“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” diyor filozof. O zaman sömürgeciliği biraz daha yakından mercek altına almak gerekecek. Sömürgeciliği sözlükler: “Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik” olarak ele alıyor. Bir de yukarıda alıntıladığımız sözler Türkiye cumhuriyeti devletinin resmi sözlüklerinden bir tanesindendir.
Yukarıdaki tanım çok açıktır. Bırakalım bir devleti, bir toplumu, bir topluluğu siyasal ve ekonomik olarak egemenliğine zoraki alarak, kendisine işgal ettiği bu yerleri yayılma alanı olarak kullanmasıdır, sömürgecilik. Bu tanıma göre Kürdistan dört dörtlük bir sömürgedir. Sömürge altına alan ise Türkiye cumhuriyeti devletidir.
Albert Memmi yıllar önce: “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” diye yazmış. Yani eğer sömürge insanı, sömürgeciliğin politikalarına karşı durmazsa, refleks göstermezse, ret etmezse yaşayacağı tek kelimeyle erimedir, kültürel olarak yok olmadır, kendisi olmaktan çıkmadır yani kendisine yabancılaşmadır.
Yok, olmamak için diyor Albert Memmi: “Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”
Evet, sömürgeciliğe karşı ayakta kalmak, direnebilmek için öncelikli olarak öz kültüre sahip çıkılması gerekiyor. Kültür ise önemli oranda dili içerir. Yani söz konusu Kürt ise Kürtçe’yi iyi bilecektir. Kürtçe’nin unutulmasına karşı duracaktır, direnç gösterecektir.
Bu durumu sömürgeciler iyi bildikleri için, sömürgecilerin yapacakları Kürtlere dillerini unutturmaktır, yozlaştırmaktır, dillerini yok saymaktır. Ve bu yok etmenin, eritmenin yani asimile etmenin en etkili yöntemi okullardır. Henüz küçük yaşlardan alarak Kürtçe’yi unutturarak iyi Türkçe öğretmektir. Gençlik içerisinde ise gelecekte en etkili olacak olanlar ise genç kızlardır. Genç kızları Türkçeleştirdiğin oranda Kürt toplumunu yani sömürge haline getirilmiş olan toplumu gelecekte daha iyi ve rahat eritebilirsin.
İşte Türk sömürgecileri ve sömürgeciliği bu durumu iyi bildikleri için Kürdistan’a akınlar düzenlemişlerdir. Akınları sadece süngü ucuyla yürütmemişlerdir. Önce 1920 ile 1940 arasında süngü uçlarıyla binlerce Kürt katledilecek, yüz binlercesi sürgün edilecek, yüz binlercesi ülkelerini terk etmeye zorlanacaklardır, ardından ise arta kalanlar üzerinde bu kez süngüsüz akınlarla beyinler fethedilecektir. Beyinleri fethetmenin en iyi yolu kültürel fethetmedir yani Kürtlerin dillerini yasaklayarak yerine Türklerin dili olan Türkçe’yi zoraki öğretmektir. Öyle ki bir kere birisine Türkçe öğretilmiş ise o Kürdistan’ın en ücra köşesine bu dili götürecektir. Dil ile birlikte bir de özel savaşın en ince politikaları bu genç kızlara ve çocuklara yedirilmiş ise Kürdistan boydan boya Türkçülüğün kültürel yayılma alanı haline getirilecektir.
Dağ Çiçeklerim adlı bir kitapta, bir halkın dilinin nasıl horlandığını, çocuklarının özelde kızlarının nasıl asimile edildiklerini utanmadan edebi bir dille yazıldığını görüyoruz. Yaşanmışları kaleme alması itibariyle sömürgeciliğin iyi bir belgesi durumundadır.
Kitabın bir yerinde: “Atatürk’ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp – Git… Dağ köylerine git… Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir… Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir” diye yazılır. Ve “… Öğüdü yerine gelmek üzeredir. Avar da, kendisinin yetiştirdiği küçük Avar’lar da mücadelelerinde muvaffak olmuşlardır” diye de devam edecektir.
