Behlül Özkan yazdı: Öncelikle meclisteki dört partinin girişimiyle, Meclis’i bombalayacak kadar gözü dönen bu yapılanmanın yargılanması için şeffaf ve hızlı çalışacak, adaletinden kimsenin şüphe duymayacağı bir özel mahkeme kurulmalı (Seçtiklerimiz)
BEHLÜL ÖZKAN
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üzerinden bir hafta geçti. Tablo giderek vahim bir hâl alıyor. Darbecilerin ifadeleri, hükümetten gelen açıklamalar darbe girişiminin Gülenci subaylar tarafından gerçekleştirildiğini doğruluyor. Buna Cemaat’i uzun yıllardır destekleyen Boydak ailesinin “FETÖ örgütüne geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla aile bireyleri olarak yaptığımız yardım ve hayırları düşününce bugün, her Türk vatandaşı gibi kahroluyoruz” açıklamasını da ekleyelim. İktidara yakın kaynakların iddiasına göre Gülen cemaatine bağlı generallerin TSK içinde oranı %35, albay seviyesindekilerin oranıysa %52. 15 Temmuz sonrası gözaltına alınan 130’a yakın generalin TSK içindeki toplam general sayısının üçte biri olduğunu düşünürsek bu iddianın en azından generaller için doğru olması mümkün. Balyoz ve Ergenekon sürecinde tutuklanan askerlerden konuştuğum kişiler, özellikle 2007 sonrasında TSK’ye alınan kişilerde Cemaat’e bağlı olanların oranının çok daha yüksek olduğunu söyledi. Aynı kişiler bu davalarla ordu içindeki Atatürkçü, ulusalcı ve farklı dünya görüşünden olan kadroların önemli kısmının atıldığını, ordu içinde kalan ve Cemaat’ten olmayan kadrolarınsa bu davalara tam destek veren AKP hükümetinin ve onun müttefiki Cemaat’in kendilerini de tutuklayacağından çekindikleri için seslerini yükseltemediklerini belirtti.
“Dokunan yanar”
2007 sonrasında Türkiye’de yaratılan siyasi atmosferi hatırlayalım. Kumpas ve tasfiyelere karşı çıkan sadece ordu mensupları değil; gazeteci, akademisyen, STK üyeleri de “darbeci” olarak damgalanarak tutuklanmıştı. 3 Mart 2011’de Ergenekon operasyonunda gözaltına alınırken Ahmet Şık’ın kullandığı “dokunan yanar” ifadesi dönemi özetleyen en veciz ifade olarak hala kulaklarda. İktidara yakın kaynaklara göre Cemaat’in polis içinde 60 bin, devlet içindeyse toplam 120 bine yakın üyesi var. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire eski Başkanı Sabri Uzun “İn” başlıklı kitabında (sayfa 31) “Polis Teşkilatı’na 2007-2013 yılları arasında alınan polislerin tamamına yakınının Cemaatçi olduklarına inanıyorum. Şu anda teşkilat kadrosunun yüzde 70’inin Cemaat’in etkisinde olduğu kanısındayım” diyor. Cemaat’in kadrolaşmada ulaştığı boyutun en çarpıcı kanıtı; 17 Aralık operasyonu sonrası İstanbul Emniyet Müdürlüğüne tam olarak güvenebileceği bir isimi atamak isteyen iktidarın, tüm Türkiye çapında yaptığı araştırmadan sonra ancak İstanbul’un bir mahallesi büyüklüğünde olan Aksaray ilinin valisi Selami Altınok’u bu göreve atayabilmesiydi. Bu oranlar ilk bakışta çok yüksek gelse de Cemaatin bağımsız adayları İstanbul, İzmir ve Ankara’da 7 Haziran 2015 seçimlerinde 243 bin oy almıştı. Buna diğer şehirleri ve başka partilere oy veren üyelerini de eklediğimizde Cemaat’in sayı olarak ciddi bir kitleyi kapsadığını söyleyebiliriz.
