Kemal Erdem: PKK’nin yanlış stratejik önceliği ve bundan kaynaklanan taktik sorunlar üzerine – Seçtiklerimiz
Gerek 7 Haziran gerekse de 1 Kasım genel seçimlerinden sonra yaşanan olaylar, bizim bu seçimlerden önce, PKK’nin stratejik ve taktik noktalardaki yanlışlıklarıyla ilgili olan kuşkularımızı ne yazık ki doğrulamıştır. 1 Kasım felaketi, PKK’nin yanlış stratejik önceliği ve bundan kaynaklanan yanlış taktiklerin sonucunda ortaya çıkmıştır.
PKK’nin yanlış stratejik önceliğiyle ilgili olarak, bundan yaklaşık olarak altı ay önce kaleme aldığım “PKK ve Ortadoğu Devrimi (Geleceği Nasıl Okumalı?)” adlı makalede görüşlerimi etraflıca belirtmeye çalıştım. Bu makale biraz da seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan tabloyu hissetmemden kaynaklanıyordu. Çünkü PKK’nin yanlış stratejik öncelik tespiti, küresel ve bölgesel ölçekte güçlerin yanlış ölçümünün ve bu temelde de güçler arasındaki ilişkilerin yanlış ele alınmasının sonucuydu. Bu durum devam ettikçe, bunun Kuzey’de (Bakur) sonuçlarının felaket olacağı açıktı.
Olayların gelişimine ve Parti’nin şu andaki durumuna baktığımız zaman, PKK Önderliği’nin kafasının karışık olduğu ve bu kafa karışıklığının da stratejik planlara olumsuz yansıdığı görülmektedir. Hiç kuşkusuz bu nedensiz değildir ve kanımızca PKK’nin bazı ideolojik sorunlardaki eksiklikleriyle alakalı bir durumdur.
Kürt hareketinden yoldaşlarımızın en büyük zaafı, Sayın Başkan Abdullah Öcalan’ın çizgisini felsefi ve ideolojik yönden geliştirme anlayışı ve çabasının eksikliğidir. Bizim bu eleştirimizi yoldaşça karşılayacaklarından kuşkumuz yoktur. Bizim bu eleştirimize, “Bizim şu an uyguladığımız çizgi zaten Başkan’ın çizgisidir” biçiminde bir yanıt verebilirler. Ama sorunun biraz derinliğine indiğimiz zaman, işin hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmaktadır.
PKK’nin stratejik yapısının iki yönünü birbirinden ayırdetmek gerekmektedir. Bunlardan ilki stratejinin (genel) tarihsel yapısı, diğeri ise (özel) konjonktürel yapısıdır. Sayın Başkan 2000’li yılların başlarında ve zor koşullar altında, PKK’nin stratejisinin tarihsel yapısını, Stratejik Denge Konumu temelinde ortaya koyarak, bunun felsefi ve ideolojik temellerini belirlemiştir. Bu sorun stratejinin konjonktürel yapısından yani stratejik önceliğin belirlenmesinden farklı olarak yüzde doksan dokuz felsefi ve ideolojik bir sorundur ve konjonktürel yapıdan bağımsız olarak ele alınabilir.
Ama Stratejik Denge Konumu’nun kendisine konjonktürel olarak nasıl bir stratejik öncelik belirleyeceği sorunu, mevcut küresel ve bölgesel güç ilişkilerine ve bu ilişkilerdeki ani değişimlere ve de bununla birlikte de Parti’nin güç yapısına ve bunun potansiyelinin belirlenmesine bağlı olduğu için, Başkan’ın esaret koşullarından dolayı doğru karar veremeyeceği bir durumdur. Bundan dolayı stratejik önceliğin belirlenmesi hem ahlaki hem de politik yönden Başkan’ın sorumluluğu altında değil, PKK’nin Kandil Önderliği’nin sorumluluğu altındadır. Bu sorumluluk kanımızca Başkan’ın stratejik önceliğin belirlenmesinde yapacağı hataların düzeltilmesini de içermektedir.
Bu duruma en güzel örnek Rojava Devrimi’dir. Konjonktürün ani değişiminden dolayı, PKK’nin Kandil Önderliği stratejik önceliği hemen değiştirerek Rojava Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Rojava Devrimi tecrübesi dahi, stratejik önceliğin PKK’nin Kandil Önderliği tarafından belirlenmesinin ne kadar doğru ve hayati bir mesele olduğunu göstermektedir.
PKK’nin stratejisinin iki önemli yanını belirttikten sonra, özellikle de PKK’nin Kandil Önderliği’nin sorumluluğu altında bulunan stratejik önceliğin belirlenmesiyle ilgili soruna daha yakından bakmak ve bu noktada birkaç önemli eleştiride bulunmak istiyoruz.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de “1 Kasım” ile ortaya çıkan felaket tablonun (ki giderek daha da kötüleşeceği görülmektedir) asıl nedeni nedir? Bu tablonun oluşmasında, PKK’nin Kandil Önderliği’nin ne gibi bir sorumluluğu bulunmaktadır?
Bu soruları doğru ve objektif bir şekilde cevaplamak gerekmektedir.
Kanımızca 1 Kasım’da ortaya çıkan felaket tablonun en önemli nedeni, PKK’nin AKP karşısındaki yanlış siyasi mevzilenmesidir. Bu yanlış siyasi mevzilenme ise, PKK’nin Ortadoğu’daki yanlış stratejik mevzilenmesinden, başka bir deyişle yanlış stratejik öncelik belirlenmesinden kaynaklanmaktadır. PKK’nin İran ile kapsamlı bir savaş için, HDP’nin yüzde on barajını geçmesini sağlayarak AKP’yi hükümetten düşürerek Türkiye’yi hareketsiz tutma taktiği, Erdoğan ve AKP’nin yeni bir faşist rejim inşasına hız vererek boşa çıkartılmış durumdadır. Üstelik yeni rejim inşası, PKK’ye karşı topyekûn bir savaş ile iç içe geçirilmiş durumdadır, ki bu durum PKK’nin önce İran’a kapsamlı bir şekilde saldırma planını da boşa çıkartmaktadır.
7 Haziran Genel Seçimleri’nden sonra, Erdoğan’ın PKK’ye karşı tekrar savaşı başlatmasından sonra, PKK’nin vermiş olduğu askeri karşılık, daha çok Erdoğan ve AKP’yi “Dolmabahçe Mutabakatı”na çekme siyasi amacına odaklı olan sınırlı bir askeri çaba olmuştur. Kısacası PKK AKP’yi yıkmak için değil, onu taktik anlaşmaya çekmek için “sınırlı bir savaşa” başvurmuştur. Kuzey Kürdistan’daki bu “sınırlı savaş konsepti”nin temel nedeninin, HDP’nin AKP’yi hükümetten düşürme ve böylece Türk iç politikasında bir kriz yaratma beklentisinden kaynaklandığı görülmektedir. Bu beklentinin ise PKK’nin asıl askeri güçlerinin İran’a karşı mevzilendirilmesiyle koordine edildiği anlaşılmaktadır. Kuzey’deki “sınırlı savaşın” sınırlı gerilla gücünden kaynaklanmasının başka bir açıklaması yoktur.
