MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Dünyadaki en zengin 26 milyarder, gezegen nüfusunun en fakir yarısını oluşturan 3,8 milyar insan kadar varlığa sahip durumdalar. Büyük insanlık ve dünyamız büyük bir yıkım, yağma, talan pahasına bu bir avuç asalağı beslemeye devam edemez.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Şanlı Ekim devrimin önderi ve dünya işçi sınıfının büyük öğretmeni Lenin’in maddi yaşamının son buluşunun 93. yıldönümüne denk gelen günlerde İngiltere merkezli Oxfan, küresel sermayedarların Davos toplantısı başlamazdan hemen önce “Kamu yararı mı yoksa özel servet mi?” başlıklı raporunu yayımladı. Bilindiği üzere Lenin, Ekim Devrimi’nin önderi, muazzam bir örgütçü olmanın ötesinde, Marksist düşünceye eşsiz katkılar sunmuş ve Marksizm-Leninizm’e adını vermiş parlak bir teorisyendi. Oxfam Raporu’nun gözler önüne serdiği çarpıcı veriler, Marksizmin ve Lenin’in fikirlerinin tarihsel olarak yenildiği, geçersizleştiği, öldüğüne dair yoğun bir propagandanın yürürlükte olduğu günümüzde, söz konusu propagandanın aksine yaşadığımız gerçekliğin hiç de öyle olmadığını kanıtlar nitelikte diyebiliriz.
Malum olduğu üzere Marksist ekonomi-politiğin en temel yasalarından biri artı değer yasasıdır. Çok bilinen tarifiyle ücretli işçinin emeğinin, işgücünün değerinin ötesinde yarattığı ve kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu değer olan artı değer, işçinin ödenmeyen emeğinin sonucudur. İşte Marksist ekonomi politiğe göre kapitalist ekonominin temel yasası ve özü olan, kapitalistlerce ise kârın kaynağı olarak adlandırılan bu gasp, sermaye birikimini ve kaçınılmaz olarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini, bunun yanı sıra işçi sınıfının görece ve mutlak biçimlerde yoksullaşması sonuçlarını doğurur. Kabaca verdiğim bu kısa özet aynı zamanda kapitalizmin tekelci karakterinin de temelidir. Marks’ın eleştirdiği merkezin sürekli hareket halinde olması nedeniyle tamamlanamamış başyapıtı Kapital’de ortaya koyduğu ve Lenin’in Çarlık sansürü nedeniyle siyasal yanından ziyade ekonomik boyutlarını ele aldığı, buna rağmen Marks’ın tahlilîlerine berrak açılımlar kazandırdığı “Emperyalizm” broşüründe bu karakter parlak ve halen güncel olacak şekilde ortaya konulmuştu. Meraklılarının daha kapsamlı olarak öğrenmek için bu iki başyapıta başvurmaları umuduyla bu kısa yazıyı ilgilendiren kısımları özetlemeye çalışmaya devam edebilirim.
İşçiden gasp edilen artı değerin bir bölümünün sermayeye eklenmesi ya da artı değerin bir bölümünün sermayeye dönüştürülmesi sermayenin birikimine neden olur. Anlaşılacağı üzere kaynağı artı değer, yani işçinin sömürülmesi olan bu birikim vasıtasıyla sermaye büyür ve kapitalizmin doymak bilmez kâr açlığı, yani artı değerin büyütülmesi arzusu ve rekabet hırsı nedeniyle sürekli genişleyen kapitalist üretim ilişkilerini yeniden üretir. Hülasa sermaye birikimi, genişleyen yeniden üretimin kaynağıdır da. Bu kapitalist yeniden üretim süreçlerinin içinde sermayelerin ölçeği büyür. Bu büyüme de sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle mümkün olur. El koyduğu artı değerin bir bölümünü işletmeye yatıran kapitalist, gittikçe büyüyen, haliyle yoğunlaşan bir sermayenin sahibi olur. Kapitalizmin vahşi rekabet mücadelesi içerisinde, büyük balık diğer küçük balıkları yutar yahut artı değeri daha da büyütme hırsı sermayelerin birleştirilmesinin yolunu açar. Bunlar da sermayenin merkezileşmesini doğurur. İşte bu sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, devasa zenginliklerin az sayıda kişinin elinde toplanması neticesini doğurur. Kapitalizmin tekelci karakterinin ve emperyalizmin temeli ve özü olan sermayelerin büyümesi, üretimin yoğunlaşması, yani büyük işletmelerde toplanmasının da nedenidir. Tarımda da aynıyla geçerli olan bu yoğunlaşmalar; toprağın ve diğer üretim araçlarının giderek artan ölçüde büyük mülk sahiplerinin elinde toplanmasına yol açar. İşte böylelikle muazzam zenginliklere sahip az sayıda kapitalist yüzbinlerce işçinin kaderine hükümran olurken bir avuç sermayedar ile mülksüzleştirilmiş ve sömürülen kalabalıklar arasındaki uçurum günden günde derinleşir ve bu iki sınıf arasındaki çelişkiler keskinleşir.
