Yazının başlığı bir alıntı. Ona geleceğim. Fakat merakla beklediğimiz Öcalan’ın silah bırakma çağrısı nihayet geldi. Kendi imzasıyla 27 Şubat’ta okunan çağrıda Öcalan örgütü [kendini] feshetme kongresi toplamaya ve silahları bırakmaya çağırdı. PKK hızlı bir cevapla bu çağrının içeriğine tamamen katıldıklarını ve kongreyi toplamaya hazır olduklarını beyan etti.
Çağrı Kürt tabanında farklı karşılıklar buldu. Şaşıranlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, üzülenler, beklentilerinin karşılanmadığını düşünenler de oldu, gayet normal ve sürpriz olarak görmeyenler de. Fakat özellikle sevinen kimseye henüz rastlamadım. İlginç biçimde Türk halkı da bu çağrıyı büyük bir sevinçle karşılamadı, sokaklara akmadı. Olduysa da bu pek yansımadı. Oysa ki pek çok acıya mal olmuş büyük bir silahlı çatışmanın tamamen sonlanmasına dair çok büyük bir imkan ortaya çıkmış olmasına rağmen, en ufak bir “başarıda” bile çılgınca sokaklara dökülen Türk halkı bu refleksi bu kez nedense göstermedi. Demek barışa daha çok adım var, kimse henüz tam olarak sevinemediğine göre, kaygılar yaşanmaya devam ettiğine göre…
O günler de belki gelir, herkesin kucaklaştığı günleri de bir gün görürüz. Fakat bu çağrı, çözüm sürecini yürütenlerin şimdilik ihtiyacını karşılamış gibi görünüyor. Biraz daha ayrıntılara bakalım.
“Öcalan öyle bir çağrı yapmaz”
Bu kimin çözüm süreci sorusuyla yayınladığım daha önceki bir yazımda, ana akım medyada çok konuşulmayan bir tezi öne sürmüştüm. Bu yazıya çok değerli ve olumlu tepkiler aldım. Aynı şeyi tekrar edecek değilim, fakat Öcalan’ın çağrısıyla birlikte o tezin daha da kuvvetli hale geldiğini ve nedenlerini anlatarak başlamak istiyorum.
Birincisi, yazının başlığına da taşıdığım cümle. Bu cümle YPG genel komutanı Mazlum Abdi’ye ait. Abdi, gazeteci Amberin Zaman’la yaptığı bir röportajında “Öcalan YPG’ye silah çağrısı yaparsa nasıl karşılarsınız?” sorusuna başlıktaki cevabı vermişti. “Öcalan öyle bir çağrı yapmaz”. Ve Öcalan öyle bir çağrı yapmadı. Çözüm sürecinin en önemli konusu olmasına rağmen tarihi önemdeki çağrıda bunun hiç anılmamış olması, bu süreci Türkiye’nin devlet aklının başlatmış olmadığının, tersine uluslararası aktörlerin inisiyatifi ile başlayan bir süreç olduğunun en güçlü göstergesi. Ve bunu Mazlum Abdi’nin çok önceden dile getirmiş olması, bu sürecin doğrudan içinde yer alan uluslararası aktörlerden edindiği enformasyon ile doğrudan ilişkili olmalı.
Fakat yine de şunu belirtmem gerek. Her ne kadar PKK’nin silah bırakması karşısında Türkiye’nin Suriye ve Rojava’nın geleceği konusundaki “kaygıları” giderilmiş gibi görünse de, Türkiye’nin bu konudaki ısrarından vazgeçtiği ve yeni politik hamleler yapmayacağı anlamı çıkmaz. Tersine, bu çerçevede örneğin ilerleyen aylarda Salih Müslüm veya Rojava’lı bir başka isimin, İmralı Adasında Öcalan’ı ziyaret etmesinin olanakları bile ortaya çıkabilir.
İkincisi, uluslararası aktörlerin bu süreçteki varlığına dair bir diğer işaret, İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder’in çağrı sonrası katıldığı ilk canlı TV röportajında bilerek ya da istemeyerek ifade etmiş olduğu şu cümleler oldu. Önder bu sürece “güç ve kuvvet veren ülkeler” olduğunu söyledi: “İlk aşama başarıyla tamamlandı. Kıymetli olan, stratejik olan, hayati olan, en önemli kısmı burasıydı. Çünkü herkes bir irade beyanında bulundu. PKK irade beyanında bulundu, sayın Öcalan irade beyanında bulundu. Güç kuvvet veren ülkeler irade beyanında bulundu. Devlet, hükümet nasıl karşılayacağına dair irade beyanında bulundu ”. Heyetin resmi bir üyesinin ağzından ilk kez, bu sürece destek veren bir takım ülkelerin olduğu bu şekilde anlaşılmış oldu.