PKK’nin üç cepheden (Bakur, Rojava ve Rojhilat) ikisini (Bakur ve Rojava) taktik anlaşmalar ile sağlama alıp, asıl güçlerini Rojhilat üzerinden İran’a karşı tam seferber etme stratejisi başarısızlığa uğramıştır. PKK Duhok Anlaşması üzerinden Batı ile “Kürt Koridoru” üzerinde anlaşmış gibi gözükmektedir ve bu koridorun Afrin kantonuna kadar uzatılarak Rojava’nın Batı Emperyalistleriyle taktik anlaşma çerçevesinde güvenli hale getirilmesi öngörülmektedir. Bu politika, HDP’nin Parti olarak 7 Haziran Genel Seçimleri’ne girerek ve yüzde on barajını geçerek AKP’yi tek başına hükümetten düşürme taktiği ile koordine edilmeye çalışılmıştır. Bundan da gerillanın (bundan merkezi gerilla kuvvetleri olarak HPG’yi anlıyoruz) asıl gücünün Rojhilat için mevzilendiği ve savaş planlarının da bu doğrultuda yapıldığı sonucu çıkmaktadır. Yoksa Bakur’da (Kuzey) Erdoğan PKK’ye karşı topyekün savaşa başvurduğu ve Bakur halkını tamamen esir almaya çalıştığı bir esnada, PKK’nin buna çok sınırlı bir karşılık vermesi politikası ne ile açıklanabilir?
Eğer durum bizim tahmin ettiğimiz gibi ise, PKK’nin bütün savaş planlarının yanlış olduğunu ve bu politikada ısrarın da stratejik bir felaket ile sonuçlanacağını belirtmek istiyoruz. Bu vesile ile bu yanlış politikanın nedenlerine de biraz daha yakından bakmak istiyoruz.
PKK’nin Kandil Önderliği’nin PKK’nin stratejik önceliğini yanlış belirlemesinin temel nedeni, içinden geçtiğimiz konjonktürde Ortadoğu jeopolitiğini (bütün siyasi güçlerin birbirleriyle ilişkisi ve bu temeldeki genel güç dengesi) yanlış ve eksik değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. PKK’nin AKP ve Türkiye noktasında saplantı derecesine varan yanlış bir analizi sözkonusudur ve bu yanlış analiz, Ortadoğu jeopolitiğinin yanlış değerlendirmesine neden olmaktadır.
PKK, AKP ve Cemaat’in Ergenekon Komplosu Darbesi’yle iktidarı tam olarak ele geçirdiğini (ki daha sonra Cemaat bu iktidar yapısından dışlanmıştır) ve AKP’nin iktidarı tam ele geçirdikten sonra da Türkiye’yi Batı’dan stratejik olarak kopardığı gerçeğini anlamamakta ısrar etmektedirler. AKP Türkiye’nin Batı ile bütün stratejik bağlantı noktalarını (NATO ve AB üyeliği gibi), taktik araçlara çevirerek, asıl stratejik hedefini gizleyen ve bunu da politik aldatma ile örten bir politika izlemektedir.
Ergenekon Komplosu’nun 2009-2010’da başarıya ulaşmasından sonra patlak veren “Arap Baharı”, AKP’nin Batı’dan daha da uzaklaşmasına neden olmuş ama daha da önemlisi, Suriye içsavaşında 2012’den itibaren Doğu ve Batı Emperyalist ittifaklarından ayrı ve neredeyse bağımsız bir üçüncü ittifak eksenini Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte kurmuştur. Bu ittifaka kısaca TSK (Türkiye-Suudi Arabistan ve Katar) ittifakı diyeceğiz.
Biraz da Suriye’deki bu politik şekillenme, ABD’nin 2013’ten sonra, Esad rejimini zamansız düşürme politikasından vazgeçmesiyle ortaya çıkmıştır.Yine bu dönemde ABD yeni bir küresel güç düzenlenmesine giderek ve bu temelde önemli bir gücünü, Çin tehditinin yükselmesinden dolayı Uzak Doğu Asya’ya kaydırarak, Ortadoğu’da Fransa ve İngiltere’nin İsrail ile birlikte daha fazla rol aldığı bir politika geliştirmiştir.
Suriye’de içsavaşın patlak verdiği ve 2013’e kadar olan dönem, bir tür “belirsizlik” dönemidir. Belirsizlikten, TSK ittifakı ile Batı Emperyalistleri arasındaki ilişkilerdeki belirsizliği anlatmak istiyoruz. Bu dönem aynı zamanda TSK ekseninin de kendi içerisinde sağlamlaştığı ve Batı karşıtı politikalarının su yüzüne çıktığı dönemdir. Bu eksen, Batı ile aynı çıkarlara sahip olduğu görünümü altında, aslında Batı-karşıtı bir ittifak kurmuştur. 2013 yılında bu durumun ortaya çıkmasıyla, ABD Batı’ya bağlı sağlam yeni bir işbirlikçi hareketin “Eğit-Donat Programı” ile ortaya çıkmasından ve IŞİD aracılığıyla bazı düzenlemeler (örneğin KDP’nin Türkiye’den uzaklaştırılıp tam Batı’ya bağlanması, TSK eksenine bağlı El Kaide gruplarının zayıflatılması ve PKK’nin baskı altına alınması gibi) yapılmasından sonra Esad rejiminin düşürülmesi stratejisini benimsemiştir. TSK ekseni Türkiye aracılığıyla “Eğit-Donat Programı”nın içeriğini boşaltarak bu politikayı etkisiz kılmak ve kendi güdümünde bulunan terör örgütlerini alternatif yapmaya çalışmıştır.
ABD 2013’te Fransa’ya daha fazla rol vererek bu yeni stratejiye onu da çekmiştir ve bu temelde Suriye’de nüfuz mücadelesi veren üç temel güç odağının oluşması tamamlanmıştır:
1-ABD-İngiltere-Fransa-İsrail ve müttefikleri: IŞİD’i bir aldatma, yıpratma, denge, tehdit, psikolojik savaş ve bölme aracı olarak kullanmaktadırlar.
2-Rusya-İran-Suriye-Çin: Baas rejimi merkezli hareket etmektedirler.
3-Türkiye-Suudi Arabistan ve Katar: El Kaide, Müslüman Kardeşler Hareketi ve onlarca-yüzlerce radikal terör örgütü ile hareket etmektedirler.
1. ve 2. gruptakiler, ki başlarını ABD ve Rusya çekmektedir, Esad’ın hemen düşürülmemesi noktasında anlaşarak, 3.grubun Suriye’deki nüfuzunu öncelikli olarak yoketmeye ve bu ekseni dağıtmaya çalışmaktadırlar.Ama bunun için bu eksenin yani 3. grubun Suriye ile bağlantılarının kesilmesi gerekmektedir. Bunun tek bir yolu vardır: Akdeniz’e kadar uzanan Rojava bölgesinde “Kürt Koridoru” oluşturmak. Bu koridor aslında KDP’nin Rojava’ya IŞİD aracılığıyla çekilmesi temelinde düşünülüyordu ancak PKK’nin Kobane’de şiddetli direnişi bu planı şimdilik sekteye uğrattı ve PKK Batı’ya bu planı beraber hayata geçirebilecekleri noktasında bir politik çerçeve sundu.
“Kürt Koridoru”nun PKK ile birlikte oluşturulacağı politikasını gören Türkiye ve müttefikleri Suudi Arabistan ve Katar, bu yeni strateji temelinde insiyatif alan Fransa’yı terör hedefine koydular. Ocak 2015 tarihli Charlie Hebdo odaklı terör saldırılarının amacının bu politikayı harekete geçiren Fransa ve müttefiklerine bir mesaj olduğu görülmektedir. Çünkü bu saldırıdan bir ay sonra Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah’ı ve YPG Komutanı Nesrin Abdullah’ı Elysée Sarayı’nda kabul ederek, başta Türkiye olmak üzere Suudi Arabistan ve Katar’a, “Kürt Koridoru” politikasına devam edeceklerini ve bu “IŞİD algısı geçirilmiş El Kaide terör saldırıları”na pirim vermeyeceklerini dolaylı bir diplomatik dille belirtti.
