Yaşanan kimi olaylar, asgari düzeyde de olsa demokratik değerleri özümsemiş ülkelerde olsa toplumda büyük bir şaşkınlık uyandırır. Söz konusu Türkiye olunca bırakalım şaşkınlık uyandırmayı, normal bile karşılanır. Toplumun hafızasına nakşedilmesi gereken olaylar normalin kılıfına büründürülerek unutma kuyusuna atılır birer birer. Trajik olaylar yaşanırken “normaldir” denildiği noktada devletin hoyratlığı, iktidar muktedirlerinin at sırtında naraları başlar. Bu at koşturma, halktan herhangi bir insanın aşka gelerek atını dörtnala kaldırmasına benzemez. Bu, güzel bir seyirlik bile olabilir. Fakat devletin ve iktidarınki, geride sadece yıkım bırakır. Kır ata binen dönemin başbakanlarında biri, hızını alamayarak, tankın başında kendini bulunca, ülkenin feryat figan içinde nasıl kan kızıla boyandığı balık hafızası kadar hafızası olan her birey bilir.
Tankçı başbakanın “babası” “kimse bana sağcılar adam öldürdü dedirtemez” mealindeki söylemi kişisel bir söylemin ötesinde kurumsal bir bakışı ifade ediyordu. Devlet aşkıyla birçok cinayete imza atmış olanların büyük bir çoğunluğu, devletin şefkatli kanatları altında günlerini gün ederlerken, kazara soruşturmaya uğrayanların dosyaları ya araştırmaya gerek görülmedi ya da zaman aşımına uğratıldı. Ülke denilen alanın, muktedirler için mutluluk ve sonsuz bir özgürlük alanı olduğuna kuşku yok, fakat toplumun geniş kesimi için aynı şeyleri söylemek olanaksız. “İyi çocuklara” sağır olan yargı sisteme karşı parmağını bile kıpırdatanlara karşı tavşan uyanıklığında adeta.
“Türkiye eski Türkiye değil” söyleminden dem vuruluyor. Bu söylem mevcut realiteye bakıldığında pek de bir anlam ifade etmiyor. Zira her türlü şiddeti baskıyı özümsemiş olan devlet aklından zerre kadar taviz verilmiş değil. Değişimden kasıt, devletin nimetlerinden nemalanan eşitler arasında iktidarın el değiştirmesi midir? Devlet arabasının 12 Eylül faşizminin oluşturduğu tekerlekler üzerinde ilerlemesi midir? Kürdistan coğrafyasında yaşananlar sözü edilen ilerlemenin yönünün nereye dönük olduğunu gözler önüne seren turnusol kâğıdı gibidir. Zira devlet referanslı yapılanların hesabı sorulmadı. Ceylan’ların, Uğurlar’ın, Roboski’lerin dosyaları sürüncemede bırakılarak unutturulmaya çalışılıyor ve faillerden hiç biri tutuklanmış değil. Berkin’in başta olmak üzere diğer benzer dosyaların benzer akıbete uğrayacağından şüphe yok. Hâsılı kelam yargı esas görevini bir kenara bırakarak kimi olayları toplumun hafızasından silme görevi üstlenmiş durumda. İşin garip yönü, hukuk adına bu fecaat yaşanırken, işlenen cinayetlerin kovboy filmlerinde yansıtılan cinayet sahneleri kadar toplumun duygu dünyası üzerinde bir etki yaratmıyor olmasıdır. Bu ölümcül suskunluk, sistemin kılıcını daha da keskinleştirerek pervasızlaştırıyor.
Şunu ifade etmek gerekir ki, bu ülkede adalet, özgürlüklerin değil, mülkün genel anlamda sermayenin güvencesi olagelmiştir hep. Kimileri içtikleri milliyetçilik şerbetinin verdiği esrimeyle kendilerini muktedirlerin safında görüyor olsalar da gerçeğin dili başka söyler İç çelişkiler sonucu orta yere dökülen fişleme vakaları halktan her bireyin birer potansiyel suçlu olarak kabul edildiği noktasında ikna olmamıza yetiyor.
