100 yıla tanıklık etmek! Kaç insana nasip olabilir ki? Aslında Sevim Belli (Tarı), Mihri Belli ve Vedat Türkali üçlüsüne bu nasip oldu diyebiliriz.
Her biri 90’lı yaşları görmüş ve aşmış insanlardı. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada pek çok olayın tanığı olmuşlar, hatta bizzat içinde yaşamışlardı. İçlerinde Vedat Türkali, son anına kadar sağlıklı kalabilmiş ve üretkenliğini sürdürmüştü. Yaşamını yitirdiğinde 97 yaşındaydı.
Eğer yaşasaydı, iki ay sonra “dalya” diyecek ve 100 yaşına basacak olan Sevim Belli’yi ise 24 Şubat’ta yitirdik. Son yıllarında yaşının getirdiği sorunlarla uğraşıyordu. Bu insanların sağlığında “yaşayan en eski komünistler” ya da “eski tüfekler” diye anıldığına çok şahit olmuşsunuzdur. Hadi ilki anlaşılır da, “eski tüfek” ne demekti? Benim kuşağım için bilinen bu sözün, genç kuşaklar için açıklamaya muhtaç olduğu açık. Bir işte çok deneyimli ve tecrübeli olan insanlar için kullanılan bu deyim, belki de bu üç isme en yakışan ve onları en iyi anlatan tanımdır.
İkinci Paylaşım Savaşı sırasında koyu karanlığa inat umudu büyüten, 50’lerde bir avuç komünist olarak mücadeleyi sürdüren, zindanlarda dimdik duran, onca yılın tecrübesini 60’lı yıllara taşıyarak 68 isyanına yataklık yapan bu üç insanı tanımak ve yaşamlarının son yıllarında yanlarında olmak benim için bir şanstı. Sevim Abla ise içlerinde en fazla birlikte vakit geçirdiğim, geçmişe ilişkin en fazla konuştuğum kişiydi.
2008 yılında Sosyalist Parti’yi (İşçilerin Sosyalist Partisi), kimi temel prensipleri savunmak için kurarken, kendisinden genel başkan olmasını istemiştik. O tarihlerde 83 yaşında olan Sevim Belli elbette buna itiraz etti. Ancak henüz sağlığı bozulmamış Mihri Belli onu ikna edebilirdi ve öyle de oldu. Bunu başka birinin yapma imkânı da yoktu zaten. Partinin kuruluşunu bianet, “Sosyalist Parti kuruldu: Sevim Belli 60 yıl sonra yine nöbette” başlığıyla duyuracaktı. Bu başlık, temel prensipleri savunmak için nöbet tutmanın yaşının olmadığını göstermesi bakımından da anlamlıydı.
Sevim Belli ile yakınlığımın başladığı o tarihten sonra, benim bildiğim Sevim Belli’nin çok ötesinde bir insanla karşılaştım. Birçok klasik sol kitabın çevirisini onun yaptığını biliyordum ama bilmediğim daha onlarca kitabı çevirmiş olması ve hâlâ çevirmeye devam etmesi idi. Sol Yayınları’nın sahibi Muzaffer İlhan Erdost ile dostluğu devam ediyor ve ondan gelen çeviri taleplerini geri çevirmiyordu. İbn Haldun’un Mukaddime’sini o tarihlerde çevirmeye başladı. Üç cilt olan bu kitabın baskıları 2012 yılında tamamlanabildi. Mihri Abi’nin yazdığı her şey onun süzgecinden geçiyor, sadece redaksiyon yapmıyor, içeriğe de katkı yapıyordu. Genel başkan yardımcısı olarak görev yaptığım dönemde neredeyse her gün haberleşiyor ve gideceği her yerde ona refakat ediyordum. Bu durum, daha önce yaşanan süreçlere ilişkin birçok soruya cevap bulma ve onun yorumlarını dinleme olanağı sundu bana.
Mahir ve Denizlerin Ankara’daki evlerine çok sık gelişlerini bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor, ama onlarla ortak bir yol bulamadıkları için üzgün olduğunu konu her açıldığında belirtiyordu. Evlerinin en görünür yerinde Mahir ve Deniz’in fotoğrafları hiç eksik olmadı zaten.