Ocak 2015 terör saldırılarından sonra ve yaz aylarında, “Uluslararası Koalisyon” IŞİD ile savaş görünümü altında Tel Abyad’ın iki yakasını kapatarak ve Cerablus’un tek açık kalmasını sağlayarak, “Kürt Koridoru”nu uzattı. TSK ekseni Suriye ile tek bağlantısı olan Cerablus’un “Kürt Koridoru” aracılığıyla kapanmasını önlemek için müthiş bir şekilde direnişe geçti. Çünkü bu koridorun kapanması, TSK eksenini Suriye’deki güç ilişkileri denkleminde giderek önce zayıflatacak sonra da dışına itecekti. Böyle bir durumda TSK ekseninin dağılması kaçınılmazdı. TSK eksenini bir arada tutan çıkarlardır ve bu çıkarların gelişme temeli ortadan kalkınca ittifakın dağılmasını kimse durduramaz, ki bu dağılmadan sonra bu ülkelerin iç politikalarında bu politikaları uygulayan kliklerin devrilmelerine sıra gelecektir. Bundan dolayı Cerablus’un bir Kürt Koridoru aracılığıyla kapatılması, TSK ittifakının iç politikada giderek yıkılmalarına neden olacak bir politika olduğu için her yolla direnmektedirler, ki bunun başında “Avrupa’ya terör ihraç etmek” de vardır.
Fransa’daki 13 Kasım tarihli terör eylemlerinden birkaç gün önce, ilginç bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın sanki Paris terör saldırılarının olacağını biliyormuş gibi, “terör söyleminin” değiştiğine şahit olduk. Erdoğan “birbirimizin teröristlerini kullanmaktan vazgeçelim” anlamına gelen söylemde bulunuyordu. Bununla aslında diplomatik olarak, Cerablus’u Kürt Koridoru ile kapatmak ve TSK eksenini zayıflatmak isteyen Batı’lı güçlere mesaj veriyordu: Kürt Koridoru PYD’ye dayanarak kapatılırsa, bu politikayı uygulayan devletlerin karşılığında terörle karşılaşacağına dair açık bir mesajdı.
Üstelik TSK ekseni bu terör saldırılarını, G-20 ve Viyana Toplantıları’ndan hemen önce organize ederek, bu zirvelerin gündemini “Suriye’de Esad rejiminin hemen düşürülmesi gerektiği” politikasına ve bu temelde bir politik iradenin oluşmasına bağlamaya çalıştı. Bu çabalar sonuç vermedi ama Kürt Koridoru sorununda ilginç gelişmeler yaşandı.
Paris terör saldırıları ile TSK ekseninin tehlikeli bir şekilde terörü Batı’ya ihraç ettiğini ve bu ihracın “Suriyeli Mülteci İhracı” ile birlikte organize edildiğini ve bunun sürmesi durumunda Batı ittifakının dağılma tehlikesini gören ABD, Dışişleri Bakanı John Kerry aracılığıyla saldırılardan bir gün sonra, Cerablus’ta “IŞİD’den arındırılmış bölge”yi Türkiye ile birlikte gerçekleştireceklerine dair bir açıklamada bulundu.
TSK ekseni Paris terör saldırılarıyla, şimdilik Cerablus’un bir “Kürt Koridoru” politikasıyla kapatılması politikasını durdurmuş gözükmektedir. Bu çok vahim bir durumdur ve terör silahının artık “vazgeçilmez ve caydırıcı bir araç olduğu” anlamına gelmektedir. TSK ittifakı Suriye’de ve başka yerlerde sıkıştıkça sık sık bu terör aracına başvurmak zorunda kalacak ve terör aracılığıyla savaşı Batı ve Doğu emperyalistlerinin metropollerine yayacaktır.
Ortadoğu’da iki küresel (Doğu ve Batı Emperyalist ittifakları) ve bir bölgesel (TSK ittifakı) yapıya sahip olan ve birbirleriyle aynı derecede düşmanlık ve çelişki içerisinde olan üç emperyalist kamp sözkonusudur. Burada TSK ittifakı Doğu ve Batı emperyalistleri arasına konumlanarak ve her ikisini birbirine karşı kullanarak ve zayıflatarak kendi nüfuz alanını genişletmek isteyen bir politika gütmektedir. Türkiye’nin Paris terör saldırılarından on gün sonra Rus jetini düşürmesi, NATO ile Rusya’yı provokatif şekilde karşı karşıya getirme ve Suriye’de TSK ittifakını devre dışı bırakmak isteyen ABD-Rusya dengesini bozmaya dönüktü. Ama görünen o ki, Türkiye bu hedefini gerçekleştiremedi ve ABD ile Rusya şimdilik Suriye’deki dengeyi korumaktan yanadırlar. Ama Erdoğan’ın bu taktiği Türkiye’nin tecritini daha da geliştirdi ve neredeyse Suudi Arabistan, Katar ve KDP’den başka dostu kalmadı.
Bu ittifak ekseninin bu kadar cesur hareket edebilmesinin en büyük nedeni Türkiye’dir. Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AKP’nin, asıl yüzünü saklayarak Türkiye’yi Batı’dan stratejik olarak uzaklaştıran ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı etki altına almak isteyen Yeni Osmanlıcılık politikası, Katar ve Suudi Arabistan’ın çok daha cesur hareket etmesine neden olmuştur. Erdoğan AB’ye alternatif olarak bu bölgelerde yeni bir nüfuz alanı yaratmak isterken, bu hedefinin önündeki en büyük jeopolitik engel olan Suriye’yi ele geçirmeyi temel bir stratejik hedef olarak belirlemiştir. Suriye AKP Türkiyesi’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya açılan stratejik karasal bağlantı noktasıdır. Bundan dolayı Erdoğan’ın Suriye’yi ele geçirmek için yapmayacağı şey yoktur.
Türkiye’nin Batı’dan stratejik olarak uzaklaşması pasif değil ama aktiftir. Türkiye Batı’dan uzaklaşmasını, Avrupa’da milliyetçileri kışkırtan bir politika ile koordine ederek, AB’nin iç ve dış politik dengesini bozarak, onu güçsüz kılmak istemektedir. Bu hedef bir yanıyla kendi yeni nüfuz alanını açmaya dönük olduğu gibi öte yandan da Türkiye halkının gözünde AB’nin cazibesini yok ederek, kendi rejimini kabul etmesini sağlamak istemektedir.
Son dönemdeki “göçmen krizi” de Türkiye ve ortakları tarafından gizlice organize edilmiştir ve temel hedefi, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesini sağlayarak, AB’yi kendi değerlerinden uzaklaştırarak, derin bir krize sürüklemektir. Erdoğan, ortakları olan Suudi Arabistan ve Katar ile göçmen krizi ve terör saldırıları aracılığıyla Batı ittifakını dağıtıp, Batı’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya müdahale reflekslerini yok etmek istemektedir.
Türkiye’nin yeni Sünni müttefikleriyle birlikte, her iki emperyalist kamptan bu stratejik kopuşu, dünya siyaseti üzerinde öyle derinlemesine bir etki ve jeopolitik kırılma yaratmıştır ki, bütün stratejik planların değişimini zorunlu hale getirmiştir.
Bu ortaya çıkan yeni durum bir tür “mucize”dir ama bu mucize gerçektir! Bu yeni durum Başkan’ın Stratejik Denge Konumu politikasının bütün teorik sorunlarını da çözmüş durumdadır. Ortaya çıkan bu yeni durum, PKK açısından eskisinden daha olumlu bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Emperyalist siyasetteki bu yarılma yani iki güçlü emperyalist kampın (Batı ve Doğu) yanında, tarihsel temeli zayıf ve çürük ve de üstelik her ikisinden bağımsız bu TSK ittifakı kampının ortaya çıkması, PKK’nin stratejik önceliğinin İran’dan Türkiye’ye doğru kaymasını zorunlu hale getirmiştir. Bu üç nedenden dolayı zorunludur:
1- Savaş Sanatı’nın büyük ustalarının (Sun Tzu ve Clausewitz gibi) belirtmiş oldukları “düşmanın zayıf olan yerine saldır” prensibi ile uyumludur. TSK ittifakı diğer iki kamptan daha zayıftır.