Avar yani Sıdıka Avar Kürdistan’a gönderilen akıncılardan bir tanesidir. Hem de en ileri düzeyde, Kürdistan’da Kürt kızlarının asimle edilmeleri, kendi kültürlerinde kaçmaları ve de yabancılaşmaları için gönüllüce çalışan bir Türk öğretmendir, bir misyonerdir, akıncıdır. Kürt kızlarını Türkleştirmek için göze almayacağı tek bir zorluk yoktur.
Kitabın bir sahnesi çok ilginçtir. Sıdıka Avar’ın yetiştirdiği kızları Kürtlerin katili İsmet İnönü Elazığ’da ziyaret eder. İnönü’nün yanında bir de bir milletvekili vardır.
Sahne şöyle, kız önce gelenlerle merhabalaşmaz. Merhabalaşmamanın gerekçelerini ise Sıdıka Avar:
“Çünkü “Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam” diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, – Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli “hürmetle öptü ve alnına koyup durdu.
Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elmas’ı omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, – “İşte eser bu; “KÜRT” dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, – “Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! – Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti” diye anlatır kitap bize.
Burada olup biten özünde kendi gerçekliğinde uzaklaşmış olan bir genç Kürt kızının bu durumuna Kürtlerin baş düşmanlarından olan İsmet İnönü ve yanındaki milletvekillinin gösterdiği reflekstir.
Kitabın başka bir sahnesinde ise daha ilginç ve faşizmin daha derin yansıması olan anlatımları görüyoruz.
“Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir grubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefkûreyi aşılayabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşım yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız, Uğraştığımız camia, bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına; günün terbiyesini ve Türk mefkûresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sade ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden gruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahil bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun; şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine, yalnızlıklarına, dertlerine derman olmak gerektir.”
Söylenenler çok fazla açıktır. Bir halkın evlatları eritilerek, asimile edilerek esasta kendine düşman hale getiriliyor. Bir halkın kültürel değerlerini horlayarak bitirme herhalde bitirmelerin en kirlisi ve en çirkinidir. Bir halkın evlatlarını köy köy dolaşarak almak, aldıktan sonra kendi ulusal kültürüne karşı düşman biçiminde yetiştirerek o ufacık yaşlarda birer zehir zemberek gibi halkın bağrına saplamak gibi köklü bir faşizanlık olamaz. Hem tümden neredeyse derin faşizm diyebileceğimiz bir politika uygulayacaksın ardından da zehir hale getirdiklerini Dağ Çiçeklerim diyerek toplumun bağrına saplayacaksın. Tüm bunları yaparken de sözde Kürtlere medeniyeti götüreceksin. Medeniyet dedikleri ise kitabın her sayfasında bir halkın yani Kürt halkının kültürel soykırımından öteye bir şey değildir.
Bu derin sömürgeciliğe karşı söylenecekler olmalıdır. Albert Memmi bir yerde bu düzeyde sömürge altına alınmışların göstermesi gereken refleksi ya da gösterecekleri refleksi:
“Ve bir halkın ölme şeklinden başka hiçbir seçeneği yoksa; bir halk ezenlerinden sadece umutsuzluk hediyesi almışsa, kaybedecek neyi olur? Bir halkın şanssızlığı, onun cesareti haline gelir; sömürgeciliğin onu sonsuz reddini, sömürgeciliğin mutlak reddine çevirir.”
Evet, sömürgeciliğin bu düşürücülüğüne karşı topyekün tüm reflekslerimizi yükselterek cevap vermek onurlu olmanın tek yoludur. İnsani olmanın tek vasfı da bu insanlıktan çıkarılmaya karşı dik duruşu sergilemekten, kendi kültürel değerlere sahip çıkmaktan, öz kültüre çok köklü bir şekilden geri dönüşten, yaşamın tüm sahalarında kendi dili ve kültürüyle iletişimden geçer.
Son sözümüzü Frantz Fanon’un: “Sömürgeleştirmenin sömürgeciye de sömürgeleştirilene de dayattığı patolojik durumun tek tedavisi ulusal kurtuluştur. Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” ile bitirelim.
Bu yazı Özgür Gündem Gazetesi’nden alıntılanmıştır.