Siyasi Haber 2026 bütçesine ilişkin eleştirel değerlendirmelere yer vermeyi sürdürüyor. Bu kapsamda Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile de konuştuk. Onur Hamzaoğlu, DEM Parti MYK üyesi olmasının yanı sıra, uzun yıllardır Toplum ve Hekim dergisinin editörlüğünü de sürdürmekte. Halk sağlığı ve epidemiyoloji uzmanı olan Onur Hamzaoğlu, yaklaşık on yıldır genel bütçe ve sağlık bakanlığı bütçesi üzerine de çalışıyor ve yazılar yazıyor. Yazı ve makalelerini Bianet haber sitesinde ve Toplum ve Hekim dergisinde bulabilirsiniz.
Siyasi Haber: İlk olarak bütçenin geneli hakkında bir sorumuz olacak. 2026 Genel Bütçesi’nin kaynağına ve harcama kalemlerine bakarak önümüzdeki yıl sömürünün, başka bir deyişle yoksulluğun artacağını söyleyebilir miyiz?
Onur Hamzaoğlu: Sorunuza doğrudan yanıt vermeden önce kısa bir açıklama yapmak, “genel bütçe nedir?” sorusuna yanıt vermek istiyorum. Eğer sizin için de uygunsa?
Bilindiği gibi, Türkiye’de bütçe, esasında bir yasadır. Kamuoyu ve yetkililer tarafından “bütçe”, “genel bütçe” ya da “… yılı bütçesi” olarak adlandırılmakla birlikte, açık adı “… Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası”dır. Diğer yasalardan farklı olarak geçerlilik süresi bir yılla sınırlıdır.
Bununla birlikte kapitalist ülkelerin tümünde bir bütün olarak bütçe, sınıf mücadelesinin durumunu ortaya koyabilen önemli bir göstergedir. Çünkü genel bütçe, o ülkede toplumsal kaynağın nasıl (kimlerden ve ne kadar alınarak) oluşturulacağının ve toplumsal kaynağın nasıl (kimler için, hangi alanlara) dağıtılacağının / harcanacağının kararının somut ifadesidir. Diğer bir ifadeyle bütçe, bu kararın yasaya dönüştürüldüğü, söz konusu “karara” toplumsal meşruiyetin yanı sıra hukuksal meşruiyetin de sağlandığı bir belgedir.
Tarihsel olarak da kanıtlandığı gibi, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini yükselttiği dönemlerde, kapitalist ülkelerin genel bütçe gelirlerinin / kaynağının önemli bölümünü kâr, faiz, rant ve mülkiyetten alınan vergiler oluştururken, bütçe harcamalarında da toplumsal hizmet sunum alanları (sağlık, eğitim, konut, ulaşım vb.) için ayrılan pay büyümekte, “devlet sosyalleştirilmekte”dir. Tersi dönemlerde ise genel bütçenin ana kaynağını maaş ve ücretlerden alınan vergilerle dolaylı vergiler oluştururken, bütçenin kullanımında toplumsal alana yönelik harcamaların önemli bir bölümü kısıtlanmaktadır. Böylece sağlık ve eğitim gibi alanlar toplumsal bölüşümün emekçiler lehine yeniden düzenlendiği alan olmaktan çıkartılmakta, devletin sosyal içeriği olabildiğince daraltılmakta / zayıflatılmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı, merkezi bütçe kanunu tekliflerinde ret ve iadeler hariç olmak üzere tahmini toplam bütçe gelirini 2026 yılı için 17 trilyon 923 milyar 805 milyon 243 bin TL olarak açıkladı. Bu rakam 2025 yılı için 14 trilyon 202 milyar 334 milyon 938 bin TL idi. Enflasyon dikkate alınmadığında bütçe gelirinde hedeflenen artışın bir önceki yıla göre yüzde 20,26 olduğu görülüyor. Benzer biçimde, 2026 yılı vergi gelirlerinde bir yıl öncekine göre hedeflenen artış oranının yüzde 22,31 olduğu da görülüyor. Bununla birlikte, kurumlar vergisi (işletmelerin / patronların açıkladıkları net kârlarından alınan vergi) için hedeflenen artış oranının yalnızca yüzde 1,9 olduğu, ancak gelir vergisi (maaş ve ücretlerden alınan vergi) için hedeflenen artış oranının ise yüzde 39,55 olduğu ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanlığının bu tercihiyle 2026 yılında bir önceki yıla göre emekçilerin ücretlerinden, maaşlarından alacağı toplam gelir vergisini patronlardan alacağı vergiye göre yaklaşık 21 kat daha fazla artırmayı hedeflediği izleniyor.