2- PKK’nin stratejik gücünün kaynağı, Batı ve Doğu emperyalistlerinin yenişememe ve bu temelde birbirlerini dengeleyerek, PKK karşısında zayıf kalmalarına dayanmaktadır. Her iki kampın birbirleriyle savaşması, PKK’nin üzerine daha fazla gelinmemesine neden olmaktadır. PKK’nin kuşatılıp ve bastırılması, bir emperyalist kampın diğerine baskın gelmesi durumunda olanaklıdır. Bu dengenin varlığı PKK için bir güvenlik supabı işlevi görmektedir. PKK’nin İran stratejik önceliği, dengenin Batı emperyalistleri lehine bozulmasına neden olarak hemen PKK’nin kuşatılıp ve bastırılması sonucunu da doğuracaktır. Bundan dolayı, Türkiye’nin hem Batı’dan hem de Doğu’dan bağımsız bu konumu, PKK’nin stratejik gücünün kaynağını oluşturan dengenin bozulması zorunluluğunu da ortadan kaldırmış durumdadır. PKK dengeyi ancak kendi stratejik perspektifinin gelişimine olumlu katkı yaptığı zaman bozma olanağına artık sahiptir.
3- PKK Ortadoğu’da emperyalistler arası denge bozulmadan, Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan’da iktidarlaşma tarihsel olanağına sahiptir ve bu onun Batı tarafından kuşatılıp bastırılma politikasının sonu demektir.
Hiç kuşkusuz PKK de, PKK’yi bekleyen tehlikelerin farkındadırlar ve bunun için sürekli çareler aramaktadırlar. Ama bazen PKK’nin bulduğu çarelerin ve önlemlerin gerçek yaşamda karşılıkları yoktur ya da oldukça yetersizdir. Bu duruma örnek HDP ile AKP’nin dizginlenmesi politikasıdır. İran’a saldırı durumunda Türkiye’yi hareketsiz tutmak için geliştirilen HDP taktiği, Erdoğan’ın yeni bir faşist rejim inşası temelinde geliştirmiş olduğu taktikler karşısında tamamen yetersiz kalmış durumdadır.
Buna benzer bir durumu, PKK’nin İran politikasında da sezmekteyiz. Bize öyle geliyor ki, İran politikasında da bazı orantılar yanlış kurulmuştur. PKK’nin İran politikasında en büyük problem şudur: Şu ya da bu şekilde PKK İran’a saldırdığı zaman ve Rojhilat’ta da Rojava’daki gibi iktidarlaştığı zaman, buradaki iktidarını nasıl koruyacaktır? Rojava devrim deneyimi, bizim bu soruyu sormamızı meşru kılmaktadır.
PKK Ortadoğu’da İran’ın zayıflatılması politikasına Batı Emperyalistleri yanında taktik olarak katılarak ve stratejik gücünün kaynağı olan emperyalist dengeyi Batı Emperyalistleri lehine bozarak, aynı zamanda kendisine karşı Batı Emperyalist kaynaklı bir kuşatma ve bastırma politikasını da serbest bırakmış olacaktır. Bizim tahminlerimize göre, PKK’nin buna bulduğu çare de, devrilecek ya da zayıflayacak İran rejiminin kontrolü dışında ortaya çıkacak devrimci ve demokratik güçler ile böyle bir emperyalist kuşatmayı boşa çıkartma politikası gibi gözükmektedir. 2014 yılının ortalarında kurulan KODAR da belki bunun aracı olarak düşünülmüştür. Eğer plan bu ise, bu da baştan aşağı yanlıştır. HDP nasıl AKP’yi dizginlediyse, İran’da da KODAR ya da benzeri taktikler de öyle karşıdevrimci güçleri dizginleyecektir!
Bugün ortaya çıkan tarihsel veriler ışığında, emperyalistlerin ama özellikle de Batı Emperyalistlerinin bölge politikalarını anlamak tamamen mümkündür.
IŞİD Batı Emperyalistlerinin bütün Ortadoğu politikasının odağında bulunmaktadır ve bu taktik araç aracılığıyla Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde yeniden düzenlemek istemektedirler. Konuyu fazla dağıtmadan sadece PKK ile ilgili noktayı ele alırsak eğer, Batı’nın stratejik önceliklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1-İran rejiminin yıkılması; 2-PKK’nin Kandil’de ezilmesi ; 3-Türkiye’de Erdoğan ve AKP rejiminin yıkılması.
İran rejimi yıkılırken PKK bu yıkıma dahil edilerek hem onun gücü Batı’nın stratejik önceliğine kanalize edilecek hem de PKK zayıflatılacaktır. Daha sonra Türkiye, IŞİD, El Kaide’ciler, I ve İKDP ve YNK’nin katıldığı geniş bir düşman cephesiyle PKK’nin Kandil’de kuşatılması ve bastırılması politikasına geçilecektir. Bu düşman cephesini, PKK’nin İran’da rejimin çökmesi sonucunda ortaya çıkacak “hayali dostlar” ile dengelemesi mümkün değildir. Irak ve Suriye rejimleri çöktüğü zaman ne kadar devrimci ve demokratik unsurlar ortaya çıktıysa, İran rejimi çöktüğü zaman da İran’da o kadar devrimci ve demokrat çıkacaktır!
Batı Emperyalistlerinin IŞİD aracılığıyla PKK politikası oldukça ürkütücüdür. Bütün politik veriler, Batı’nın IŞİD aracılığıyla PKK’yi tasfiye etmek istediğini göstermektedir. 16 Haziran 2014 tarihli Gülen Cemaati’nin dergisi olan Aksiyon’da çıkan “Çok Bilinmeyenli Örgüt: IŞİD” makalesinde, “IŞİD’in daha güvenli olduğu için Kandil’e yerleşmek istediğini” ve “Kandil’in İran’a yakın bölgelerini ileri dönemlerde ele geçirmek için savaşacakları ileri sürülüyor” yazılmaktadır. IŞİD’in bu hedeflerinin Batı Emperyalistlerinin İran’ın zayıflatılması ve rejimin düşürülmesi politikasıyla bağlantılı olduğu su götürmez bir gerçektir.
Daha sonraki gelişmeler bu yazılanları doğrulamıştır. Ancak Batı Emperyalistleri PKK karşısında çok daha esnek bir plan uygulamaktadırlar. Bu haberden birkaç ay sonra, Batı IŞİD aracılığıyla, Türkiye, El Kaideciler, KDP’lilerin de katıldıkları Kobane kuşatmasını hayata geçirmeye çalıştı ve Rojava Devrimi’ni tamamen boğmak için harekete geçti.
Bir noktada açık olalım. Eğer PKK Duhok Anlaşması üzerinden Batı ile taktik bir anlaşmayı kabul etmemiş oldaydı Rojava düşecekti. PKK Rojava’da hem siyasi hem de askeri olarak yenilmiştir. Rojava’yı elde tutması Batı ile anlaşması sayesinde mümkün olmuştur. Yanlış anlaşılmasın, Batı ile anlaşmak yanlış bir politika değildir ancak bu anlaşmanın İran ile ateşkesin bozulmasına bağlanması yanlıştır.
Bir an için Rojava’nın düştüğünü farzedelim ve bu temelde bir mantık yürütme yapalım. Rojava’nın düşüşü ile IŞİD Kandil’in eteklerine kadar ilerlemiş olacaktı ve bu durum Batı’nın IŞİD’i Kandil’e yerleştirme planı ile uyumlu olacak bir gelişme olurdu. Rojava düşseydi eğer, IŞİD Maxmur üzerinden ve Türkiye’nin de yardımıyla ve yine birçok El Kaideci terörist örgütün de Türkiye tarafından bu bölgeye taşındığı bir plan çerçevesinde PKK Kandil’e sıkıştırılacaktı. Batı’nın asıl planı IŞİD’i İran ile buluşturmak ve bu buluşma sırasında PKK’ye Kandil’de stratejik bir darbe vurmaktı.
