir parçası haline geleceği çok açıktır. Bunun bir başka anlamı bütünüyle tüketen savaş ekonomisinin daha üst boyutta devreye girmesidir. Bu durum giderek zayıflayan bazı dengeler üzerinde ayakta kalmaya çalışan ekonominin çok ciddi oranda çöküşüne zemin hazırlayacaktır. Bölgesel savaşa paralel olarak yoğunluğu giderek artan iç savaş, özellikle hareket halindeki sermayeyi ve yatırımlara yönelen küresel şirketleri çok ciddi oranda etkilemektedir. Küresel şirketlerin önemli bir kısmı ülkedeki yatırımlarını tasfiye ederek, hatta zararına satarak çekilmeye başlamaları önümüzdeki birkaç ayda Türkiye’nin ekonomik durumuna ilişkin somut bir fikir veriyor. İhracatı önemli oranda durmuş, turizmi ciddi darbe almış, hareket halindeki sermayede yaşanan kaçış krizinin kapsamını ortaya koyuyor.
Altıncısı, bölgesel gelişmelerin ortaya çıkaracağı sonuçları doğru okumamakta ısrar eden devlet, Kürtlere yönelik başlattığı savaşla, Türkiye’nin Iraklılaştırılması, Suriyelileştirilmesi sürecinin başlattı. Demokratik çözümü rafa kaldırıp Sur’u Kobanêleştirerek, Cizre’yi Halepleştirerek Kürt sorunun çözümünü de bölgesel politikaların bir parçası haline getirmiş oldu. Tankların, topların, helikopter ve savaş uçaklarının kullanıldığı savaşın ortaya çıkarttığı sonuç; Kürt sorununun çözümünün uluslararasılaştırılmasıdır. Birkaç ay sonra, Suriye’de politik çözüme ilişkin bir politika önemli oranda devreye girecektir ve Kürtler bu sürecin önemli bir parçası haline geleceklerdir. Kürtlerin Suriye’deki askeri ve politik denklemin ana gücü olması konusunda küresel güçler çok açık olarak anlaştılar. Suriye’de Kürt sorununun çözümüne ilişkin atılacak adımlar, Türkiye’nin bölgesel politikalarında kesin bir açmaza yol açmaktadır. Bu bakımdan, devletin daha erken davranarak, Kürt illerinde başlattığı savaş, çözümsüzlüğü derinleştirmenin çok ötesinde, Kürt sorununun uluslararası bir boyut kazanmasını sağladı. Bunun politik olarak bir başka anlamı da; küresel güçler, Kürt sorununun çözüm sürecine doğrudan müdahil olacaklardır. Çözümde küresel ilişkilerin ağırlığı artacak, devlet bugün yok etmeye çalıştığı Kürt Hareketi ile masaya oturmak zorunda kalacaktır.
Yedincisi, son iki yazımda özellikle üzerinde durduğum gibi devletin dış politikada uyguladığı stratejinin çöküşü ve bölgesel ilişkilerde bütünüyle denklemin dışına düşmesi, esasen AKP’nin geleceğini de belirsizleştirmeye başladı. Bugün iktidarın saldırılarını çok yönlü artırarak ‘otoriter’ güce dönüşmeye yönelmesi, aynı zamanda onun zayıf bir halka haline geldiğini gösterir. Bu bakımdan halkanın zayıflaması, hakim güç olmasını olumsuz yönde etkilenmesine yol açmaktadır. AKP, iktidarı korumak için saldırıları süreklileştirmekten başka bir alternatif düşünmemektedir.
Bunun ikili özelliğine dikkat çekmek gerekir: Hem devletin veya sistemin kendi geleceğini koruması, hem de Erdoğan ve AKP’nin iktidarını süreklileştirme çabasıdır. Devletin genel stratejik yönelimleriyle Erdoğan’ın iktidarda kalma isteği birçok noktada buluşmaktadır. Devlet, iktidar gücünü süreklileştirmek isteyen Erdoğan aracılığıyla savaş politikasını pratikleştirerek uyguluyor. Bu bakımdan görüntüde olan Erdoğan’ın arkasındaki güç, devletin savaş stratejisini uygulatma kararı alan MGK’dır. Rusya’ya, ABD’ye ve AB’ye meydan okumaya çalışan ama her meydan okumasıyla sıfırlanan cumhurbaşkanının politik geleceği de bir o kadar tartışmalı bir noktaya geldi. Küresel güçler, Türkiye’yi bölgesel sistemin dışına iterek önemli oranda darbelediler ve etkisizleştirdiler. Buna paralel olarak Erdoğan’ın iktidar-politik sürecine son vermesi süreci başlatıldı. Bunun hangi biçimlerde uygulanacağı ise belirsizlik olarak kendisini koruyor. Erdoğan, bu gelişmeleri çok iyi okuyor ve bu nedenle içteki ittifakını ordu ile kurdu ve buna bağlı olarak iç muhalefeti etkisizleştirerek iktidarını süreklileştirmeyi değil korumaya çalışıyor. Erdoğan merkezli güç, devlet içerisinde henüz bir güç değildir. Ordu ile anlaşması ise çok önemli tavizler üzerinde yürüyor. İki nokta ön plana çıkıyor: Ordunun sistem içerisinde yeniden güç olması ve politik dengelerdeki ağırlığının aşamalı olarak artması, diğeri ise esasen ordunun dayatmasıyla Gülen cemaatine yönelik çok kapsamlı saldırıların devam ettirilmesidir. Genelkurmay’ın aynı zamanda Pentagon tarafından yönetilmiş olması Erdoğan’ın geleceğini çok daha fazla belirsizleştiriyor.