AKP hükümetleri, yıllardır bütçe tekliflerinde kurumlar vergisinin gelir ve kazanç vergisi içindeki payını önemli ölçüde azaltma, patronları neredeyse vergiden azade kılma eğilimindedir. Gelir ve kazanç üzerinden alınan vergiler içindeki kurumlar vergisinin payı 2024 yılı için yüzde 52, 2025 yılı için yüzde 44 ve 2026 yılı için yüzde 33 olarak hedeflenmiştir. İşletmelerin / patronların net kârından alınacak verginin gelir ve kazançlar üzerinden alınacak toplam vergi içindeki payı azaltılırken bunun tam tersi durum işçilerin, emekçilerin maaş ve ücretlerinden alınan vergilerde yaşanmaktadır. İşçiler ve emekçilerden her yıl daha fazla, daha daha fazla gelir vergisi alınmaktadır. Örneğin işçi ve emekçilerin ödediği gelir vergisinin toplam gelir ve kazançlar üzerinden alınan vergi içindeki payı 2024 yılında yüzde 48, 2025 yılında yüzde 56 ve 2026 yılında yüzde 67 olarak hedeflenmiştir. Bu tutum sınıfa saldırının yeni bir aşaması olarak değerlendirilmelidir.
Bu rakamların da ortaya koyduğu bilgiye göre, sorunuzun tartışmasız yanıtı, maalesef “evet”! İktidar, 2026 yılında ücretlerden, maaşlardan alacağı vergileri artırarak sömürü oranını artırmış olacak. Gelir daha da düşeceği için yoksulluk da yoksulların sayı ve oranı da 2026 yılında artacak.
SH: Gerçekten çok çarpıcı bir tespit. İzninizle Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerine değerlendirmelere geçelim. Sağlık Bakanlığı bütçesini öncelikle toplum sağlığı ve koruyucu/önleyici sağlık hizmetleri açısından değerlendirir misiniz? Bu yıl en acı tablolardan biri bebek ölümleri oldu. Bu durumu da dikkate alarak bütçeyi nasıl yorumluyorsunuz?
O. Hamzaoğlu: Toplumların sağlık düzeyini ortaya koyan en önemli göstergelerden biri bebek ölüm hızıdır. Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2024 yılında Türkiye’de doğan her bin bebekten 8,9’u birinci doğum gününü göremeden hayatını kaybetmiştir. Başka bir ifadeyle 2024 yılında Türkiye’de bebek ölüm hızı binde 8,9’dur. Bununla birlikte, 12 bölgeden beşinde bebek ölüm hızı Türkiye ortalamasının üzerinde, yedisinde ise altında bir değere sahiptir.