Üçüncüsü, uluslararası toplumun Öcalan’ın çağrısına gösterdiği olumlu reaksiyon da bu noktada daha çok anlam kazandı ve bu sürecin bir parçası olduklarını gösterdi. ABD, AB, Almanya, Birleşmiş Milletler, İsrail, Fransa vb. çok sayıda devlet, resmi düzeyde açıklama yaptı ve bu çağrıyı memnuniyetle karşıladıklarını söyledi. Bu ülkeler arasında özellikle ABD’nin yapmış olduğu açıklama diğerlerinden biraz daha farklı bir anlam ve öneme sahip, çünkü bu sürece yükledikleri önem ve sürecin neresinde durduklarına dair ipuçları barındırıyor. Beyaz Saray yetkilisi Brian Hughes şu açıklamayı yaptı: “Bu önemli bir gelişme ve bunun ABD’nin kuzeydoğu Suriye’deki IŞİD karşıtı ortakları konusunda Türk müttefiklerimizi yatıştırmaya yardımcı olacağını umuyoruz. Bunun bu sorunlu bölgeye barış getirmeye yardımcı olacağına inanıyoruz”. ABD’nin bu sürecin sonunda Türkiye’nin PYD, YPG ve Rojava konusunda agresif söylem ve politikalardan vazgeçmesini beklediği gayet açık. Bu da yeni çözüm sürecinin Ortadoğu’nun yeniden dizaynında Rojava ve Suriye etabının başarılı bir şekilde tamamlanmasını isteyen uluslararası aktörlerin tasavvurlarıyla örtüşmektedir.
Çağrıya olumlu tepki gösteren ülkeler, oysa, benzer biçimde Öcalan’ın 2013 yılında Newroz’da okunan ve “silah ve şiddet zamanı değil, demokratik siyaset zamanıdır” çağrısı sonrası aynı tepkiyi göstermemişti. Bu müdahillik de sürece uluslararası aktörlerin dahil olduğunun önemli bir göstergesi. Bu olumlu refleksin yeni çözüm sürecinin selameti açısından oldukça hayati olduğunu da mutlaka söylemem gerekir. Bu müdahilliği sıradan veya zaten başka türlüsü beklenemezdi şeklinde açıklamak eksik kalır. Şöyle ki, başta ABD olmak üzere açıklama yapan ülkeler bu sürecin adı konulmamış “gözlemcisi” ve “garantörü” olarak görülebilir artık. Bu da, “Atılan somut adımları ve yapılan somut çağrıları gördük, sürecin takipçisiyiz, kurucu ve bozucu tarafların kimler olduğunu söyleyebilecek durumdayız” anlamına gelir.
Anakronik bir çağrı metni
Öcalan’ın çağrı metni kimi yönleriyle eleştiriye açık. Bunlara değinmeden evvel, bu çağrının hakkını teslim etmek gerekir. Bu çağrıda Öcalan, gerek uluslararası aktörlerin önerileri gerekse kendi gözlem ve okumalarıyla, önemli bir tehlikenin önünü kesmeye çalışıyor. Devletsiz halkları ve Ortadoğu’da yeni bölgesel düzene entegre olamayan güçleri soğuk savaş yapılarının sistem dışına atıldığını Gazze örneği üzerinden okuyan Öcalan, Kürtleri ve PKK’yi bir bakıma kurtarmak istiyor. Çağrı metninin son paragrafı bu gerçeği ifade etmesi bakımından oldukça önemli. PKK’nin varlığının zorla ortadan kaldırılamadığını, fakat bunun mevcut Ortadoğu koşullarda artık olası olduğunu öngörmesi veya önceden bilmesi sayesinde Öcalan PKK’ye toptan tasfiyeye uğramadan gönüllü olarak kendini feshetme çağrısında bulunuyor. Bu kararın tarihsel sorumluluğunu da kendisinin üstlendiğini tüm örgüte beyan ederek “bana güvenin” çağrısı yapıyor.
Çağrı metni, tarafların karşılıklı imza attıkları bir antlaşma metni değil. Tersine birtakım müzakereler neticesinde PKK’ye nasıl bir çağrı yapılacağına dair Öcalan ile Türkiye devletinin üzerinde uzlaşma sağladıkları bir çağrı metni. Dolayısıyla bu metin, Kürt meselesinin çözümüne dair kapsamlı sonuçlar çıkarmak için yeterli değil. Çünkü bu nihayetinde savaş yürütenlerin, savaşı ve şiddeti sonlandırmaya dair kendi aralarında vardıkları bir uzlaşı. Bu çağrı metninin dışında aylardır süren görüşme ve müzakerelerin tutanaklarının da olduğunu unutmamak ve zapta geçen bu konuşmaların asıl Kürt meselesinin çözümüne dair bilgiler taşıdığını akılda tutmak gerek.
