ERKİN BAŞER…
Geçen yazıda üniversiteler üzerindeki baskı rejimini ele almıştık. Şimdi de üniversitelerin piyasa rejimi ile entegrasyonuna bir bakalım.Bir üniversitenin temel işlevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Bilimsel araştırma ve üretim, meslekî eğitim ve toplumu aydınlatma. Bu işlevler, kapitalist sistemde ve özellikle günümüz Türkiyesi’nde sistemin maddî ve ideolojik yeniden üretimine hizmet etmektedir. Bir yandan devletin (şimdilerde AKP’nin) ideolojik aygıtı olur, diğer yandan kapitalist piyasa sistemini besler. Hatta artık, geçmişteki (özellikle ‘60 ve 70’lerdeki) kamusal kazanımların yitirilmesi ile kendisi bir sektör, bir piyasa haline dönüşür.
1980 sonrasında, özellikle 2000’lerde eğitim ve sağlığın kamusal niteliği olabildiğince aşınmıştır. Buna bilimin piyasalaşmasını da eklersek üniversiteler, kâr amacı güden büyük şirketlere dönüşmüş olurlar.
Bugün 73’ü özel, 178 üniversite var. Her ilde en az bir üniversite mevcut. İlçelerde de fakülteler, yüksek okullar açarak yerel ekonomiye dinamizm kazandırıyorlar. Özellikle küçük illerde yerel kalkınmanın itici unsuru oldular. Üstelik 5 milyon 450 bin öğrenciyle (yüksek öğretimde okuyanlar, 2014 Nisan verileridir) işsizliği öteleme işlevi de cabası. Oysa 2002’de 1 milyon 900 bin, 2007’de 2,5 milyon öğrenci okuyordu. Şimdi bu gençler, daha iyi bir yaşam umuduyla gittikleri kentlerde ekonomik işlem hacminin büyük bölümünü yerine getiriyorlar. Ev kiralıyorlar, gıda, giyecek, kitap vb tüketiyorlar, kafelerde buluşuyorlar.
Para kazanan üniversite!
Büyük illerdeki (İstanbul’da 47, Ankara’da 18, İzmir’de 9 adet) üniversiteler, başka işlevler de üstlenmektedirler. Artık kendileri bir şirket haline dönüşen üniversiteler, başta hastanelerinden olmak üzere büyük paralar kazanmaktadırlar. Bütçelerinin sadece yüzde 50’si devlet tarafından karşılanıyor. Yüzde 5’ini öğrencilerin harçları ve ödemeleri oluşturuyor. Geri kalan yüzde 45’ini ise kendileri kazanıyorlar. Hastaneler, teknoparklar, projeler, patentler, sürekli eğitim adı altındaki kurslar, şirketlere danışmanlıklar, yeni başlayan uzaktan eğitim programları, kantinler, otoparklar vb. Öğrenciyi, hastayı, yani halkı müşteri gören bir anlayış hâkim artık.
Şirket-üniversite modeli Türkiye’de daha gelişme aşamasındadır. Örneğin AKP iktidara geldiğinde sadece 5 adet teknopark varken, bugün sayı 52’ye yükselmiştir. Bu teknoparklardan yapılan ihracat henüz 1 milyar doların altındadır. 20 bin kişi çalışmaktadır. Hızla büyüyeceklerini tahmin edebiliriz. Üniversite sanayi (aslında sermaye demek gerekir) işbirliği düstur halini almıştır.
Piyasalaşmanın bir sonucu olarak üniversitelerde taşeron çalıştırma da yaygınlaşmaktadır. Bugün üniversite çalışanlarının yaklaşık yüzde 25’i iş güvencesi olmayan taşeron firma işçileridir. Haliyle ücretler, maliyet unsuru görülmekte ve azaltılması gerekmektedir.
Üniversitelerin genel bütçeden aldığı kaynak kısıldıkça ve kaynaklarını kendilerinin yaratmaları beklendikçe bilimin ve bilim insanlarının öncelikleri de değişmektedir. Kâr amacı güden, gelir getiren araştırmalar teşvik edilmeye başlar. Rekabet, verimlilik, kaynak ve talep yaratma olağanlaşır. Bir şirketin, üniversitede Ar-Ge laboratuvarı kurması, “masum bir iyilik” olarak kabul görür. Projecilik makbul hale gelir ve sıradanlaşır. Bu durumda projelendirilemeyen (yani piyasanın çıkarlarına hizmet etmeyen) araştırmalar hor görülür.
Böylece bilgi metalaşmaktadır. Patent sistemi, lisans anlaşmaları ve finanse edilme araçları (özel sektörün kaynak
aktarması) bilimsel üretime, ideolojik işlevinin yanı sıra bizzat piyasada alınır satılır bir mal fonksiyonu kazandırır.
Bilginin üretimi ve dağıtımı, piyasa mekanizması ve normları ile uyumlu hale getirilmektedir. Bilim ve teknoloji üretimi, ister devlet ister özel üniversitelerde olsun, sermayenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzenlenmiştir. AKP de bu esnada, yaptığı ve yapacağı yasal düzenlemelerle piyasalaşmaya ortam oluşturmaktadır.
Şirketlerin tam kontrolü geliyor
Bu yeni şirket-üniversitelerin yönetim modeli de yenilenmek zorundadır. Özel üniversitelerde zaten böyle bir sorun yok. Mütevelli heyetler, şirketin yönetim kurulu olarak her şeye karar vermektedirler. Özel üniversitelerin rektörleri ve diğer yöneticileri yetkisizdirler ve sadece vitrindedirler. Oysa devlet üniversiteleri piyasalaşmaya uyumlu bir yönetime geçiş sağlamış değillerdir. Çıkarılmak istenen yeni YÖK yasasının temel görevi, mütevelli heyetleri getirmek olacaktır. Örneğin Ticaret ve Sanayi Odası başkanlarını, en çok vergi veren vatandaşı üniversiteleri yönetirken göreceğiz.
Bu üniversiteleri, uluslararası piyasalarla eş-güdümlü hale getirmek de gerekecektir. Şimdilerde uygulanan Bologna kriterleri bir başlangıç kabul edilebilir. İstanbul Bilgi Üniversitesi ile başlayan, uluslararası sermayenin üniversite yönetmesi de yaygınlaşacaktır. “Bağımsız” denetçilerin görev alması, kalite güvence belgeleri, ödüllendirme sistemleri, uluslararası lisans-üstü eğitimin desteklenmesi vb uygulamalar küresel piyasa sistemine entegrasyon çabasıdır. Üniversiteler artık “bizim” değildir. Doğa ve halktan yana bilimi, ezilenlere hizmet eden bilimi üniversitenin dışında üretme olanaklarını çoğaltmak gerekir.