Peki Batı bu planı niçin uygulamadı?
PKK’nin Batı ile anlaşması, Batı açısından daha ilginç ve avantajlı bir durum oluşturmuştur. Bunun nedenlerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
1- Batı’nın IŞİD planı oluşturulduğu zaman, Türkiye’nin Batı’dan stratejik olarak bu şekilde kopacağı ve Suudi Arabistan ve Katar ile ayrı bir ittifak ekseni oluşturacağı öngörülmemişti. Kürt Koridoru tamamlanmadan ve Türkiye Suriye’den tecrit edilmeden PKK’nin ezilmeye çalışılması, Batı’dan ayrı hareket eden Türkiye’yi güçlendirirdi. Kürt Koridoru’nu Batı ancak PKK ile birlikte hareket ederek hayata geçirebilirdi. Kürt Koridoru’nu oluşturmadan PKK’nin ezilmesi, Türkiye’nin Suriye’den tecritini neredeyse imkansız hale getirirdi. Kürt Koridoru’nun oluşturulması dahi Türkiye ile Batı arasındaki derin çatlağın bir göstergesidir. Bu Kürt Koridoru daha sonra Batı tarafından, PKK’ye stratejik bir darbe vurulduktan sonra, PYD’nin KDP’ye eklemlenmesi politikasıyla birleştirilecek bir politikadır.
2- IŞİD Batı tarafından Rojava’ya saldırtıldığı zaman ilk amacı Rojava’nın düşürülmesi değildi. Batı’nın “bütün güçleri, İran rejiminin düşürülmesine angaje etmek” temel stratejik politikası ile hareket ettiğini düşündüğümüzde, IŞİD’in Rojava’ya saldırmasıyla Batı’nın güttüğü ilk amaç, PKK’nin stratejik önceliklerini değiştirmekti. Yani PKK’yi İran’ın zayıflatılması politikasına tekrar kanalize ederek, İran ile ateşkesin sonlandırılmasını hedeflemiştir. PKK’nin Rojava’nın elde kalması karşılığında İran ile ateşkesin bozulmasını kabul etmesi, Batı’nın IŞİD’in gücünü bölmemesini sağlamıştır. Aksi taktirde IŞİD güçlerini, Güney Kürdistan’ı çatala alacak bir şekilde bölerek ilerlemek zorunda kalacaktı, ki güçlerin bu bölünmesi riskli bir politikaydı. Çünkü bölünen güç zayıflar. Şimdi Batı IŞİD’i Süleymaniye-Bağdat arası hattan İran ile buluşturmak istemektedir. Eğer PKK İran’a Kuzey’den bir cephe açarsa, İran’ın IŞİD’i Irak’ta durdurma olanağı da kaybolacaktır. Başka bir deyişle PKK IŞİD’in ilerlemesini kolaylaştıracaktır. Böyle bir durumda PKK Rojhilat’ta iktidarlaşsa dahi onu uzun süre koruma olanağına sahip olmayacaktır. Batı Rojava’da olduğu gibi burada da PKK’nin bastırılması politikasına geçecektir, ki asıl o zaman bütün hesap görülecektir: PKK’nin tasfiyesi.
3- Türkiye’nin Batı’dan stratejik olarak koptuğu ve ayrı hareket ettiği bir durumda ve de Suriye’den tecrit edilmediği bir durumda; yine PKK’nin İran ile ateşkesinin bulunduğu bir durumda PKK’nin Kandil’e doğru sıkıştırılması, PKK’nin İran’a daha fazla yanaşmasına neden olacaktı. Bu ise İran’ın kuşatılması ve zayıflatılması politikasını zorlaştıracaktı.
Bundan dolayı PKK’nin önce İran ile savaşmasının sağlanması ve daha sonra kuşatılıp ve bastırılmasına geçilmesi, Batı açısından daha mantıklıydı.
Batı PKK’nin tasfiyesini gerçekleştirmeden, Erdoğan ve AKP’nin düşürülmesi politikasına asla geçmeyecektir. Böyle bir politikaya geçse dahi, bu sadece devletin zirvesinde bir klik değiştirme biçiminde olacaktır. Bunun olanağının olmadığı bir durumda ise, PKK’nin ezilmesine kadar beklenecektir. Erdoğan’ı Türkiye’nin merkezi devlet yapısını sarsacak şekilde iktidardan indirmek, PKK’nin Kuzey Kürdistan’da iktidarlaşma derecesine varacak şekilde güçlenmesine neden olacağı için ve onun ezilmesini imkansız hale getireceği için, Batı tarafından şu anda istenmeyen bir politikadır. Çünkü Batı’nın PKK’nin ezilmesi politikasında güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır.
Bu yukarıdaki analizlerden çıkan temel sonuç şudur: Ortadoğu’da en zayıf stratejik plana sahip olan PKK’dir. Batı’nın, Türkiye’nin ve KDP’nin stratejik planları PKK’nin stratejik planlarından daha üstündür. PKK’nin yanlış İran stratejik önceliği, bindiği dalı kesmesiyle eşanlamlıdır.
Ama PKK’nin hataları tek stratejik öncelik sorunuyla da sınırlı değildir. Bir başka hatası da Barzani ve KDP karşısındaki hatasıdır. Bütün küresel ve bölgesel güçler KDP’yi etkilemek ve kendi yanlarına çekmek isterlerken, PKK’nin bu noktada hiçbir şey yapmaması ve sadece gerilim politikası izlemesi anlaşılır gibi değildir. Herkes aptal da tek PKK mi akıllıdır?!
Soruna daha yakından baktığımız zaman, PKK’nin KDP karşısındaki yanlış tutumu, aslında bölge politikasındaki kafa karışıklığının sonucudur. Kürdistan devriminin temel problemlerinden bir tanesi hepimizin bildiği gibi, KDP’nin tecritidir. Ama KDP’nin tecritini nasıl anlamak lazım?
Bir hedefe varmanın tek bir yolu yoktur, birçok yolu vardır. Hangi yolun uygun olduğuna doğru karar vermek için ise bazı parametrelerin birliği gerekmektedir. Bunları kısaca şöyle belirtmek mümkündür: 1- KDP’nin tarihsel yapısı; 2- İçinden geçtiğimiz bölge ve dünya konjonktürünün yapısı; 3- KDP’nin bu konjonktür içerisindeki konumu; 4-PKK’nin bu konjonktür içerisindeki konumu ve diğer güçler ile olan güç ilişkisi.
Bu konjonktür ve güç ilişkileri içerisinde, PKK’nin KDP ile olan gerilimli politikasında kaybedecek olan PKK’dir.
Peki niçin?
Bu durumu kısaca belirtirsek:
1-KDP Kürdistan’da hemen yenilecek ve tasfiye edilecek bir güç değildir. Şimdilik bunun tarihsel temeli mevcut değildir. KDP’nin çok güçlü dış bağlantıları mevcuttur ve bu güçlü dış bağlantıları, onun Kürdistan’daki asıl gücünü oluşturmaktadır.
2- PKK KDP’nin bütün çıkar yolları üzerinde bulunmaktadır ve üstelik Kürdistan genelinde gücünün gelişmesi, KDP’nin güvenlik korkularını arttırmış durumdadır. PKK’nin KDP karşısındaki sert ve tavizsiz politikası da buna eklendiği zaman, KDP’nin dış destek arayışı zorunlu hale gelmiştir.
3- KDP PKK’nin bu sert politikasına, güçlü dış desteğe sahip olduğu için aynı sertlikle karşılık vermektedir. Konjonktürün kendi lehine olan avantajlarını Kürt iç politikasına taşıyarak, PKK’ye set çekmektedir. KDP’nin dış destekçileri (Batı Emperyalistleri, İsrail, Türkiye, İran vs.) hem onun güvenlik kaygılarına hem de petrol aracılığıyla ekonomik çıkarlarına seslenmektedirler. Peki PKK bu noktada KDP’ye ne yapmıştır? Hiçbir şey!
