Mustafa Durmuş – Diğer Yazılar
Bu çaptaki projelerin doğada yarattığı tahribatı tam olarak ölçmek mümkün olamasa da bu tahribatın büyüklüğünü tahmin edebilmek mümkündür. Böyle bir alt-üst yapı binlerce dönüm tarım arazisinin inşaat alanına çevrilmesine, orman ve su kaynaklarının yok edilmesine, doğada yaşayan diğer canlı türlerinin tahribatına ve hatta projenin kapsadığı alanın büyüklüğüne bağlı olarak iklim değişikliklerine neden olacaktır.
Ayrıca bölgede çalışacak olan yüz binlerce insanın iş merkezlerine seyahatlerinin neden olacağı trafik sıkışıklığı ya da kullanılacak petrolün neden olacağı hava kirliliği ya da merkezde ya da merkeze yakın yerlerdeki emlak fiyatları ya da ev kiralarının aşırı yükselmesi gibi negatif dışsal etkiler de söz konusu olacaktır.
Nitekim bu sorun hali hazırda Çin’in on büyük mega bölgesinde yaşandığından şimdilerde Çin devleti tek merkezlilikten çok merkezliliğe geçiş modelleri üzerinde çalışmakta ve böylece hali hazırda ortaya çıkan doğa tahribatı ve diğer negatif ekolojik etkileri azaltmaya çalışmaktadır[1].
“Merkez Türkiye” projesinin yönetimi son yıllara kadar sıklıkla dile getirilen neo liberal yönetişim, yani sermaye ve sivil toplum örgütlerinden (işçi sendikaları zikredilmiyor) oluşan bir yönetim modeli ile gerçekleştirilecek. Ayrıca bu projenin hayata geçirileceği kentin özel bir yasa ile kurulması ve özel yetkili bir vali aracılığıyla devletle ilişkilerinin sağlanması bekleniyor.
“Yönetişim modeli” yöneten ve yönetilen karşıtlığı biçimindeki bir devlet –toplum karşıtlığını reddeden, bunun yerine eşit statüde, bürokraside hiyerarşi yerine eşitler arası ilişkiden karşılıklı bağımlılık içeren bir “birlikte yönetim”den, “hükümet olmadan yönetmeden” söz eden bir modeldir. Öyle ki bu modelde devletin rolü tayin edilirken, “devlet kürek çekmez, dümen tutar şeklindeki” edebi anlatımlara da sıkça rastlanır [2].
Bu modelin 1980 başlarında kapitalizmin içine evrildiği neo liberalizm döneminin içinde ortaya çıkması tesadüf değildir. Zira bu yıllarda Anglo-Sakson coğrafyalarda saldırgan bir iktidar pratiği sergileyen yeni-sağcılık, 1989’da Sovyet Bloku’nun çökmesinin ardından dünya çapında yeni bir düzenin inşasına yöneldi. Tasfiyecilik yerini yeniden inşaya, dışlayıcı saldırganlık yerini içerici düzenlemelere bıraktı. Kapitalist sermaye birikiminin yayılmacı evresine koşut gelişen bu yönelim, ABD’nin önderliğinde yol aldı ve hızla genelleşti. İçerici düzenlemelerin yönetim biçimi konusundaki farklı adlandırmaların rekabeti uzun sürmedi; “demokratikleşme” , “küçük devlet”, “piyasa dostu devlet” gibi kavramsallaştırmaların arasından sıyrılan bir kavram etrafında bir oydaşma gerçekleşti[3].
Uzunca bir dönem sol liberallerin dahi ilgisini çekebilen bu kavramın gerçekte son derece esnek, aynı ölçüde kaygan ve değişken bir kavram olduğu, söylemde tarafsız gibi görünürken, siyasal ve ideolojik olmayan bir özellik sergilerken gerçekte toplumun ezilenlerini dışlayan, toplumun geleceğini sermaye sınıfının egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modeli olduğu ancak yıllar sonra yaşanan deneylerle ortaya çıktı.
AKP iktidarı dahi artık (Başkanlık Sistemi gibi farklı nedenlerle de olsa) bu kavramı kullanmaktan kaçınırken, CHP’nin, Türkiye ekonomisinin ve toplumunun kurtuluşunu gerçekleştireceği bir proje olarak gördüğü” Merkez Türkiye” projesini neo liberal yönetişim altında gerçekleştireceğini açıklaması, bu partinin uluslar arası sermayeye olduğu kadar, onun dönemsel olarak moda toplum yönetim biçimi önerisine de ne kadar bağlı olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kapitalist küreselleşmenin önümüze koyduğu ve “Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi” gibi modası geçmiş uluslar arası ticaret teorileri ya da “ölçek ekonomileri” tezleriyle azgelişmiş ülkelere kabul ettirilmeye çalışılan “Merkez Türkiye” projesi gibi projelerin sermayenin kârlılığını artırmaktan ve monopolleşmeyi hızlandırmaktan öteye geçerek, ne ülkenin kalkınmasına ve sanayileşmesine ne de eşitsizlik gibi sorunlara çözüm olmayacağı açıktır.