Marks, Kapital Cilt 1’de tüm bu süreçleri özlüce şöyle anlatır:
"Mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, sürekli birçoklarının başını yer. Çalışma sürecinin giderek boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, çalışma araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir çalışma araçlarına dönüştürülmesi, bütün çalışma araçlarının bileşik toplumsal çalışmanın üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömürü ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma (ve) sömürü de alabildiğine artar”
Ve Lenin’in “Emperyalizm” broşüründeki şu pasaj meramıma açık bir netlik kazandırmaya yardımcı olacaktır:
“Üretim toplumsallaşmakta, fakat sahip çıkma özel kalmaktadır. Toplumsal üretim araçları az sayıdaki insanın mülkiyeti olarak kalmaktadır. Lafta kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürmekte ve bu bir avuç tekelcinin nüfusun geri kalan bölümü üzerindeki boyunduruğu kat be kat daha ağır, daha elle tutulur ve daha tahammül edilmez hale gelmektedir.”
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım teorik, soyut ve sıkıcı görünen savları Oxfam Raporu vesilesiyle sağlama almaya, ete kemiğe bürünür bir biçimde yalınca ifade etmeye geçebiliriz.
Rapora göre dünyadaki zenginliğinin yoğunluğu her geçen yıl artıyor. Öyle ki, dünya nüfusun en yoksul yüzde 50'sinin sahip olduğu servet miktarına eş değer servete sahip olan milyarderlerin sayısı 2016'da 61 iken 2017'de 43'e ve 2018'de 26'ya düşmüş. Dünyadaki en zengin 26 milyarder, gezegen nüfusunun en fakir yarısını oluşturan 3,8 milyar insan kadar varlığa sahip durumdalar. Bu kişilerin servetlerindeki artış bir günde 2,5 milyar doları buluyor. Yani geçen yıl en zenginler servetlerini daha da artırdı. Zenginler, son 20 yılda her yıl daha çok kazandı ve her yıl daha az vergi ödedi. Ancak buna rağmen fakirlerin geliri yüzde 11 oranında geriledi. 1980 ile 2016 yılları arasında, dünya nüfusunun en yoksul yarısı küresel gelir artışındaki her bir dolardan yalnızca 12 sent alırken; tepedeki yüzde 1 ise her bir doların 27 sentine el koymuş. Örneğin Almanya’da, milyarderlerin servetinin geçen yıl yüzde 20 oranında arttığı hesaplanmış. Almanya nüfusunun en zengin yüzde birinin serveti, fakirlerin toplam servetinin yüzde 87'sini buluyor.
Yine rapora göre, eğer zenginlerden ödedikleri verginin yüzde 0,5’i kadar daha fazlasını ödemeleri istense, dünyadaki 262 milyon çocuk daha okuyabilir ve sağlanacak sağlık hizmetleriyle 3,3 milyon insanın hayatı kurtulabilir. Geçen yıl serveti 140 milyar dolara yükselerek “dünyanın en zengin insanı” unvanını Bill Gates'ten alan Jeff Bezos'un servetinin sadece yüzde 1'i Etiyopya'da yaşayan 105 milyon insanın sağlık bütçesini karşılayacak düzeydeymiş.
Vergi kaçakçılığına da dikkat çekilen rapora göre, dünyanın yarısından fazla kazanan az sayıdaki zengin, Brezilya ve İngiltere gibi ülkeler başta olmak üzere, yaklaşık 76 trilyon dolar vergi kaçırıyor. Buna karşılık dünyanın en yoksul yüzde 10'luk kesimi ise, geliriyle orantılı olarak en yüksek vergiyi ödüyor. Şirketlerin gelişmekte olan ülkeleri yılda 170 milyar dolarlık gelirden yoksun bırakacak şekilde, büyük miktarlarda parayı deniz aşırı (offshore) hesaplarda tuttuğu; süper zenginlerin 7,6 trilyon doları vergi makamlarından gizlediği açığa çıkmış.
Hülasa görmek isteyen gözler için apaçık ve yakıcı olan bu gerçekler, ne kapitalizmin bir sapması ne de istisnai bir durumdur. Kapitalist üretim tarzının temel çelişkisinin kaçınılmaz ve doğal bir neticesidir. Yani kapitalist düzen derin bir çelişkiyle malûldür. Bu çelişki, üretim sürecinin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kalması arasındaki çelişkidir ve bu çelişki kapitalizmin olgunlaşması ve aynı anlama gelmek üzere çürümesi ve kokuşmasıyla giderek daha keskinleşmektedir. Kokuşmuş, çürümüş kapitalizmin mezarını kazan da tam bu çelişkidir. Mezar kazıcılarının öfkesini, gücünü biriktiren de işte bu çelişkidir. Diğer bir yandan ise geçen onca yılın sonunda doğrulanan yegâne şey Marksizm’in ve Lenin’in haklılığı ve güncelliğidir. Büyük insanlık ve dünyamız büyük bir yıkım, yağma, talan pahasına bu bir avuç asalağı beslemeye devam edemez. Kapitalizm ne insanlık ne de tabiat için sürdürülebilir değildir. Şüphesiz yıkılmaya mahkûmdur ve şüphesiz bu yanıyla da Marksizm-Leninizm halen güncel, canlı ve elzemdir. Zira kapitalizm çürümüştür. Devrim insanlığın dirilişidir.