Dünya genelinde, bölgeler arasındaki refah, kalkınma, eğitim vb. alanlarındaki eşitsizliklerin sağlıkta da eşitsizliklere yol açtığı bilimsel araştırmalarla da gösterilmiştir. Türkiye’de de benzer bir durum söz konusudur. 2024 yılında bebek ölüm hızı, en düşük (en iyi) olduğu bölgede binde 5,8, en yüksek (en kötü) olduğu bölgede de binde 13,6’dır. Bu bilgiye göre, 2024 yılında bebek ölüm hızının en düşük olduğu bölgedeki her 10 bebek ölümüne karşılık, bebek ölüm hızının en yüksek olduğu bölgede 24 bebek ölmüştür. Türkiye’de bebek ölüm hızının en düşük olduğu bölge neredeyse hemen her yıl değişiyor olsa da en yüksek olduğu bölge maalesef değişmemektedir; Kürt yurttaşların en yoğun yaşadığı illerin yer aldığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi. Özetle 2024 yılında Türkiye genelinde ortalama olarak bin canlı doğan bebekten dokuzu, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de 14’ü birinci doğum gününü göremeden hayatını kaybetmiştir. Oysa bu ölümlerin önemli bir bölümü engellenebilir, pisi pisine ölümlerdir.
Türkiye’de 2024 yılı boyunca toplam 937 bin 559 canlı doğum gerçekleşmiş, bu bebeklerden 8 bin 475’i birinci doğum gününü göremeden hayatını kaybetmiştir. Eğer bölgeler arasındaki sosyoekonomik farklılıklar giderilebilseydi, bebek ölümlerinin yaklaşık yüzde 35’i engellenebilecekti. Bu hesaplamaya göre, 2024 yılında ölen 8 bin 475 bebekten en az 2 bin 452’si hayatta olabilecekti. Bu vahim durumunun ortaya çıkması rastlantısal değil, maalesef yıllardır uygulanmakta olan ekonomik ve sosyal politikaların bir sonucudur. Başka bir ifadeyle hükümetlerin siyasal tercihleri sonucunda ortaya çıkmıştır.
Başta eşitlikçi ekonomik ve sosyal politika uygulamaları olmak üzere, sağlık sisteminde ve hizmet sunumunda yapılacak toplum yararına düzenlemelerle bu ölümlerin önüne geçecek yeni bir siyasi irade bir an önce gösterilmelidir. Bu kapsamda, yalnızca bir başlık altında, bebek ölümleri üzerinden kısaca değindiğim Türkiye’nin toplumsal sağlık sorunlarının daha da artmaması, azalabilmesi için 2026 yılı genel bütçesinin gelir kaynakları ve gider alanları 2025 yılı genel bütçesinden farklı olarak toplumdan yana tercihlerle yeniden belirlenmelidir. Tabii ki bu taleplerimiz iktidarın lütfuyla gerçekleşemez. Yaşayabilmek için çalışmak zorunda olanların hep birlikte toplumsal ve siyasal mücadelesiyle gerçekleşebilir.
SH: 23 yıllık AKP iktidarında sağlığın piyasalaşması / özelleştirilmesi özel olarak uygulanan bir politika oldu. 2026 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi sağlıklı bir Türkiye için yeterli mi?
O. Hamzaoğlu: Sağlık Bakanlığı 2026 yılı bütçesi için 2025 yılına göre önerilmiş olan artış (yıllık enflasyon oranı dikkate alındığında) yalnızca yüzde 6,0’dır. Bütçe artışındaki söz konusu sınırlılık, bakanlık tarafından sunulmakta olan hizmetlerde önemli kısıtlılıklara hatta gerilemelere neden olabilecek düzeydedir. 2026 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesinden kişi başına sadece toplam 16 bin 335,3 TL ayrıldığı görülmektedir. Bakanlık bütçesinden sağlık emekçilerine ödenecek maaş ve ücretlerle SGK devlet primi gideri ödemeleri çıkarıldıktan sonra, doğrudan sağlık hizmetlerine harcanmak üzere kişi başına yalnızca 5 bin 631,5 TL kalmaktadır. Günümüz fiyatlarıyla, bu parayla yalnızca 375 adet 200 gr’lık ekmek ya da 9,5 kg kıyma ya da 7 adet grip aşısı satın alınabilmektedir.
