Geçtiğimiz hafta ABD’de açıklanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS), Trump yönetiminin temsil ettiği büyüme koalisyonunun, ABD devletinin jeopolitik çıkarlarını nasıl yeniden tanımladığını açık biçimde ortaya koyuyor. Belge, Soğuk Savaş sonrasında egemen hale gelen liberal uluslararasıcı paradigmayla bilinçli bir kopuşu temsil ediyor. Ancak bu kopuş, yalnızca ideolojik bir yön değişimi ya da Trump’a özgü kişisel bir tercih olarak okunmamalı. Aksine, küreselleşmenin ABD açısından ürettiği ekonomik, sınıfsal ve jeopolitik sonuçların birikimi üzerine inşa edilmiş yapısal bir yön değişimini işaret ediyor. (Dileyen okur, Praksis Güncel’de yazan Mustafa Bayram Mısır’ın benzer yöndeki değerlendirmesine bakabilir.)
Neoliberal küreselleşme dönemi boyunca ABD, finansallaşma, dışa açılma ve üretimin küresel ölçekte yeniden örgütlenmesi üzerinden büyürken bu süreç, ülke içinde sanayisizleşmeyi, bölgesel eşitsizlikleri ve sınıfsal çözülmeleri derinleştirdi. Küreselleşmenin ABD ekonomisi açısından artık net kazanç üretmemeye başlaması, aksine jeopolitik rakipleri güçlendiren bir mekanizmaya dönüşmesi, ABD’yi küreselleşme karşıtı saflara iten temel dinamiklerden biri oldu.
Bu yapısal zeminde Trump yönetimi, finansallaşmış ve küreselci sermaye fraksiyonlarının ağırlıkta olduğu önceki tarihsel bloktan farklı olarak, sanayi, fosil enerji, savunma ve teknoloji sermayesini merkeze alan yeni bir sınıfsal ittifak inşa etmeye yöneldi. 2025 UGS bu açıdan, dağınık politika tercihlerini bir araya getiren teknik bir belge değil; küreselleşme sonrası dönemde ABD kapitalizminin yeniden konumlanma arayışını yansıtan yeni bir tarihsel bloğun devlet aklı düzeyinde kurumsallaştırılması olarak okunmalı.
Bu yazıda, UGS belgesi üzerinden ABD’de şekillenen bu yeni sınıfsal ittifakın dış politika anlayışını ve dünya sistemi tasarımını belirleyen temel unsurları ele alıyorum.
Yeni merkantilist ittifak
Belgenin ideolojik çekirdeğinde yer alan “ekonomik güvenlik, ulusal güvenliktir” ilkesi (UGS, s. 13), yalnızca bir söylem değişimini değil, küreselleşme döneminde piyasa disiplinine tabi kılınmış devletin yeniden stratejik bir aktör haline getirilmesini ifade ediyor. Bu ilke, neoliberal dönemin temel varsayımını tersine çeviriyor: Ekonomik entegrasyon artık güvenliğin teminatı değil, bizzat güvenlik sorununun kaynağı olarak görülüyor.
Bu çerçeve, hangi sermaye fraksiyonlarının destekleneceğini de açık biçimde ortaya koyuyor. Sanayi üretimi, fosil enerji ve stratejik teknolojiler etrafında şekillenen tercih, küresel değer zincirlerine eklemlenmiş, finansallaşmış büyüme modelinden bilinçli bir kopuş anlamına geliyor. ABD’nin “hiçbir zaman savunması ya da ekonomisi için gerekli temel girdilerde herhangi bir dış güce bağımlı olmaması” gerektiği vurgusu (s. 13), küreselleşmenin yarattığı bağımlılık ilişkilerinin artık sürdürülemez bulunduğunu gösteriyor.
Ortaya çıkan yeni merkantilist yönelim, küresel ticareti bütünüyle reddetmiyor; ancak ticareti, devletin stratejik önceliklerine tabi kılan hiyerarşik bir çerçeveye oturtuyor. Böylece ekonomik milliyetçilik, yalnızca korumacı bir politika seti değil; ABD’nin küresel kapitalizm içindeki konumunu yeniden tanımlama aracı haline geliyor.
