bell hooks, “ötekini yemek” kavramını ortaya atarken, beyaz dünyanın siyah bedeni “deneyimlemek” adı altında tüketmesini anlatıyordu. Bu düşünce, bugün Roman kadınların temsillerinde karşımıza çıkan fetişleştirici bakışı anlamak açısından hâlâ son derece açıklayıcıdır.
Roman kadın, kendi tarihsel bağlamından, yoksulluğundan, sömürülmüş emeğinden, bedeniyle kurduğu dirençli ilişkiden koparılarak “özgür ruhlu”, “coşkulu”, “şehvetli” bir figüre indirgenir. Oysa bu temsilin içinde tarih yoktur; sadece tüketilecek bir imge vardır.
Bugün sosyal medyada sıkça karşılaşılan “çingeneliği deneyimlemek”, “çingene gibi yaşamak”, “çingene özgürlüğü” gibi söylemler, bu kimliği yaşayanların değil, onu deneyim nesnesine dönüştürenlerin arzusunu anlatır. Örneğin, festivallerde Roman kadın kıyafetleri giyip dans etmek, “çingene ruhu” etiketiyle paylaşmak, “kültürel yakınlık” değil, hooks’un dediği anlamda bir tüketim eylemidir.
Romanlık burada yaşanan bir hayat değil, satın alınabilir bir hissin taklididir. Bu durum, Roman kadının özne değil, başkalarının özgürlük fantezisine fon olan bir “duygu objesi” haline geldiğini gösterir.
Gacoluk: İçsel kolonizasyonun yarığı
Roman topluluklarında kullanılan gacoluk kavramı -Roman olmayan gibi giyinmek, konuşmak, düşünmek- yalnızca bir uyum çabası değildir. Bu, kolonyal tarihin içe sızmış hâlidir. Gacoluk, Roman kimliğinin bastırıldığı, “saygınlık” ve “medeniyet” adına başkalarının bakışıyla kendini yeniden kurduğu bir haldir.
Roman kadın açısından bu durum daha da ağırdır; çünkü o hem dışarıda egzotik bir nesne, hem içeride “fazla gacolaşmış” bir yabancı olarak yargılanır.
Örneğin, bir Roman kadın şehirli iş ortamında “fazla açık”, “fazla renkli”, “fazla hareketli” bulunduğunda, dışarıda “tipik çingene” diye etiketlenir; aynı kadın kendi mahallesinde “fazla modern”, “fazla gâvurlu” diye dışlanabilir.
Bu iki bakışın arasında kalan kadın, aslında bir kimlik değil, sürekli parçalanan bir varlık hâli yaşar. Gacoluk burada sadece davranış değil, ruhsal bir bölünmedir: kendi dilinden, kendi sesinden yavaş yavaş kopma hâli.
bell hooks’un “ötekini yemek” eleştirisiyle birleştirildiğinde, bu durumun aslında içsel bir sömürge mekanizması olduğu görülür; dışarıdaki kolonyal bakış içeriye sızmış, benliğin içine yerleşmiştir.
Kolonyal arzu ve çeşitliliğin maskesi
Bugün liberal feminizmin sıkça başvurduğu “çeşitlilik” ve “temsiliyet” dili, çoğu zaman yeni bir kolonyal arzu biçimi yaratıyor.
Roman kadın, bu söylemde bazen “toprağın kadim bilgeliğini taşıyan”, bazen “bedensel özgürlüğün sembolü”, bazen de “ezilenin sesi” olarak sunuluyor.
Ama bu imgelerin çoğu, Roman kadınların kendi sözlerinden değil, onlar adına konuşanlardan çıkıyor.
Bu durum sadece popüler kültürde değil, sanat ve akademi alanında da görülüyor.
Bir fotoğraf sergisinde, Roman mahallesinde çekilmiş bir kadının gülümseyen portresi “farklılığın güzelliği” olarak sergileniyor; ama o kadının yoksulluğu, işsizliği, barınma mücadelesi anlatının dışına itiliyor.
Bir feminist panelde “Roman kadınların direnci” konuşuluyor ama kürsüde tek bir Roman kadın yok.
İşte bu, hooks’un bahsettiği “ötekinin üzerinden özne olma” halinin ta kendisidir: Roman kadını değil, onun suretini kullanarak kendini özgür hisseden çoğunluk özne. Bu, farkı anlamak değil, farkı süs olarak kullanmaktır.
Direnişin dili: Arzunun nesnesi olmaktan sözün öznesi olmaya
bell hooks, direnişi “ötekinin kendi sesiyle konuşması” olarak tanımlar. Roman kadınlar için bu, sadece temsile karşı bir duruş değil, aynı zamanda ontolojik bir yeniden doğuş anlamına gelir.
Roman kadınların kendi dillerinde, kendi hikâyeleriyle konuşmaları, bu tarih boyunca bastırılmış arzunun geri dönüşüdür. Artık “ötekilik” başkalarının keyfi için değil, kendi halkının onuru için dile gelir.
Bu dönüşümün örneklerini son yıllarda görüyoruz:
– Türkiye’de Roman kadınların kendi derneklerinde eğitim, barınma ve istihdam mücadelesi yürütmesi,
– İspanya’da LenKalís gibi ağların “Gitano feminizmi” kavramını ortaya koyarak kendi dilinden politika üretmesi,
– Balkanlar’da Roman kadın sanatçıların fotoğraf, dans, tiyatro üzerinden kendi bedenlerini geri alması…
Bunların her biri “yenen öteki”nin artık konuşan özneye dönüşmesidir.
Roman kadın artık anlatılan değil, anlatandır; resmedilen değil, resmedendir. Kendi tarihini ve bedenini başkalarının arzusu için değil, kendi halkının belleği için taşır.
İşte tam burada, Roman kadın yalnızca patriyarkaya değil, aynı zamanda kolonyal bilince de karşı çıkar. Çünkü direniş, sadece sokakta değil, dilin içinde, bedenin içinde, hafızanın içinde başlar.
Sonuç: “Yenen” değil, konuşan öteki
Roman kadının sesi, sadece kendi adına değil, bütün “sessizleştirilmiş” halklar adına da konuşur. Bu ses, kolonyal arzunun en karanlık yerini açığa çıkarır: “özgürlük” maskesi takmış tahakkümü.
Ama aynı zamanda bu ses, başka bir dünyanın mümkün olduğunu da söyler. O dünyada Roman kadının sesi, artık başkalarının özgürlük süsü değil, özgürlüğün kendisi olur.
Ve belki o zaman, bell hooks’un dediği gibi, “ötekini yemek” mümkün olmaz;
çünkü artık öteki değil, kendi sofrasında sözünü söyleyen özne vardır.