Daha gerilere gidip üniversitede sosyalist fikirlerle tanışıklığını ve ardından tıp fakültesini bitirip Paris’e ihtisas için gittiğinde “parti” ile esas tanışıklığının orada başladığını ve özellikle Nazım’la Berlin’deki gençlik festivalindeki karşılaşmasını anlattığında gözleri parlıyordu. O sırada yaşamını yitiren emniyet müdürü olan babasının cenazesine gelememişti. Ailesini ziyaret için ülkeye gelirken hem gençlik festivali raporlarını hem de dış büro raporlarını yanında getirmişti. Partiyle bağlantı kuracak, dönerken de ülkeden rapor götürecekti.
Ülkeye geldiğinde parti ile bağlantıyı Vedat Türkali vasıtasıyla kurduğu bilinir. Yıllar sonra ikisiyle birlikte yaptığım sohbette aslında ilk buluştuğu kişinin Mehmet Ali Aybar olduğunu söyleyecekti. Aybar, afla birlikte cezaevinden yeni çıkmıştı. Belki de onu koruma duygusuyla bundan yıllarca söz etmemişti.
Aybar, 51 Tevkifatı’nda tutuklananlar arasında yoktu. Geldikten sonra Zeki Baştımar ile buluşarak yanında getirdiği raporları teslim etmiş, giderken de rapor götüreceğini söylemişti. Ne var ki randevu trafiği bir türlü bitmek bilmiyordu. Talep Baştımar’dan geliyor, Sevim Belli tedirgin olsa da bir şey diyemiyordu. Bu durumu Türkali’ye anlattığında, o, Baştımar ile konuşmuş; ancak aralarında sert bir tartışma yaşanmıştı. Harbiye’deki radyo evinin önünden geçerken başlayan bağrışmaya, kapıda nöbet tutan güvenlik görevlileri müdahale edecekti. Üçümüzün yaptığı bir sohbette Sevim Belli, “Takip edilmeye başlamıştık ama Zeki Baştımar bunu dert etmedi,” diye anlatmıştı.
Sonunda dönüş yolculuğu için Galata Rıhtımı’ndan kalkarak Marsilya’ya gidecek gemiye binme vakti gelmişti. Zeki Baştımar’dan raporların yazılı olduğu belgeleri almış, karın kısmına zulalamış ve kardeşi Gül’le Galata Rıhtımı’na gitmişlerdi. Kardeşiyle vedalaşıp gemiye binecekken iki sivil polis tarafından durdurulacaktı. Geminin kalkış saati gelmiş, geçiyordu. Polisler ne yapacaklarına bir türlü karar veremiyordu. Birkaç telefon görüşmesinden sonra, kalkış saati geçmiş olmasına rağmen gemiye yol verildi ve Sevim Belli, onu uğurlamaya gelen kardeşiyle birlikte orada bulunan bir taksiyle Sirkeci’de Sansaryan Han’da bulunan Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.
Taksinin arkasında kardeşiyle oturan Sevim Belli, polislere belli etmeden, karın kısmındaki zulayı taksinin arka koltuğundaki aralığa doğru sıkıştırmıştı. Emniyete geldiklerinde kardeşi serbest bırakılmış, ancak kendisi gözaltına alınmıştı. Esas soruşturma, onları Sansaryan Han’a götüren taksicinin ertesi gün arabanın bagajında bulduğu paketi Emniyet’e götürmesiyle başladı.
O anları anlatırken, Siyasi Masa’da görev yapan Parmaksız Hamdi lakaplı polisin taklidini yaparak “Ne, İsmail Hakkı Bey’in kızı ha? Komünist ha?” diye o günleri tekrar yaşardı.
Tevkifat aslında önceden planlanmış ama bu yakalanma hali operasyona erken doğum yaptırmıştı. Yine ortak sohbetlerimizde Vedat Türkali, “Bu kız bizi idamdan kurtardı. Yasaları değiştirip bizi öyle yakalayacaklar ve bir kısmımızı da asacaklardı, buna fırsatları olmadı. Eski yasalardan yargılandık” diyecekti. Aylara varan, uzun süren işkenceli sorgudan sonra tutuklanıp Harbiye’deki askeri cezaevine götürüleceklerdi.