Nitekim kapitalizmin ne insanlık ne de doğa açısından bir kurtuluş projesi olmadığı, tam tersine bir yok oluş projesi olduğu gerçeği giderek ortaya belirginleşmektedir. Bu da karşıtı bir sistem olan sosyalizmi yeniden gündeme getirmektedir.
Diğer taraftan 20.yüz yılda yaşanmış olan reel sosyalizm ve SSCB deneyiminin açmazları da ortadadır. Bu açmazların başında da aslında özünde “ölçek sorunu” olan “merkezi planlama” gelmektedir.
Üretim, yönetim, denetim ve mülkiyetteki ölçek büyüklüğünün sosyalist kurulumun da başının belası olması ironiktir, çünkü kapitalizmi başarısızlığa uğratan faktörlerden biri olan bu ölçek sorununun Marksist bakış açısıyla sosyalizm ile çözümlenebilir olması beklenir.
Buna rağmen 20.yüz yılda özellikle de SSCB’de sosyalist plancılar üstlendikleri görevlerin devasa ölçeği nedeniyle başarısız kaldılar. Bunun nedenlerinin başında sosyalist planlamanın da fiziki üretim kanunlarına tabi olduğu gerçeği gelir. Emek gücü işbirliğinin daha büyük ölçekte uygulanarak, kaynakları, süreci ve üretimin sonuçlarını belirlemek, mevcut üretken güçlerce dikte edilen oranları muhafaza etmeyi gerektirir[4].
Ayrıca reel sosyalizm deneyiminde sosyalizm iki temel koşula odaklanmıştı: Üretim araçlarının üzerindeki mülkiyetin biçimi ve üretken kaynakları ve yaratılan hâsılayı dağıtma mekanizması (kaynak tahsisi). Bu çerçevede kapitalizm, özel mülkiyet ve tahsis mekanizması anlamında serbest piyasa düzeni olarak, sosyalizm ise üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve işçiler tarafından kontrol edilen bir devlet aygıtı aracılığıyla yapılan kamusal iktisadi planlama olarak ele alındı.
Reel sosyalizm uygulamasında, insanlığa sunduğu çok sayıda olumlu katkıyı dışarıda tutarak, mikro düzeyde, yani işletmeler bazında sosyalizm çok fazla bir anlam ifade etmiyordu. İşletmelerin iç yapılanmaları bağlamında sosyalizm, kapitalizmden çok fazla farklılaşmamıştı. Sosyalistler işbaşına geldiklerinde işletmelerin temel içyapıları çok fazla değiştirilmedi. İşçiler gün boyu çalıştılar ve fabrikaları iş bitiminde terk ettiler, ama emeklerinin meyvelerini yönetici müdürlere bıraktılar; ne üretileceği, nasıl üretileceği ve artı değerin ne yapılacağı konusundaki kararları da bu kişilere bıraktılar. Özel yöneticilerin yerini, kamu görevlileri almış ve sosyalistler bir miktar biçimlendirmiş olsalar da, işçileri işletme kararlarıyla ilişkilendiren mekanizma, kapitalizmdekilerden çok fazla farklılaşmadı[5].
Kısaca, reel sosyalizm döneminde kapitalist işletmelerin işçileri sadece emek gücü sunan, diğerlerine her türlü karar alma yetkisini bırakan örgütlenmesine son vermek demek olan sosyalizmin mikro vurgusu eksik kaldı.
O halde “sosyalist bir toplumda başta ölçek sorunu olmak üzere kaynak tahsisi ile ilgili sorunlar nasıl ve hangi yeni örgütlenme biçimleriyle aşılabilecektir” sorusu sosyalist yeniden kuruluşun da hedefindeki ana soruların başında gelmektedir.
Öncelikle üretim koşullarında devrim yaratmak sadece kapitalizme özgü bir şey değildir. İnsan özgürlüğünü ve gücünü bir bütün olarak geliştirmeye vesile olacak üretim koşullarını yeniden oluşturmaya çalışan sosyalist toplum için de, tüm toplumun yararına kullanılmak üzere, üretici güçlerde ve teknolojide devrim yapmak mümkündür. Daha fazla refah yaratmak için Marx’ın deyimiyle daha fazla ölü ve canlı sermayeye ihtiyaç olacaktır. Ama bu ikisini yan yana koymak yetmeyecektir[6].