4- Bunlardan çıkan sonuç: Konjonktür ve bölge güç ilişkileri KDP lehineyken, onun gerilim politikasıyla tecrit edilemeyeceğidir. Çünkü mevcut küresel ve bölgesel güç ilişkileri PKK’ye bu olanağı vermemektedir. Hele de PKK İran stratejik önceliğinde ısrar edip, dengeyi Batı lehine bozduğu zaman, KDP ile olan bu gerilim politikasından KDP kazançlı çıkacaktır.
5- KDP’nin PKK tarafından tecriti, onun ilişkili olduğu dış güçlerin, güçlü bir bölgesel strateji ve buna uygun taktikler sayesinde zayıflatıldığı ve bu zayıflamaya uygun olarak KDP’nin Kürdistan’da zayıflamasıyla mümkündür. Dememiz odur ki, bu zamana yayılan bir politikadır ve KDP ancak ulus içerisinde tedrici olarak eriyerek tecrit olabilecektir. Bu zaman zarfı içerisinde, yumuşak (ki tavizlere dayanır) bir politikanın, kontrollü bir sert güç ile dengelendiği bir politika mantığa daha uygundur.
6- Böyle bir politika yani onun hem güvenlik hem de ekonomik çıkar kaygılarının belirli bir dereceye kadar garanti altına alındığı ikili ilişkilere (tek KDP ile değil bütün ulusal güçleri kapsayan) dayanan bir politika, Rojava’dan başlayarak bütün Kürdistan’a yayılan ve bütün sorunların birbirine bağlandığı bir çerçevede kurulmak zorundadır. Bunun zemininin ise ille de Ulusal Kongre olması gerekmez!
7- PKK’nin KDP’nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarına seslenmeden, onu Ulusal Kongre için sıkıştırması ve onun da bunu reddetmesi kendi açısından mantıklıdır ve konjonktürdeki güç ilişkileri onun lehine oldukça da PKK’nin bu politikasına gelmeyecektir.
8- PKK’nin KDP ile bu gerimli politikası ve KDP’nin PKK karşısında dengeleyici dış unsurlar araması, PKK için oldukça tehlikelidir ve mutlak suretle bu politikanın değiştirilmesi gerekmektedir.
9- PKK’nin KDP karşısındaki doğru tutumu, ancak bölgesel ve küresel konjonktürün doğru analiz edilmesi temelinde ortaya koyacağı güçlü bir bölgesel stratejiye bağlandığı zaman ortaya çıkacaktır. PKK’nin KDP karşısındaki gerilim politikası, PKK’nin kafa karışıklığından ve geleceği öngöremediğinden dolayı geliştirdiği bir “savunma refleksi”dir. Halbuki akıllı bir bölgesel politika ve stratejiyle, KDP’nin esnetilmesi ve yumuşatılması mümkündür. PKK’nin KDP karşısındaki tutumu, onun bölgesel bir politika ve strateji noktasında kafasının ne kadar karışık olduğunun da bir tür göstergesini oluşturmaktadır.
PKK’nin bir başka hatası da İran’a ilişkindir.
Bilindiği gibi İran devleti PKK’ye karşı gerilmiş durumdadır ve bu gerilmenin nedeni de yine PKK’dir. Çünkü İran PKK’nin HDP üzerinden Türkiye ile anlaşma arayışının ve yine Rojava’da Batı ile anlaşma çerçevesinde Kürt Koridoru’nun geliştirilerek Rojava’nın güvenli hale getirilmesi politikasının, İran ile savaşa hazırlık politikası olduğunu iyi bilmektedir. Bu durum İran’ın PKK’ye karşı gerilmesine ve bölgede çok daha dikkatli siyaset geliştirmesine neden olmaktadır.
İran’ın PKK’ye karşı bu gerilmesi, PKK’nin bölgede manevra alanının daralmasına ve denge siyasetinin kendisine kazandırmış olduğu taktik potansiyelin yeterince kullanamamasına neden olmaktadır. Buna en iyi örnek yine Rojava’dır. Rusya Eylül ayı sonlarında Suriye’de hava operasyonlarına başlarken, PKK ile organik bir ilişki içerisine girmemesinin nedeni İran’dır. Çünkü İran Rojava’nın güvenli hale gelmesiyle, PKK’nin kendisine saldıracağı korkusu içerisindedir ve bundan dolayı PKK’nin Rojava’da mümkün olduğunca oyalanması taraftarıdır. İran ne Rojava’nın düşmesini ne de Rojava’nın fazla güçlenmesini istemektedir. Bu durum Suriye’de farklı amaçlar güden Türkiye ve İran arasında ilginç bir çıkar birliği oluşmasına ve bu çıkar birliğinin de taktik çerçevede kalan bir işbiliğine kapı aralamasına neden olmaktadır. İran PKK tarafından çok sıkıştırıldığı zaman, PKK’ye karşı Türkiye ile bir işbirliğine girmek zorunda kalacaktır ve bu işbirliğinin temel nedeni de PKK’nin yanlış stratejik önceliği olacaktır.
Halbuki olayların gelişiminin de gösterdiği gibi, İran PKK’ye bir tehdit oluşturmamaktadır ve PKK’ye karşı savaşma taraftarı da değildir. PKK’nin İran’ın sıkışmışlığını, İran rejimini devirmek için değil, Türkiye ile kapsamlı bir savaş sırasında onu daha fazla hareketsiz tutmak için kullanması daha mantıklıdır. Türkiye ile elde edilmek istenen taktik anlaşmanın İran ile elde edilmesi ve İran’a karşı yumuşak güçlerin öne çıkarılarak güven verilmesi, PKK’nin Ortadoğu’daki manevra alanını daha da genişletecektir.
İran ile yumuşa, KDP ile yumuşama ile koordine edildiği zaman ve bu politika Rojava eksenli yeni bir politika ile birleştirildiği zaman, PKK’nin Rojava’da sadece yerel güçlere (PYD-YPG) dayanan bir politika ile Rojava’yı elde tutması mümkün olacaktır. PKK’nin Rojava’da en büyük handikapı, emperyalistler arasındaki genel dengenin Rojava’da oluşamaması ve bundan dolayı Batı’nın IŞİD aracılığıyla ve TSK ittifakı ile taktik anlaşma çerçevesinde Rojava’yı baskı altına almış olmasıdır. Rojava’daki bu dengesizlik, PKK’nin Batı’ya fazla taviz vermesine neden olmaktadır. Rojava’daki bu durum dahi bizim, İran’a saldırarak bölgede genel dengenin Batı lehine bozulmasının, kaçınılmaz olarak PKK’nin ezilmesine götürecektir iddiamızı doğrulamaktadır. Rojava’daki bu dengesizlik ve Batı ile taktik anlaşma çerçevesinde Rojava’nın güvenli hale getirilmesi politikası, İran üzerinde giderek büyüyen bir tehdit oluşturduğu için, İran ne Suriye rejiminin ne de Rusya’nın Rojava’daki bu dengesizlik içerisinde PKK’ye yaklaşmasına izin vermektedir.
Halbuki PKK stratejik önceliği İran’dan Türkiye’ye kaydırarak ve eş anlı olarak KDP ile yumuşama politikasına geçerek, KDP’yi Güney Kürdistan Yönetimi’ndeki diğer güçler (YNK ve Goran Hareketi) ile ittifak halinde Rojava’ya çekerek dengeleyebilir. Ama bununla birlikte de İran ile yumuşamanın vermiş olduğu avantajı da kullanarak, KDP’nin olası tehlikeli aşırı hareketlerini de İran, Suriye rejimi ve Rusya’nın taktik desteği yolunu açık bırakarak gemleyebilir. Kısacası Rojava’ya çekilen KDP, YNK, Goran Hareketi, İran, Suriye, Merkezi Irak Hükümeti ve Rusya ile olan ilişkiler aracılığıyla dengelenmiş olacaktır. Böyle bir politika Batı’nın PKK üzerindeki İran ile savaş baskısını da yok edecektir.
