“Ben Romanım. Nereden geldiğimi söyleyemem, nereye gittiğimi de.
Ama kendi dilimde konuştuğumda, ben toprağım.”
Papusza (Bronisława Wajs, Polonyalı Roman şair, 1910–1987)
I. Romanes — Cadı dili mi, direniş dili mi?
İspanya Engizisyonu arşivlerinde, 16. ve 18. yüzyıllar arasında şu ifade sıkça tekrarlanır: “Mujer calé que habla en lengua prohibida” — “Yasak bir dilde konuşan Çingene kadın.”
Bu cümle yalnızca bir suçlama değil epistemik şiddetin kendisidir. Yani; bilgi üretiminin sömürgeci biçimlerle tekelleştirilmesi, yerel halkların bilgi ve deneyimlerinin “geçersiz” sayılmasıdır.
Özellikle Engizisyon, Romanların bilgisine, şifasına, doğa anlayışına, yani kendi bilgi sistemlerine “şeytanî ” diyerek, Batı aklının dışında kalan her şeyi yok saymıştır.“Yasak dil” olarak adlandırılan şey, aslında Roman halklarının dünyayı algılama, dayanışma ve direniş bilgisidir. Bu dil, cadılıkla değil, hayatta kalma sezgisiyle ilgilidir.
İşte Romanes dilinin, tarih boyunca özellikle Avrupa’da kilise tarafından “bilinmeyen dil”, “cadıların dili”, “karanlık dil” veya “anlaşılmaz dil” olarak damgalanmasının temelinde bu yok sayma vardır. Ama bu dışlama, Batının, anlam veremediği her şeyi yok etme isteğinden başka bir şey değildir.
Romanes, anlaşılmaz olduğu için değil; anlaşılmak istenmediği için “yasak” ilan edilmiştir. Çünkü o dil, sömürgeci düzenin dışında kalan bir varoluşu temsil ediyordu: özgürlüğün dilini.
II. Taşınabilir köleliğimiz: Zincirlerle hareket etmek
Roman halkı yüzyıllar boyunca Avrupa’da yalnızca göçebe olarak değil, köleleştirilmiş bir halk olarak da var oldu. 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, özellikle Romanya prensliklerinde, Romanlar miras bırakılan, alınıp satılan “mülk” statüsündeydi. Ama bu yerleşik değil, taşınabilir bir kölelikti: Romanlar, sömürgecilerin ve işgalcilerin emriyle sürekli hareket ettiriliyor, kölelikleri bile mobil hale getiriliyordu.
Bu tarihsel deneyim, Roman ontolojisini biçimlendiren derin bir iz bıraktı. Roman varoluşu modern dünyanın sınırlarına ait olmayan bir hareket içinde gelişti: hareket hem cezaydı hem de kurtuluştu.
Yani Romanlar sürgün edilerek özgürleşmeye, özgürleşirken de sürgün edilmeye zorlandı. Bu nedenle Romanes, yalnızca bir dil değil, taşınabilir bir hafıza biçimidir. Her göçte dilin bir parçası değişti, kelimeler yeni coğrafyalarla karıştı ama anlam, köleliğin zincirlerinden kaçan bir yankı, hep korundu.
Bugün Roman topluluklarının mevsimlik işlerde, seyyar ticarette, güvencesiz emekte var olmaları, yalnızca ekonomik bir olgu değil, köleliğin ontolojik mirasıdır.
“Taşınabilir kölelik”, aynı zamanda taşınabilir bilgi anlamına gelir. Çünkü Romanlar, kölelik zincirleriyle birlikte kendi dillerini, müziklerini ve şifalarını da taşıdılar.
Romanes, tam da bu yüzden, sabitlenemeyen bir bilgi sistemi yani mücadele iradesidir.
III. Caló: Yasak dillerin hafızası
İspanya’da 15. yüzyıldan itibaren Roman toplulukları Hindistan’dan taşıdıkları Romani dilini yerel dillerle karıştırarak yaşattılar.
Bu dil -Caló- İspanyolca gramerli ama Romani köklü bir hibrit dildi. Bu hibritlik, Batı’nın “saflık” takıntısını kırıyordu.
Caló, karışıklığıyla özgürdü.
Engizisyon belgelerinde lengua oscura (karanlık dil) olarak geçen bu dil, ne kilisenin, ne krallığın, ne akademinin denetimine giriyordu. Bu nedenle yasaklandı. Ama yasaklandığı yerde, Roman/Gitanos kadınlarının ellerinde güçlendi: doğumlarda, ölümlerde, falda, şifada, yas ritüellerinde…
Caló’nun bir kelimesi olan naquerar “konuşmak”, aynı zamanda “kendini savunmak” anlamını taşır. İşte Romanes konuşmak ve kendini savunmaktır.