Ancak, Sansaryan Han’daki gözaltı koridorunda, yüzünü görmeden ve önce kim olduğunu bilmeden Mihri Belli ile yazışmaya başlayacaktı. İlk not hücrenin altından atılmıştı. Ne olduğunu tam olarak anlayamadı. Notta “Yiğidin kalesi inkârdır, inkâr et” yazıyordu, ancak altındaki 13/2 yazısına anlam veremedi. Birkaç nottan sonra 13/2’nin, alfabedeki M ve B harflerinin yerleri olduğunu kavradı. Artık günde birkaç defa notlar gelip gidiyordu. Aylara, hatta birkaç yıla varan gözaltı süreci bu yazışmalarla biraz olsun renkleniyordu.
Kendisi tahliye olduktan sonra Mihri Belli Sultanahmet Cezaevi’nde yatarken görüş engelini aşmak için evleneceklerdi. Bu birliktelikten, daha sonra benim arkadaşlarım olacak Hayrettin ve Emre doğacaktı.
Sevim Belli, “Boşuna mı Çiğnedik” (Belge Yayınları, 1994) adlı anı kitabında birçok olaya yer veriyor. Çalkantılı bir döneme ışık tutuyor. O dönem komünistlerinin nasıl insanlar olduğunu öğrenmemize kapı aralıyor. Genç kuşakların bu kitabı okuması, bir avuç komünistin nasıl da zorlu bir mücadeleyi omuzlayıp götürdüklerini anlamaları bakımından önemli.
Sevim Belli’nin Sosyalist Parti başkanlığını yaptığı süreçte, bir başka keyif yaşadığına da tanık oldum. Yıllarca o eve Mihri Belli ile görüşmek için gelinmişti. Kuşkusuz Sevim Belli de sohbetlerin içindeydi ama esas olarak Mihri Belli için geliniyordu ve ağırlama işi Sevim Abla’daydı. Ancak başkanlığı sürdürdüğü iki yıl boyunca durum tersine dönmüştü. Artık eve gelenlerin büyük bölümü, Sevim Abla ile görüşmek ve toplantı yapmak için geliyordu.
Daha sonra Mihri Abi’nin sağlığı hızla bozuldu. Onun için çok endişeleniyor ve sağlığıyla yakından ilgileniyordu. Mihri Abi’nin “Bir atın üzerinde dörtnala giderken vurulmayı hayal ettim hep” sözünü sıkça hatırlatırdı.
Mihri Belli’nin ölümünden sonra Vedat Türkali’nin ilgisi ise Sevim Abla’nın üzerinden eksik olmadı. Cihangir’de, Vedat Abi’nin evinde 2-3 ayda bir düzenlenen öğle yemeklerine birlikte gidiyorduk. Her zaman özenli giyinir, parfümünü sıkar ve “Vedat’a eli boş gitmeyelim,” derdi.
Yemek sonrası, Vedat Abi’nin arkadaki çalışma odasına geçilirdi. Nermin, yaptığı keklerle birlikte çay servisi yaparken, bir süre sonra duvardaki Harbiye Askeri Cezaevi’nde bulunanları tasvir eden tabloya gözler kayar ve o günler konuşulurdu. Sanıyorum, iki yıl boyunca her buluşma sonrası bu an hep tekrarlandı. Vedat Türkali “Ben kız tarafıyım” deyip Mihri Abi’ye yüklenmek istese, Sevim Abla “Tadında bırakalım” deyip onu susturuyordu.
Onlarca yıla yayılmış bir mücadele içinde var olmak kolay değil elbet. Yaşamı boyunca işçi sınıfı mücadelesine bağlı olduğu kadar, enternasyonalist tutumundan da taviz vermedi.
Ne diyor Sevim Abla?
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak, unutma: Aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak!”
Anısı mücadelede baki kalacaktır.
Sevim Belli’nin cenazesi 27 Şubat Perşembe günü, saat 13.15’te Şişli Camii’nden kaldırılacak, düzenlenecek törenle Feriköy Mezarlığı’na defnedilecek.