Mikro yönlere yapılacak vurgular çağımızın sosyalizm anlayışını güçlendirebilir. İlk olarak, makro- mikro bütünleşik bir sosyalizm anlayışı üretimin her alanında gerçek anlamda işçilerin yönetime katılımını kurumsallaştırmalıdır. Bu bağlamda sosyalizm, işçilerin kendilerine bırakılmış olan işyerlerini dönüştürmekten sorumlu olmaları demektir. İşçiler bunu, yöneten-yönetilen, kol emeği- kafa emeği ayrımını ortadan kaldırarak yaparlar. Böylece büyük ölçekli üretimin beraberinde getirdiği işbirliği ve emek gücü verimliliğindeki artış bir yandan üretim ve refah artışını sağlarken, diğer yandan da çalışma saatlerinin azalmasını mümkün kılarak işçilerin daha yaratıcı fikirlerin üretiminde bulunmalarına da hizmet edecektir[7].
Yeni bir sosyalist toplum, ancak işçilerin işletmeleri kesintisiz bir şekilde ve eşitlik, paylaşım, rotasyon ve kolektif karar almaya dayalı olarak yeniden örgütlemeleriyle kurulabilir. Böylece, sosyalizm tüm işçileri makro düzeydeki sosyalist dönüşümün paralelinde ve onun sarmalında yaşam boyu bir öz dönüştürme sürecine dâhil etmek demektir. Bunun sonucunda işçiler ekonomide olduğu kadar kültürel ve politik yaşamda da tam bir katılım sağlayabilecek bir donanım ve güdülemeye sahip olacaklardır.
Emekçiler bu gerçeğin farkına vararak kendi kolektif özgüvenlerine ve örgütlerine dayalı olarak mücadele vererek yarattıkları değere sahip çıkmak gereğini anlayacaklar ve demokratik bir biçimde belirlenmiş kolektif amaçlar için, buna yeniden şekil vermek, yönetmek için yola çıktıkları çevre, doğa ve toplumla uyumlu yapısıyla her birinin özgürce gelişimini ve herkesin toplumca gelişimini sağlayabilecekleri bir yöne doğru yöneleceklerdir.
İkinci olarak, böyle bir makro-mikro birliktelik vurgusu, içi yeterince doldurulmamış olan “ sosyalist demokrasi” kavramına da somut bir nitelik kazandırır. Böyle bir demokrasi, her bir üretim yerinin içindeki işçi meclislerinin / kolektiflerinin temel kararlara nasıl ulaşacağını bize anlatır. Tıpkı hayatın diğer alanlarındaki demokratik kararların alınmasında olduğu gibi, bu tür işyeri meclisleri /kolektifleri kararlı ve sürekli olmalıdır[8].
Ayrıca sosyalist demokrasi toplumun bütününü ve doğayı ilgilendiren konularda, büyük projelerde, başta bölge halkı olmak üzere topluma danışılmasını, deyim yerindeyse toplumun bütün hücrelerinde yeterince tartışılarak karar üzerinde ortaklaşılmasını ve projenin her aşamasında toplumsal denetimin etkin bir şekilde işletilmesini gerektirir. Bu bağlamda, “Mega Kent” projesi bölge halkının ihtiyaçlarını gözetmediği ve onlara sorulmadan hazırlandığı için ilkesel olarak reddedilmelidir.
20 yy. da görülen reel sosyalizm beklendiği gibi sosyalist demokrasiyi geliştiremedi ve yıkıldı. 21.yüz yılın aşağıdan yukarıya örgütlenecek olan sosyalizmi, sadece kapitalizmin değil, aynı zamanda hem 20.yüz yılın SSCB tipi reel sosyalizminin, hem de Yugoslavya’nın piyasaya dayalı öz yönetim modelinin alternatifidir. Küresel kapitalist-emperyalist sistemin varlığında bunun hayata geçirilebilmesi ise işçi sınıfı ve diğer ezilen halkların enternasyonalist dayanışması ile mümkün olabilecektir.
[1] “China’s mega-cities are combining into mega-regions, and they’re doing it all wrong”, http://qz.com, (5 May 2014); Jiawen Yang, Ge Song, and Jian Lin, “Measuring Spatial Structure of China’s Mega-Regions”, Lincoln Institute of Land Policy Working WP13JY1, 2012, (25 Mayıs 2015).
[2] Sonay Bayramoğlu, Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005, s. 30-32.
[3] Agk. S. 27.
[4] Julio Huato, “Scale and Socialist Planning”, http://brechtforum.org, (20 March.2011).
[5] Rick Wolff , “Capitalist crisis and socialist renewal”, http://mrzine.monthlyreview.org, (24 May 2009).
[6] Huato, agm.
[7] Wolff, agm.
[8] Wolff, agm.