Programlar itibarıyla, Sağlık Bakanlığı 2026 yılı toplam bütçesinin yalnızca yüzde 27,54’ü (406 milyar 255 milyon 829 bin TL) koruyucu sağlık hizmetleri için ayrılırken, kişi başına ise yalnızca 4 bin 499,3 TL düşmektedir. Bakanlık bütçesinden sağlık emekçilerine ödenecek maaş ve ücretlerle SGK devlet primi gideri ödemeleri çıkartıldıktan sonra, doğrudan koruyucu sağlık hizmetleri programı için kişi başına ayrılan yalnızca 2 bin 476,9 TL’dir.
Koruyucu sağlık hizmetleri için ayrılan kişi başına düşen parayla genel olarak üç doz yapılması gereken HPV aşısının tek dozu bile satın alınamamaktadır. Oysa, Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre rahim ağzı kanserinden koruyuculuğu yüzde 90’a kadar yükselmiş olan HPV aşısı, 147 ülkede genişletilmiş bağışıklama programı kapsamında yani parasız olarak bütün çocuklara uygulanmaktadır. Bizde de hem görevdeki hem de önceki Sağlık Bakanı “HPV aşısının Türkiye’de de genişletilmiş bağışıklama programına” alınacağı sözünü verdiler. Ancak bugüne kadar bu sözler tutulmadı. O nedenle günümüz Türkiye’sinde çocuğuna sadece bu aşı için en az 12 bin TL ayırabilen ve konu hakkında bilgisi olup tercihini bu yönde kullanan ailelerin çocukları bu aşıya ulaşabilmektedir. TTB olarak defalarca söyledik, bir defa daha söylüyoruz; HPV aşısı daha fazla zaman geçirmeden genişletilmiş bağışıklık programına dâhil edilmelidir.
Bu verilerden de hareketle, Sağlık Bakanlığı’nın 2026 yılı bütçesindeki payı yüzde 15’in altında olmayacak şekilde artırılmalıdır.
SH: Son bir soru; bir yandan özel sağlık kuruluşlarına bütçeden yapılan ödemeler, diğer yandan şehir hastaneleri ihaleleri ile sermayeye aktarılan kaynaklar… Sağlık Bakanlığı bütçesinden şehir hastaneleri için ne kadar para harcanıyor?
O. Hamzaoğlu: Bilindiği gibi AKP hükümetleri, TTB başta olmak üzere, sağlık emek ve meslek örgütlerinin bilgilendirmesi sonucunda kamuoyunda yükselen tepkiler karşısında geri adım atmak zorunda kalıp şehir hastanelerinin kamu özel işbirliği (KÖİ) kapsamında inşa edilmesinden ve işletilmesinden bir süre önce vazgeçti. Artık şehir hastanelerinin bir bölümü diğer Sağlık Bakanlığı / devlet hastaneleri gibi bakanlık tarafından inşa edilmekte ve işletilmektedir. Bu nedenle tedavi edici sağlık hizmetlerinde şehir hastanelerine ödenen kira ve işletme bedellerinin payı yıllar içinde azalmaktadır. Buna rağmen tahminen 18 şehir hastanesini inşa eden ve işletmekte olan şirketlere, bakanlığın 2026 yılı bütçesinden, 2025 yılı ödemelerine göre yüzde 30’dan fazla bir artışla, en az 136 milyar 148 milyon 659 TL kira ve hizmet alım bedeli olarak ödenecektir. Böyle uygulamalardan 2026 yılından itibaren vazgeçilmelidir. Şehir Hastaneleri için yapılan sözleşmeler feshedilmeli, kira ve hizmet bedeli ödemeleri sonlandırılmalıdır. Şehir Hastaneleri herhangi bir ödeme yapılmadan Sağlık Bakanlığı’na devredilmelidir. İlgili sözleşmeler ve mevzuatın böylesi bir uygulamaya cevaz verdiği bilinmektedir. Bu konudaki tutum yalnızca siyasi tercihe dayalı olacaktır.
SH: Çok teşekkür ederiz hocam. Bir dilek ile bitirelim: Sağlıklı günler için hep birlikte birleşik mücadeleye!