Rojava’da Ulusal Kongre’nin dışında ikili ilişkiler aracılığıyla geliştirilecek ama onun fonksiyonlarına sahip ulusal birlik politikası, PKK’nin bütün güçlerin (özellikle KDP ve YNK) niyetlerini ve hırslarını test ettiği bir platform da olacaktır. Bu tecrübe PKK açısından olumlu sonuçlandığı takdirde, bunun bütün Kürdistan’a yayılmasının bir tehlikesi olmayacaktır. Bu Rojava politikası, KDP’nin PKK’ye karşı geliştirdiği karşıdevrimci politikanın düzeyini düşürerek, PKK’nin dış güçlere vuracağı darbeler sırasında onun tarafsız kalmasına neden olacaktır. PKK belirli bir noktaya kadar KDP’nin güvenlik ve ekonomik çıkar problemlerini çözdükçe, KDP’nin buna tepkisi dış güçler ile bağlarını zayıflatması şeklinde olacaktır. Bundan çıkan sonuç, KDP’nin uzun yıllara yayılacak bir zaman dilimi içerisinde azar azar Kürt Ulusu içerisinde eriyeceğidir ve bu tarihsel durumun mutlak suretle PKK tarafından gözönünde bulundurulması gerektiğidir.
Stratejik önceliğin İran’dan Türkiye’ye kaydırılması politikası, bölgede emperyalist dengeyi muhafaza edeceği ve İran’ın korkularını da yok edeceği için, İran’ı tamamen Türkiye’den koparacaktır. Aynı şekilde yeni Rojava politikası da KDP’yi Türkiye’den koparacağı için, Türkiye’nin bölgede tecritini tamamlamış olacaktır. Türkiye’nin bu tecriti, kapsamlı bir gerilla savaşıyla birleştirildiği zaman, Erdoğan’ın sıkışmadan kaynaklı hata katsayısını yükseltecek ve daha riskli politikalara yönelterek, kendi saflarındaki bölünmeleri tetikleyecektir. Zaten AKP’nin düşüşü Türk iç politikasında genel bir kargaşanın ortaya çıkması demektir ve bu kargaşa içerisine HDP’nin tekrar sokularak açılan politik gediğin daha da büyütülmesi olanaklıdır. İşte AKP yıkıldıktan sonra ortaya çıkacak bu kargaşa ortamında, HDP Türk iç politikasını kilitleyerek, PKK’nin İran’a kapsamlı saldırısı için gerekli stratejik zaman dilimini gerçekleştirebilir.
Saray iktidarı karşısında kapsamlı savaş zorunludur ve bunun nedeni PKK değil, AKP ve Türk iç politikasında yaşanan tarihsel kırılmadır, ki bu aynı zamanda emperyalist sistemde bir kırılmadır. Çünkü yeni bir bölgesel emperyalist odağın oluşumuna neden olmuştur. Türk iç politikasındaki bu kırılma, yeni bir faşist rejimin inşasını zorunlu kılmaktadır ve Erdoğan bu yeni faşist rejimi ise PKK ile savaş aracılığıyla oturtmak istemektedir. PKK ile savaşın dışında bu yeni rejimi oturtması mümkün değildir.
İki seçim arası (7 Haziran-1 Kasım) dönemin de çok iyi gösterdiği gibi, PKK ile savaş, içerideki muhalefeti bölmek ve bastırmak için ideal bir yöntemdir ve yeni rejimin oturtulmasında da aynı yöntemin izleneceğinden kuşku yoktur. Erdoğan PKK ile savaşın, muhalefetin bölünmesini ve zayıf düşürülmesini sağladığını çok iyi görmüştür. Böylece Mustafa Kemal’in 1924-1925’te yaptığını yani Kürt İsyanı’nın ezimini, iç muhalefetin ezimi ile birleştirme politikasını Erdoğan günümüzde uygulamaya çalışmaktadır/çalışacaktır. Bu politika çerçevesinde PKK’yi Kuzey Kürdistan’da silmek isteyecektir. AKP’nin PKK’ye dayatacağı bu savaşı PKK yok sayabilir mi? AKP savaşı PKK’nin kucağına bırakmaktadır ve PKK’nin bu savaşa Hayır diyecek durumu yoktur. AKP’nin dayatmış olduğu topyekün savaşa PKK’nin “yarım-savaş” ile karşılık verme lüksü yoktur. Erdoğan için PKK ile savaş, aslında dolaylı olarak yeni rejimin inşasında içeride muhalefetle savaştır.
Madem bu savaş kaçınılmazdır, PKK’nin bölgesel ölçekte bu savaşa iyi hazırlanmasından başka bir yol yoktur, ki stratejik önceliğin değiştirilmesi bu hazırlığın en önemli ayağını oluşturmaktadır.
PKK’nin savaşı, AKP’nin iktidardan düşürülmesini ve yıkımını hedeflemek zorundadır ve de iç ve dış politikadaki bütün taktikler de bu hedefi gerçekleştirmeye dönük olmalıdır. PKK kapsamlı gerilla savaşını doğru bir politik söylemle birleştirmesini bilmek zorundadır. Örneğin kapsamlı gerilla savaşının, Demokratik Özerklik sloganıyla birlikte ele alınması büyük bir hata olur. Bunun nedeni Demokratik Özerkliğin yanlış olması değildir ama AKP’yi yıkmak için gerekli olan “siyasi bütünlüğün” oluşmasını ve AKP’nin iç politikada tecritini engelleyeceği içindir.
Az yukarıda AKP’nin PKK ile savaşı, iç muhalefet ile dolaylı savaşa çevirdiğini belirttik. Bunun anlamı PKK’nin, AKP ile iç muhalefet (ki bu muhalefetin odağında CHP ve Kemalistler vardır) arasındaki çelişkiden mutlak suretle yararlanmak zorunda olduğudur. Bundan dolayı genel taktiği bu ihtiyacın karşılanmasına da dönük olmalıdır. Bu noktada Demokratik Özerklik bu ihtiyacı karşılamak şöyle dursun, AKP’nin tecritini zorlaştıran bir yapıya sahiptir.
Bir devrimci hareketin gücü, onun programında değil, taktik üstünlüğünde yatmaktadır. Burjuvazinin kendi aralarındaki çelişkilerinin keskinleştirilmesi, devrimci hareketin programından daha önemlidir. Başkan bunun çok güzel bir örneğini, Stratejik Denge politikasıyla ortaya koydu. Denge politikası tamamen burjuvazinin hem küresel hem bölgesel hem de Kürdistan’da kendi içerisinde dilim dilim bölünmesine dayanır. Onun için Türk iç politikasının da uygun taktikler ile bölünmesi zorunludur, ki politik esneklik bunun en önemli koşuludur.
Bu perspektif ile AKP’nin yıkılışına yaklaştığımız zaman, en doğru taktiğin, kapsamlı gerilla savaşı ile AB’ye üyelik perspektifine bağlanan Demokratik Cumhuriyet taktiğinin birliği olduğu görülmektedir, ki bu zaten yeni strateji kurulduğu zaman Başkan’ın ilk ortaya koyduğu stratejik perspektiftir. Başkan’ın 2000’li yılların başlarında 1999 yılındaki savunması bağlamında geliştirmiş olduğu Demokratik Cumhuriyet taktiği bugün de geçerlidir.