Bunu sadece Öcalan’a ait bir metin olarak da göremeyiz. Öyle olsaydı bir sayfalık bir çağrı metni için aylarca müzakereler yürütmeye gerek olmazdı, daha hızlı ve kısa sürede Öcalan bunu tek başına ve kendi istediği biçimde yazabilirdi. Kurulan cümleler ve seçilen kelimelerden de her bir paragrafın kime ait olduğunu yorumlamak mümkün. Örneğin, “kültüralist” ve “idari özerklik” kavramlarının geçtiği en tartışmalı paragraf çok açıktır ki, Öcalan’a ait olmayan, devletin olmasını istediği bir paragraf. Çünkü Öcalan’ın sayfalar dolusu literatüründe “kültüralist” kavramı hiç geçmez. Öcalan idari özerklikten de bahsetmez, tersine demokratik özerklikten bahseder. Türkiye tarafı bu kavramsallaştırmayı hep “idari özerklik” olarak kendi diline tercüme etmeyi tercih etmiştir. Bu ve benzeri metne içkin pek çok başka örnek göstermek mümkün.
Sırrı Süreyya Önder’in yazılı metin okunup bittikten sonra sözlü olarak paylaştığı cümleler bu çağrının “mütemmim cüzi” olarak görülse de bunun yanında başka anlamlar da barındırıyor. İmralı’da görüşmelerin eşitsiz koşullarda yürüdüğüne dair oldukça önemli bir ipucu veriyor. O cümlenin metinde neden yer bulamadığını Önder teknik nedenlerle açıklıyor ve Öcalan’ın son anda bu cümleyi de eklemesini istediği şeklinde açıklıyor. Fakat her bir cümlesi, noktası ve virgülü aylarca ve haftalarca hesap edilen bir açıklamada son anda Öcalan’ın aklına böyle bir cümle gelmesi ve bunu not olarak ekletmek istemesi, bu kadar ince elenip sık dokunan bir sürecin hassasiyetiyle pek uyuşmuyor. Ben bunu, süreci yürütenlerin bu cümlenin metne girmesine izin vermemesine bağlıyorum. Benzer biçimde, PKK tarafının da bu çağrının videolu olmasını talep etmesine ve aksi durumda yazılı açıklamanın kabul edilemeyeceğini söylemesine karşın bu talebin de devlet tarafından görmezden gelip kendini dayatmasıyla ilişkili.
Herkes gibi ben de çağrı metninde en tartışmalı paragrafın, Kürt meselesinin çözümüne dair modellerin sıralandığı ve bunların artık geçerli olmadığını söyleyen paragraf olduğu kanısındayım. Burada geçen ulus-devlet, federasyon, idari özerklik, kültüralist yaklaşımların tarihsel toplum gerçekliğiyle uyumlu olmadığı pek çok açıdan tartışmalı. Birincisi, bu modellerin hiçbiri Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için bir uygulama şansı bulamadı, dolayısıyla hiç denenmemiş bir modelin uygun olup olmadığı hakikat değil, sadece bir varsayım olabilir. Kaldı ki bu modellerin uygulandığı, çatışmaları sonlandırdığı tarihsel ve güncel pek çok örnek var. Peki bunlar değilse alternatif nedir sorusunun cevabı sadece “demokratik toplum” ve daha fazla demokrasi oluyor bu metinde.
Bu tespit ile Kürt meselesinin çözümünde bir paradigma değişikliğinin gündemde olduğunu söylemek pekala mümkün. Bunun gerekçelerini belki Öcalan’ın PKK kongresine sunması beklenen sunumunda -şayet kamuoyu ile paylaşılırsa- okumak, görmek mümkün olabilecek. Kürt meselesinin çözümü için bu modelleri herhangi dışsal bir gücün ya da “kapitalist modernite” güçlerinin değil, bizzat Öcalan’ın kendisinin teorik olarak geliştirdiğini ve zamanla değiştirip revize ettiğini hatırda tutmakta fayda var. PKK’nin ilk yıllarında Kürdistan’ın bir sömürge olduğu tezinden hareketle “bağımsızlık” teorisi yapan da Öcalan ve PKK idi; 2000’lerden sonra demokratik özerklik teorisini yapan da Öcalan ve PKK. Şimdi hangi sebepler yeni bir paradigmaya geçişi gerekli kıldı?