Bir süre önce Özgür Gündem gazetesinde “Adil Okay vakası” diye bir haber çıktı. Habere göre Adil Okay, Karabük cezaevinde kalan bir tutsağa gönderdiği kartpostallarla birlikte küçük kızı Öykü’nün bir de fotoğrafını göndermiş. Küçük Öykü’nün kolu üzerinde bir de minik salyangoz varmış. “Eee herkes herkese istediği zaman kartpostal da, fotoğraf da gönderebilir, ne var bunda?” denebilir. Söylemde bir problem yok, fakat kazın ayağı göründüğü gibi değil. Eğer Adil Okay gibi bir muhalif sosyalistseniz toplumsal sorunlara, özellikle de toplumun kanayan yarası haline gelmiş cezaevlerine karşı duyarlı, içerdekilerle dayanışma içinde olmayı sorumluluk olarak gören vicdan sahibi bir aydınsanız, şüphelilerden birisiniz. Zurnanın zırt dediği nokta tam da burasıdır.
Çok hassaslardan birileri salyangozun kabuğundaki kıvrımlardan okumuş olmalı ki, salyangozun bir kaçış planı olduğu sonucuna varmışlar.
Nutkum tutuldu, hayal sınırlarını aşan bu zorlama “mantıksal” çıkarsama karşısında. Aristo bunları duysaydı küçük dilini yutardı herhalde!
Haberi okur okumaz, hemen albümüme koşup sözü edilen fotoğrafa baktım. İddia edilen şeyi göremedim ama “acaba bu sempatik yaratık bilinmeyen zamanlardan günümüze kimi sırların şifrelerini taşıyor olabilir mi?” diye düşünmeden edemedim. Hafızamda çakan bu pırıltı beni bu yaratığın Kürtçe olan ismine yönlendirdi. Kürdistan’ın kimi bölgelerinde salyangoza “şeytanok” deniliyor. Yani “şeytan” ve “ok”tan oluşan bir isim. Şeytan kelimesi olumsuz anlamının ötesinde “kurnaz”, işini bilen ve yerine göre sempatiyi de içeren anlamlarda kullanılır. Ok yapım eki ise, isme eklenerek, sempatiklik, küçüklük anlamı katar. Şamam-ok gibi. Mesela, öküz ve devenin ismine bu ek iliştirilmiyor. Neden? Halk tarafından bu denli sempatiyle karşılanmasının bir anlamı olmalı.
Rivayet o ki, bilinmeyen bir zamanda namı sınırları aşan bir şövalye varmış. Şövalyeliği kadar bilgeliğiyle de tanınıyormuş. Bilge şövalye, dağ, bayır demeden dolaşır, muktedirlerin şatolarına saldırır, altını üstüne getirirmiş. Tahtlarının zangır zangır sallandığını gören muktedirler, ordularını birleştirince bilge şövalye hedef küçültmeye karar vermiş. Hayatın sırlarının şifreleriyle bezeli kalkanını kabuk yaparak içine girmiş. İçine girmiş ama hiç mi hiç rahat durmamış, yapmak istediklerini daha bir güven içinde yapmayı sürdürmüş. Rivayete göre o günden bu yana nerede bir olay olsa oraya koşar, haksızlığa uğrayanların saflarında tereddütsüz yerini alırmış.
Mukadderat işte! Bunca serüvenden sonra yakayı ele vermek de varmış! Bu büyük sır “keskin” gözler tarafından çözüldüğüne göre “devlet-i âli” ve tebaası derin bir oh çekebilir artık.
Sen neymişsin be şeytanok!
Bıji tu. 15.06.2014
Cevat Yerdegül
T Tipi Kapalı Cezaevi A-6
Karabük