Düşkün devlet olma yolunda
15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında Türkiye, siyaset biliminde “düşkün devlet” (failed state) olarak tanımlanan ve tüm kurumsal yapılarıyla kriz işaretleri veren bir yöne doğru kayıyor. Türkiye’yi 14 yıldır tek başına yöneten AKP iktidarı bunun farkında olsa gerek ki yeni bir darbe girişiminin önünü alabilmek için kitleleri sokaklarda kalmaya teşvik ediyor. AKP Milletvekili Şaban Dişli’nin ağabeyi Tümgeneral Mehmet Dişli’nin bile darbeye karıştığı iddialarını gören Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisine yakın kurum ve kişiler yerine meydanlarda toplanan kitleler yoluyla toplumla doğrudan ilişki kurmayı tercih ediyor. Bunu doğrular şekilde pazar günü Taksim’de CHP’nin düzenleyeceği mitinge AKP destek açıklıyor. Sokakları kontrol ederek siyasete hâkim olmak darbenin hemen sonrasında sonuç verse bile, uzun dönemli bir çözüm olarak düşünülemez. Muhalefet partilerinin darbeye karşı çıkarak parlamenter rejim, demokrasi ve anayasal düzene iktidarla birlikte destek açıklamaları içinde bulunduğumuz varoluşsal krizin üstesinden gelebilmek için tutunabileceğimiz en güçlü umut dalı. Uçurumun kenarına nasıl sürüklendiğimizin analizini yaptıktan sonra, buradan nasıl çıkabileceğimize bakalım.
‘Sızıntı’dan devleti ele geçirmeye
Bugün karşı karşıya kaldığımız vahim durum, Türkiye’de Soğuk Savaş döneminde kurulan derin devlet yapılanmasının sonucu. 1979 Şubatında çıkardığı “Sızıntı” dergisinin ismine uygun şekilde Cemaat, polis ve orduya sızarak bu kurumlar içinde 1980’li yılların ilk yarısından itibaren örgütlenmeye başladı. Ancak bunun 20 yıllık bir evveliyatı var. Fethullah Gülen 1960’lardan itibaren yükselen sola karşı kurulan komünizmle mücadele yapılanmasının içinde yer almış bir din adamı. 1966’da Cemal Tural’ın “Komünizmle Mücadele Metotları” kitabını askeri okulların ders programı içinde aldığını, 1971 darbesinin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözlerinin altını çizelim. Bu dönemde solun yükselişini tehlike olarak gören devlet ve İslamcılar, anti-komünizm zemininde ittifak kurdular. AKP’nin eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in o dönemde Yeniden Milli Mücadele Derneği adına Memduh Tağmaç’a çektiği telgraftan şu bölümü okuyalım: “Aylardan beri anarşist ve komünist militanların silahlı tecavüzleri yüzünden derslere devam edemeyen, hayatları ve okuma hakları tehdit altında bulunan, Türkiye’mizin istikbalinden endişe duyan milliyetçi ve vatan sever talebeler olarak bayram mesajınızı ümid ve takdirle karşıladık. Milliyet, devlet ve milli ordu düşmanları karşısında kahraman ordumuzun mert sesini duymaktan büyük sevinç ve kıvanç duyduk. Bağlılıklarımızı bildirir; saygılar sunarız.” Buna “laiklik yeni anayasada olmamalı” diyen Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın yine aynı dönemde MTTB başkanı olarak bu derneği İslamcıların önemli kalelerinden biri haline getirdiğini de ekleyelim. Kısaca söylemek istediğim Gülen Cemaati’nin tıpkı diğer İslamcı yapılar gibi, ancak onlardan farklı ve daha etkili yöntemler kullanarak hareket ettiği ve devlet içinde yükselişe geçtiğidir. 1980 darbesi ve Özal döneminde bu sızma ve yükseliş; medya, finans, eğitim dallarında katlanarak bir kartopu gibi büyüdü.