Demokratik Cumhuriyet programının AB’ye üyelik perspektifiyle ele alınması, iç muhalefetin ezici çoğunluğunu, AKP’nin politik etki çemberi içerisinden çıkaracaktır. PKK/HDP bloku, CHP’nin tabanını Özgür Yaşam ve Demokratik Özerklik söylemi ile etkileyemez ve kendi seçmen tabanı haline getiremez. Çünkü bu taban CHP’nin ulusalcı dünya görüşünün etkisi altındadır ve bu ulusalcılık eğilimi, muhafazakar ve milliyetçi kesimlerden gelen sürekli bölünme korkusu tarafından diri tutulmaktadır. Bundan dolayı CHP’nin tabanı, HDP ve PKK’ye karşı oldukça mesafeli ve gergindir. Bunun nedeni HDP ve PKK’ye güvenmemeleridir. Bu güven sorunu çözülene kadar, HDP’nin CHP’nin tabanını etkilemesi mümkün değildir. Bundan dolayı Demokratik Özerklik söyleminin ön plana çıkarılması hatadır.
PKK ve HDP’nin CHP’yi çözmesi için çok daha karmaşık bir siyasi plana ihtiyaç vardır. Tek CHP tabanına değil ama toplumun birçok değişik kesimine güven vermenin ve bu temelde başta AKP olmak üzere, MHP ve CHP’nin politik dengesini bozabilmenin tek yolu, Demokratik Cumhuriyet ve “AB’ye üyelik” politikasına kapsamlı el atmaktan geçmektedir. HDP ancak Demokratik Cumhuriyet ve AB’ye üyelik politikası üzerinden CHP tabanına ve diğer birçok toplumsal kesime ulaşabilir ve iç politikada birçok partinin dengesini bozabilir. Demokratik Cumhuriyet ve AB’ye üyelik politikası, iç politikada birçok kesim ile “dolaylı iletişim” aracı olarak işlev görecektir. Demokratik Özerklik işin sonunda güç dengesinin HDP/KCK lehine sonuçlanması sonucunda ortaya çıkacak olan doğal bir sonuç olacaktır. Ama işin başında onun ileri sürülmesi büyük bir hatadır.
Aynı şekilde kapsamlı gerilla savaşını da KCK, Türkiye’yi Demokratik Özerkliğe götüren bir politikanın aracı olarak değil, Türkiye’yi Demokratik Cumhuriyet’e ve “AB’ye doğru itme”nin kaldıracı olarak kullandığını propaganda etmelidir. Halkın AKP’nin faşizminden kurtulmak için umut aradığı bir dönemde, “halkın daha siyasi bilinç olarak” Demokratik Özerkliğe hazır olmadığı bir durumda ona zorla bu yolu dayatmak, sadece “Kendin Pişir Kendi Ye” olmaktadır. Demokratik Özerklik politikası, Demokratik Cumhuriyet ve “AB’ye üyelik” politikasının altına kolayca yerleştirilebilir ve güç dengesi devrimci-demokratik hareket lehine döndüğü zaman kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Kapsamlı gerilla savaşının Demokratik Özerklik taktiğiyle birleştirilmesi, PKK’den ziyade AKP’nin işine yarar. Çünkü AKP Demokratik Özerkliği, bölünmenin başlangıcı olarak lanse ederek, şoven milliyetçiliği kamçılamakta ve bu şoven dalga CHP içerisindeki ulusalcı milliyetçiler aracılığıyla geniş bir milliyetçi cephenin oluşmasına ve HDP ile PKK’nin büyük halk yığınlarından tecrit olmasına neden olmaktadır. Demokratik Özerklik, işin sonunda kendiliğinden de facto çıkacak bir durumdur. Kapsamlı gerilla savaşıyla Demokratik Cumhuriyet taktiği doğru birleştirildiği zaman, AKP’nin yıkımı süresince PKK Kuzey Kürdistan’da zaten iktidarlaşacak kadar büyük bir güce ulaşacaktır. Bu güç zaten kendiliğinden Demokratik Özerkliği ortaya çıkaracaktır. Bu fiili durum Demokratik Cumhuriyet’in bütün Türkiye’ye yayılması için geçici bir güç dengesi ve atlama tahtası olacaktır. Hatta bu durumu, Türkiye üzerinden Avrupa’nın içlerine kadar yayılacak yeni bir politik dalga şeklinde düşünmek bile mümkündür.
Bu taktik, içeride burjuvazinin kendi arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirmenin dışında, Batı Emperyalistlerini PKK karşısında hareketsiz tutmayı da sağlayacaktır.
Erdoğan’ın yeni bir faşist rejim ve Başkanlık biçiminde Tek Adam Diktatörlüğü temelinde PKK ile savaşı başlatması, Batı’nın gözünde PKK’nin buna karşı koyma meşruiyetinin olduğu anlayışına da neden olmuştur. Burada Batı, PKK’nin AKP’ye karşı koyuşunun niteliğini öğrenmek istemektedir. Batı PKK’nin AKP’ye karşı koyuşunun, PKK’nin Batı’dan ayrı bir stratejisinin ürünü mü yoksa onun stratejisini destekleyen yani Türkiye’nin AB’ye doğru yaklaşımını kolaylaştıran bir politikanın ürünü mü olduğunu anlamaya çalışacaktır. PKK’nin Demokratik Özerklik söylemi, PKK’nin Batı’dan ayrı bir stratejisinin olduğu izlenimine yol açacak ama Demokratik Cumhuriyet ve AB’ye üyelik perspektifi, Batı ile birlikte hareket edildiği ve AKP’nin yıkılmasından sonra PKK’nin hızla İran’a yöneleceği beklentisine yol açacaktır ve Batı’nın bu beklentisinin yönetilmesi PKK açısından zorunludur. Bundan dolayı böyle bir politikada Demokratik Cumhuriyet taktiği daha doğru bir politika gibi görünmektedir.
Sonuç olarak, PKK’nin stratejik önceliğinin yanlış belirlenmesi, hareketin parçalarının uyumlu ve güçlü bir şekilde birbirlerine bağlanmasını da olumsuz etkilemiştir. PKK belirlemiş olduğu İran stratejik önceliğine uygun bir şekilde, güçlerini bir tek noktada güçlü bir şekilde toplayamamaktadır. Bu durum dahi başlı başına stratejik önceliğin sorunlu olduğunun bir göstergesidir. Yanlış stratejik öncelik, güçlerin yanlış yerde toplanmasına neden olduğu için, asıl tehdit yönünden (yani Kuzey) gelen darbe karşısında Parti savunmasız durumda kalmış ve işin kötü tarafı, PKK’nin askeri güçlerinin önemli bir kısmı stratejinin prensiplerine aykırı bir şekilde atıl kalarak, kullanılmaz halde kalmıştır. Erdoğan’ın Kuzey Kürdistan ve Türkiye’deki asıl gücünün kaynağını da bu durum oluşturmaktadır.
PKK’nin stratejik önceliğini değiştirmeden ve gerekli güç kaydırımı yapmadan Erdoğan ve AKP karşısında ortaya koyacağı taktiklerin hiçbir başarı şansı olmayacaktır. Çünkü gerçek şudur ki, PKK’nin asıl güçlerinin yapacağı işi Türkiye ve Kürdistan’da yapacak başka bir güç yoktur ve olmayan güçleri aramak ya da bazı güçleri abartılı değerlendirerek onlarda olmayan gücü onlarda görmek, belirli bir noktadan sonra “politik maceracılığa” neden olabilir.
Yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz analizlerin ve eleştirilerin ne kadar doğru olduğunu hiç kuşkusuz zaman gösterecektir. Umarız bu analizlerimiz ve eleştirilerimiz yanlış çıkar ve bizler bu noktada yanılmış oluruz. Çünkü aksi takdirde PKK’yi bekleyen stratejik darbeyi kimse durduramaz ve bu darbenin 1999 Komplosu’ndan da büyük olacağı tartışma götürmezdir. Eğer olaylar bu doğrultuda gelişirse, bu PKK Önderliği’nin “günahları”nın bir tür cezası olacaktır!