Avrupa: İttifaktan ‘al-ver’ci ortaklığa
UGS’nin Avrupa’ya yaklaşımı, ABD’nin küreselleşme sonrası dönemde müttefiklik ilişkilerini de yeniden tanımladığını gösteriyor. Transatlantik ilişki, artık ortak değerler ve serbest ticaret söylemi üzerinden değil, maliyet paylaşımı ve somut ekonomik fayda üzerinden kurgulanıyor.
Belgede Avrupa’dan “ABD malları ve hizmetleri için pazarların açılması” açık biçimde talep ediliyor (s. 27). Bu talep, “ABD çalışanları ve işletmeleri için adil muamele” vurgusuyla tamamlanıyor (s. 27). Bu çerçevede Avrupa, ABD’nin küreselleşmeden geri çekilme sürecinde, sanayi ve tarım başta olmak üzere yeni sınıfsal ittifakın çıkarlarını desteklemesi beklenen bir dış pazar olarak yeniden tanımlanıyor.
Güvenlik alanında ise ABD’nin sağladığı garantiler, NATO müttefiklerinin savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarma yükümlülüğüne bağlanıyor (s. 13). Bu yaklaşım, küreselleşme döneminde ABD’nin üstlendiği askerî ve mali yüklerin artık sürdürülemez görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Avrupa’dan beklenen, ABD’nin küresel yükünü paylaşması değil, kendi güvenliğini daha fazla finanse etmesi.
Bu dönüşüm, Avrupa’nın ABD açısından artık stratejik bir eşit ortak değil, küresel rekabet koşullarında yeniden işlevselleştirilmesi gereken bir ekonomik ve jeopolitik alan olarak görüldüğünü gösteriyor. Ancak ABD’nin küreselleşme sonrası stratejisinin asıl belirleyici sınaması, müttefikleriyle ilişkilerinden çok, Çin’le kurduğu ilişkide ortaya çıkıyor.
Çin: Küreselleşmenin geri tepmesi
Çin’le yüzleşme, ABD’nin neden küreselleşme karşıtı bir hatta geçtiğini en net biçimde ortaya koyan alan. Çin, ABD açısından yalnızca bir jeopolitik rakip değil, küreselleşmenin ABD aleyhine işlediğinin somut kanıtı olarak ele alınıyor.
Belgede Çin’le ilişkinin “yeniden dengelenmesi” hedefi (s. 19–20), ABD’nin serbest ticaret ve karşılıklı bağımlılık varsayımlarını terk ettiğini gösteriyor. Küreselleşme, Çin’i sisteme entegre ederek dönüştürmemiş, aksine Çin’i, ABD’nin sanayi ve teknoloji üstünlüğünü zorlayan bir rakibe dönüştürmüş durumda.
Bu nedenle ihracat kontrolleri, yatırım denetimleri ve teknoloji kısıtları, yalnızca güvenlik önlemleri değil, küreselleşmenin yarattığı asimetrileri tersine çevirme araçları olarak kullanılıyor. Aynı mantık, Monroe Doktrini’ne eklenen “Trump Eki”nde de görülüyor (s. 15). ABD’nin Batı Yarımküre’de üstünlük kurma hedefi (s. 17), küresel entegrasyonun yerine bölgesel ve hiyerarşik bir düzen inşa etme arayışının parçası.
Trump Doktrini
Kısacası 2025 UGS, ABD’nin küreselleşme sonrası dönemde benimsediği yeni yönelimin bütünlüklü bir ifadesi. Bu yönelim, neoliberal küreselleşmenin krizine verilen sınıfsal ve stratejik bir yanıt olarak şekilleniyor. Sanayi, enerji ve teknoloji sermayesini merkeze alan yeni tarihsel blok, devlet kapasitesini yeniden inşa etmeyi ve küresel entegrasyonu ABD lehine yeniden düzenlemeyi hedefliyor.
Bu nedenle Trump Doktrini, liberal uluslararası düzenin restorasyonu değil, küreselleşmenin sınırlarına gelindiği bir dönemde, ABD hegemonyasını daha dar, daha seçici ve daha hiyerarşik bir dünya düzeni üzerinden sürdürme girişimi olarak okunmalı. Ekonomik güvenliği merkeze alan, al-verci ilişkilerle ilerleyen ve stratejik rekabeti açıkça kabul eden bu doktrin, küresel kapitalizmin geçirdiği dönüşümün en berrak siyasal ifadelerinden biri.