Buradan nasıl çıkılacak
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle anti-komünizm üzerinden kurulan devlet içindeki ittifak çökerken, 28 Şubat 1997 süreciyle özellikle askeri ve yargı bürokrasisi İslamcıların laik Cumhuriyet için tehdit oluşturduğunu öne sürerek bir iktidar savaşına girdi. Ancak bu savaş 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi, özellikle 2004-2005 sürecinde AB ve ABD’nin siyasi iktidara tam desteği ve 2007 sonrasında Ergenekon ve Balyoz hamlelerini gerçekleştiren AKP/Cemaat’in zaferiyle sonuçlandı. Bu dönemde İslamcıların hemen tamamı “Kemalizm” karşıtlığı üzerinden, aydınlanma değerlerini benimseyen farklı toplumsal grupları milletin değerlerine düşman olmakla suçlayarak tasfiye etmeye başladılar. “Alnı secdeye değen adamdan zarar gelmez” ilkesiyle kurulan bu ittifak, ekonomik ve rant paylaşımı mücadelesinde beraber saf tuttu. Ancak saflar 2013’te çözüldü. Bugün gelinen noktada kendi içinde savaşa giren bu eski ittifakın bir kanadı diğerine “evleri yansın yuvaları yıkılsın” bedduasını ederken, diğer taraf “darbecilerin cenaze namazı kılınmayacak” çıkışında bulunuyor. Yani hem ittifak kurulurken hem de savaşırken din siyasete alet ediliyor.
"Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketi olamaz." Atatürk’ün bu sözü aslında geldiğimiz noktayı ve buradan nasıl çıkacağımızın özeti. 21. yüzyılda ümmetin liderliği hayaliyle dış politikada tam bir çöküşe yol açan AKP iktidarı, İslamcı ideolojide ısrar ederse içeride de ülkeyi uçurumdan aşağı itecek. Öncelikle yapılması gereken tüm devlet kurumlarının laiklik, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle restore edilmesi. Bu ilkeler iktidarın “terör örgütü” olarak nitelendirdiği ve devlet kurumlarında ciddi şekilde kadrolaşmış Gülen Cemaati’yle mücadelenin de yegâne yolu. Öncelikle meclisteki dört partinin girişimiyle Meclis’i bombalayacak kadar gözü dönen bu yapılanmanın yargılanması için şeffaf ve hızlı çalışacak, adaletinden kimsenin şüphe duymayacağı bir özel mahkeme kurulmalı. Yurt içinde ve uluslararası alanda bu mahkemenin adil hareket edeceğine dair güven oluşturulabilirse, iktidarın bu örgütün “ele başı” olarak nitelendirdiği Fethullah Gülen’in de Türkiye’nin müttefiki ABD’den iadesi sağlanabilir. Bu Cemaat’in çözülmesinde önemli bir eşik olacaktır. Bu mücadelenin bir cadı avına dönüşmemesi ve intikam duygusuyla hareket edilmemesi, bu yapı içinde yer almış ama suç unsuruna bulaşmamış kişilerin hak ve özgürlüklerinin korunması bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta. Dahası Cemaat’in devlet içinde örgütlemesine yardım etmiş, kapıları ardına kadar açmış siyasetçilerin de mutlaka bunun hesabını vermesi gerekiyor. Tüm bunlar yapılmazsa ve AKP’nin benimsediği İslamcı ideolojiye uygun olarak ordu ve diğer kurumları imam hatip mezunlarıyla doldurarak bu sorun çözülmeye çalışılırsa, krizin çok uzun zaman geçmeden toplumda gittikçe taban kazanan Selefilik temelinde Türkiye’yi daha da şiddetli bir biçimde vurması mümkün. Yıllardır devlet içinde Cemaat kadrolaşmasına işaret edip bu gidişin gidiş olmadığını söyleyenlere “Cemaat’in devleti ele geçirmesi paranoyadır” diyenler, şimdi de Selefiliğin Türkiye’de taban bulamayacağını iddia ediyor. Ilımlı İslam diye diye yıllardır küresel çapta cilalanan ilkokul mezunu bir vaizin peşine düşüp meclisi bombalayan Gülen’in müridiyle, Rakka’daki halifenin emirlerine uyup Ankara Garında yüzden fazla insanı öldüren IŞID’li arasında ne kadar fark var? Atatürk’ün sözüne uygun olarak ya Türkiye Cumhuriyeti cemaatler ve müritler memleketi olmayacak. Ya da tutulan yolda Türkiye Cumhuriyeti kalmayacak. Son yaşananlardan ders almış olsalar. Keşke…
(Bu yazı Birgün Gazetesi'den alınmıştır.)