Yeni paradigma kavramını kısa bir hatırlamakta fayda var. 22 Ekim’de Ömer Öcalan’ın adaya yaptığı ilk ziyaret sonrası yapılan çok kısa açıklamada Öcalan, “Erdoğan ve Bahçeli’nin güç verdiği yeni paradigmaya kendisinin katkı koyacağını” söylemişti. Buradan yeni paradigmanın Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan dışında birileri tarafından geliştirilmiş olduğu anlaşılıyor -öyle ya, Öcalan kendi paradigmasına neden katkı koysun ki?- ve bunun ne olduğunu ise çağrı metninde buluyoruz. Bireysel haklar ve özgürlükler alanını kapsayan ve daha fazla demokratikleşmeyi öngören yeni bir yaklaşım.
Bu yeni paradigmayı kimin geliştirdiğini şimdiden söylemek güç, fakat bunun teorik izlerini aslında ünlü Alman düşünür Jürgen Habermas’a dayandırmak mümkün. Öcalan’ın İmralı savunmalarında da sık sık Habermas’a referans verdiğini bir not olarak belirtmekte fayda var. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Habermas, kollektif hakların kullanımı konusunda çokkültürcülük politikaları ve uygulamalarının yerine alternatif olarak cumhuriyetçi değerleri koyan ve liberal devlet anlayışıyla birlikte bireysel hakların genişletilmesini savunan bir perspektifi savunur. Ona göre, iyi işleyen liberal demokratik bir siyasal düzende bireylerin hakları garanti altında olur ve bu sayede kolektif hakların kullanımı da garanti altına alınmış olur. Dolayısıyla Kürt hareketinin bundan sonraki çözüm arayışının devleti demokrasiye duyarlı hale getirmekten, ya da devlet+demokrasi formülünden, devleti demokratikleştirmeye yönelen bir toplumsal mücadeleye doğru evrileceğini; kollektif hakların yerine bireysel hakların kullanımına ilişkin engellerin ortadan kaldırılmasıyla Kürt meselesinde çözüm arayışlarının devam edeceğini söylemek mümkün.
Metin, iki yönüyle anakronik ve zamanın ruhunu yansıtamıyor.
Birincisi, çağrı metni, Türkiye’nin son on yıldır AKP-MHP iktidarının yürütmüş olduğu otoriterleşme sürecini yansıtmıyor. Ya da bunun yansıtılması istenmiyor. Bunu Öcalan gözetiyor olabilir, fakat çağrı metni sanki bu dönem yaşanmamış gibi konuşuyor. Türkiye’nin son on yılda, demokrasi, insan hakları, adalet, özgürlük gibi temel konularda yaşamış olduğu büyük gerileme ve kayıplar metinde ifadesini bulamıyor. Birinci paragrafta ifade edilen, Kürtlerin varlığının inkarına dayalı siyasetin 90’larla birlikte değişime uğramasına paralel ifade özgürlüğü yönünde pozitif gelişmelerin günümüzde de devam ettiği varsayılıyor. Oysa sadece son on yıldır yaşanan savaş ve şiddetin inkarı da aşıp imhaya dönüştüğü, ifade, düşünce ve basın özgürlüğünde amansız bir sansür döneminin yaşandığını bizatihi PKK, Kürt siyaseti de dahil olmak üzere tüm muhalefet güçleri dile getiriyor. Bu açıdan son on yılda yaşananların ve olumsuz değişimlerin paranteze alındığı bu metin yazıldığı dönemi yansıtmıyor ve bu nedenle anakronik kalıyor.
İkincisi, özellikle silahlı mücadelenin ve şiddetin meşruiyet zemininin 90’lı yıllarla birlikte bittiğini tespit etmesi nedeniyle de bu çağrı metni anakronik kalıyor. 90’larla birlikte bu koşullar ortadan kalktıysa bu metinin 2025 yılında değil, 90’larda yazılmış olması gerekirdi. O dönemde yazılmış olsaydı belki çok daha büyük sonuçları bile olabilirdi. Fakat 35 yıl boyunca silah bırakmak için kimin neyi niye beklediğini nve silahların neden konuşmaya devam ettiğinin de makul bir açıklamasını yapmadığı için bu metin anakronik kalmaktadır.
Sonuç olarak, bu çağrıyla birlikte Öcalan, Türkiye siyaseti için yeni bir dönemin başlamasının ilk büyük adımını attı ve tarihsel bir sorumluluğu yerine getirdi. Önemli olan şimdilik bu. Esas mesele bundan sonra adım atma sırası olanların harekete geçmesi ve gerekli adımları atmaya başlaması, böylelikle bu sürecin ayakta kalması. Barış ve çözüm sürecini bisiklet sürmeye benzeten Jonathan Powell, bisikletin ayakta durması için sürekli pedal çevirmenin gerekli olduğunu söyler. Evet ayaklar şimdi pedalda basılı ve pedalın hızlı biçimde çevrilmesi gereken bir süreçteyiz.