Bu nedenle Caló, Engizisyon’a göre “cadı dili”, Romanlara göre ise “hayatta kalmanın” diliydi.
IV. Roman ontolojisi: Hareket, bellek, direniş
Roman ontolojisi, modernliğin merkezinden dışlanmış ama merkezsizliğiyle güç kazanmıştır. Modern devlet sınır, vatandaşlık, mülkiyet gibi kavramlarla “var olma”yı tanımlarken; Roman halkı bu kavramlara direnen bir ilişkisel varoluş biçimi geliştirmiştir.
Roman varoluşu, sabit kimliklere değil, hareket eden bağlara dayanır. Bir Roman kadının “Ben Romanım” demesi, “Ben tek değilim” demektir.
Ontolojik olarak “ben” değil, “biz-oluş” vardır.
Bu, Batı’nın birey merkezli epistemolojisine kökten bir karşı duruştur.
Roman çadırı (vardo) bu ontolojinin mekânsal metaforudur: Ev, toprağa bağlı değil; harekete bağlıdır. Bu, “sürekli sürgün”ün aynı zamanda “sürekli yeniden doğuş”a dönüştüğü bir varoluş biçimidir.
V. Epistemik şiddet ve sessizliğin kurumsallaşması
Epistemik şiddet (bilgiye yönelik sömürgeci tahakküm) Engizisyon döneminde doğrudan dilin susturulması biçiminde ortaya çıktı.
Roman kadınlarının bilgisi -bitkiler, doğum, ay döngüsü, su ve ateşle ilgili ritüeller- şeytanî ilan edildi. Bu, kadın bilgeliğinin patriyarkal kilise düzeni tarafından yok edilmesinin en açık örneklerinden biridir.
Bugün Roman dillerinin eğitim sisteminde yer almaması bu epistemik şiddetin çağdaş biçimidir. Roman öğrencilerin “okul dili” dışında konuşmalarının hâlâ “disiplin suçu” sayıldığı ülkeler vardır. Oysa Roman dillerinin sözlü ve bedensel doğası, bilgiye başka bir biçim önerir: Bilgiyi yaşamak.
O nedenle her ezilen halkın kendi dil varlığı gibi Roman hafızası da bilmenin değil, yaşamanın bilgisidir.
VI. Cadılıktan bilgeliğe: Flamenko, LenKalís ve dilin dönüşü
Caló artık “cadı dili”nden, “feminist direniş dili”ne dönüşmüş durumdadır. Yasaklanmış kelimeler, mücadelemizin iradesi olmuştur. Bugün İspanya’da LenKalís ağı (Red Estatal de Mujeres Gitanas) Roman kadınlarının öncülüğünde bu iradeyi sergilemektedir.
Flamenko’nun köklerinde bu dilin sesi hâlâ canlıdır. Bir “cante jondo” söylendiğinde, sesin derinliği sadece müzik değil, tarihsel bir yasın yankısıdır.
Roman kadını orada sadece şarkı söylemez; tarihle hesaplaşır. Engizisyon ateşinde yakılan dillerin küllerinden konuşur.
VII. Romanes: Direnişin epistemolojisi
Romanes, sadece bir dil değildir, bilginin halk biçimidir. Her lehçe — Vlax, Sinti, Kaló, Balkaniko, Domari — farklı bir dünya bilgisini taşır. Bu dillerin çoğulluğu, parçalanma değil, yaşama stratejisidir.
Romanes, “cadı dili” değil; Batı’nın susturmak istediği dünyanın kalbinden yükselen bir direniş hakikatidir.
Her sözcüğü, “başka türlü bilmek” imkânını taşır.
VIII. Sonuç: Dil yaşarsa, halk da yaşar
Roman halkı, tarih boyunca susturulmak istendi ama her defasında dilini başka bir biçimde konuşturdu. Bugün Romanes’i yaşatmak, sadece kültürel bir görev değil, hafızamızın, mücadelemizin ve bizlere uygulanan tüm soykırımların sorgulandığı adaletin yeniden kurulmasıdır.
Bu nedenle Romanes, artık cadıların değil, özgürlüğü arayan ve bunun için mücadele eden bir halkın, Roman halkının dilidir.
Ve bu dil, taşınabilir köleliğin zincirlerinden bugüne taşınan en güçlü özgürlük şarkısıdır.
“Kana e chib dživel, e Rroma džanena.”
“Dil yaşarsa, halk da yaşar.”