Küresel sermaye Erdoğan’ın üzerini çizdi. Mevcut bütün veriler bunu çok net olarak ortaya koyuyor. Örneğin uluslararası alanda Erdoğan merkezli iktidarın ‘yolun sonuna’ geldiğine dikkat çekiliyor. Obama’nın Erdoğan’ı ‘başarısız ve otoriter’ olarak görmesi, Türkiye’nin radikal İslamcı hareketleri desteklediğine dair ciddi bir kanının oluşması, Türkiye’nin iç politikasına yönelik küresel stratejilerin ne olacağına dair bize somut bir fikir veriyor. Bu süreci gören ve değerlendiren Erdoğan, içeride güç olarak kendisini korumaya çalışıyor. Bunun ne kadar süreceğini ve Erdoğan’ın ne kadar iktidarda kalacağını bölgesel ilişkiler, iç politik dengelerin değişimi ve küresel çıkarlar belirleyecektir. İç dinamiklerin acelesi olur ama küresel güçlerin acelesi yok. Yürütülen iç savaşta ölenlerin bizim insanlarımız olması nedeniyle çok fazla etkileniriz ama küresel sermayenin öyle bir derdi bulunmuyor. Bu bakımdan Türkiye’nin politik dengelerinin değişiminde iç ve bölgesel birlikte etkili olacaktır.
Üç hafta önceki yazımda, “Öyle görünüyor ki, önümüzdeki süreçte bu tür eylemler çok daha fazla artacaktır” değerlendirmesinde bulunmuştum: “Devletin dış politikada kaybetmeyi iç politikada baskıyı artırarak dengelemeye çalışması hiçbir sonuç vermeyecektir. Bu şansı bulunmuyor. Toplumsal dinamikleri etkisiz hale getirmek istikrarı sağlamaz, tersine kaos ve istikrarsızlığın temelini oluşturacaktır.”
Bugünkü veriler bu değerlendirmeyi çok daha netleştirmektedir. Ankara katliamına benzer saldırılarla karşılaşmak mümkündür.
Ankara’nın güvensiz olduğu bir yerde diğer illerde ne gibi saldırıların olacağını düşünmek dahi ürkütücüdür. İç savaşı dayatan devlet, fiilen saldırılara çok yönlü zemin hazırlıyor. İstanbul, İzmir gibi mega kentler, Antalya gibi turizm merkezlerine yönelik saldırıların artması tesadüf değildir. Çatışmaların gelişme seyri bunu çok net olarak ortaya koyuyor. Önümüzdeki hafta Newroz’dur. Toplumsal çatışmayı derinleştirmek için bu tür saldırıların gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.
Stratejik çıkarlarını belirlemede önemli bir güç kaybına uğrayan devletin, iç politikadaki gücünü korumak için toplumun bütün sosyal katmanlarını baskı ve şiddetle kontrol etmeye yönelmesi hiçbir şekilde sorunu çözmeyecek, tersine politik istikrarsızlığı ve kaosu derinleştirecektir. İç dinamikleri, doğru politikalar üreterek çözmek yerine şiddeti esas alan ve çatışmalı süreci derinleştiren devletin kazanma şansı bulunmuyor.
Türkiye’yi bütünüyle savaş sürecine sokan iktidar, ne Kürtlerin politik gücünü tasfiye edebilir, ne demokrasi güçlerini yok edebilir. Saldırılar tersine sistemi çözmeye zorlar. Yanlış politikalardan, hele iç savaşı esas alan bir stratejinin bütünüyle başarısız kalacağı açıktır. Türkiye bölgesel bir güç olmaktan çıkmıştır. Bölgesel bir sorun haline gelen Kürt sorununun çözümünü Kürt coğrafyasını Kobanêleştirerek sürdürme şansı bulunmuyor.
Önümüzdeki birkaç ay içinde ya iç savaş politikasından vazgeçer, demokratikleşme sürecine döner ya da kendisi tasfiye sürecini hızlandırır. Bölgesel ilişkilerde yalnızlaşan devletin, iç politikada tek başına güç olması ve özellikle Erdoğan’ın sistemin iç dinamiklerini değiştirerek iktidarını sürdürmesi oldukça zordur.
İktidarın çok güçlü göründüğü bu dönemde tersine zayıf halkaları hızla artıyor. Bu halkaların çözülmesi ve derinleşmesi bölgesel ve iç politik dengelere bağlı olarak gelişecektir. Savaş politikalarının devreye konulması, Türkiye’nin her bölgesinde zorlu ve acılı sonuçlar yaratıyor ama sistemin çözülüş sürecini hızlandıracaktır.
Yeni ölümlerin ve katliamların olmaması, savaş politikaların terk edilmesi, demokratik çözümü esas alan bir sürecin başlatılması için, bütün toplumsal dinamikler gerekli duyarlılığı ve tepkiyi koymalıdırlar.
Otoriterleşme güçlendirmez tersine zayıflatır.
(Mustafa Peköz'ün bu yazısı 14 Mart tarihinde Sendika.Org'da yayınlanmıştır.)