Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Ömer Güngör SYKP kurucularından Mahir Sayın’a, Ortadoğu’da İsrail-İran gerilimiyle artan çatışmalar karşısında, PKK kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan’ın çözüm önerilerine, bu bağlamda demokratik toplum, konfederalizm ve sosyalizm modeline ilişkin görüşlerini sordu. Ancak Sayın’ın değerlendirmelerine MA’da yine kısaltılmış haliyle ve sorular da kısmen değiştirilmiş olarak yer verildi. Biz Ömer Güngör’ün ilk sorularını ve aynı zamanda Siyasi Haber’ in de yazarlarından olan Mahir Sayın’ın verdiği cevapları eksiksiz yayımlıyoruz. – SH
“Emperyalistler arası paylaşım gerginliklerinin ortasında yer alan Ortadoğu’da, bölgesel hegemonya gerilimlerinin de katkısıyla oluşan durum bitmez tükenmez bir gerilim ve savaş ortamı yaratmaktadır… Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik konfederalizm, bölge halklarının barışa ve refaha kavuşabilmeleri için tek seçenek gibi durmaktadır. Zaten başka hiçbir barışçıl proje de ortada yoktur.”
“Demokratik Sosyalizm ve konfederalizm tüm bir kapitalist sistemin düşman olacağı bir seçenek oluşturmaktadır… Ama insanlığın kapitalizmin yarattığı yabancılaşmadan ve hatta yok oluştan kurtuluşu da ancak bu projenin başarıya ulaşmasıyla mümkündür.”
4 Nisan 1949 tarihinde kurulan NATO, Afganistan müdahalesi ile ilk defa Ortadoğu’ya fiili bir müdahalede bulundu. Bugünkü İran-İsrail arasındaki mevcut çatışmaya kadar uzanan bu müdahale tarihsel olarak mezhepsel gerilimler ve küresel güçlerin vekâlet savaşlarıyla şekillenmeye devam ediyor. Bu savaşlara dair birçok teorik tartışma yürütüldü. Sizce bu savaşlar, Ortadoğu’daki kapitalist hegemonya mücadelesinin bir sonucu olarak mı derinleşiyor, yoksa başka yapısal faktörler de var mıdır?
Ortadoğu’nun küresel açıdan önemi antik çağlardan beri devam edegelir. Bu zıtlaşmaların yarattığı dinsel, mezhepsel ve ulusal çelişkiler kapitalizmin yarattığı yeni çelişkilerle iç içe geçmiş olarak yaşamaya devam etmektedirler. Ancak 20. yüzyılın başından beri domates yetiştirmek değil de petrol çıktığı için bu stratejik önem yeni bir stratejik düzeyde ekonomik anlam kazanmıştır. Bölgenin başına gelenlerde şimdiki esaslı neden petrol kaynaklarının aşağı yukarı yüzde 50’sine ve gaz rezervlerinin de yüzde 40’ına sahip olmasıdır. Enerji bütün kapitalizmin damarlarında akan kan gibidir. Bu rezervlerin paylaşımı küresel büyük güçlerin olduğu kadar bölgesel hegemonya peşinde olan bölge ülkelerinin hepsi açısından da son derecede önemlidir. Akdeniz havzasının gaz zenginliği de yeni bir bölgesel hegemonya kavgası faktörünü işin içine dahil etmiştir.
Buna ek olarak İsrail devletinin bölgede emperyalizmin bir ileri karakolu olarak kurulmasının ardından bölgenin stratejik matriksine İsrail’in güvenliği de yeni bir faktör olarak girmiş bulunuyor.
Elbette sorun sadece emperyalist ülkelerin bölgeyi paylaşma kavgası ile sınırlanmıyor. Aynı zamanda bölgesel güçler arasında da (Türkiye- Suudi Arabistan-Mısır-İran) bir bölgesel hegemonya kavgası emperyalistler arası paylaşım kavgasına eklemlenmiş olarak devam ediyor ve bu kavga petrol ve gaz temel enerji kaynağı olmaya devam ettiği müddetçe sürecektir. Yani mevcut siyaset matriksi aynı kaldığı müddetçe, bölgemize aşağı yukarı bir kırk yıl daha huzur yok demektir. Zira ancak 2050’de, fosil yakıtların (petrol, gaz, kömür) enerji karışımındaki payının yüzde 20’ye düşmesi, yenilenebilir enerjinin yüzde 65-70, nükleer ve hidrojen enerjisinin ise yüzde 10-15 civarında bir payı olacağı bekleniyor.
IMEC enerji hattı projesi, Ortadoğu’daki savaş stratejilerinde nasıl bir rol oynuyor? İran’a dönük bu saldırı ile ilişkisi var mı ve İsrail’in güvenliği neden bu hattın merkezinde yer alıyor?
IMEC (Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru) projesi, Çin’in İpek Yolu’na (BRI) karşı ABD, AB ve Hindistan’ın öncülüğünde geliştirilen, haliyle Türkiye’yi de içine alan bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. IMEC, Çin’in Asya, Afrika ve Avrupa’daki ekonomik etkisini sınırlamayı ve Batı’nın Ortadoğu ile Hindistan’ı merkeze alarak yeni bir ticaret ekseni oluşturmayı amaçlıyor. Esasında her iki proje de iki büyük emperyalist blokun birbirine karşı oluşturmuş olduğu girişimlerdir. Küresel anlamları büyük olan bu iki projenin çatışmasının en yoğunlaştığı alanı da Ortadoğu oluşturmaktadır. Esasında bu girişim dünyanın paylaşımında ABD tarafından yürütülmüş olan Genişletilmiş Ortadoğu projesinin bir tür tamamlamasıdır ve bölgedeki ABD-İsrail saldırılarının da gerekçelerinden birini oluşturur. İran mevcut rejim dolayısıyla IMEC’in dışında kalmakta ve başarılabilirse bu projeye dahil edilmek istenmektedir. İran’ın bölgesel hegemonya taleplerinin ve İsrail’le olan düşmanlığının yanında projeye dahil edilmesi de İsrail saldırısının bir nedeni olarak görülmesi gerekir.
Bu iki proje çatışması, özellikle Çin ve müttefiklerinin oluşturduğu ve şimdi üye sayısı ona çıkmış olan ŞİÖ’nün (Şanghay İşbirliği Örgütü – Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan,- Hindistan, Pakistan, İran, Belarus) dünya ekonomisindeki yeri yüzde 40’a ulaşan BRICS+’nın ( Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, + Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan, BAE) varlığı ABD açısından, tüm dünyaya ve özel olarak da Çin’e karşı uyguladığı tüm ambargo ve gümrük tarifeleri yükseltmelerine rağmen, dünya liderliğinin çok ciddi bir tehditle yüz yüze bulunduğu anlamına geliyor. Bu da ABD’nin başına geçmiş olan dengesiz başkanı iyice çıldırtmakta ve ABD’nin elindeki askeri gücü kullanarak eski hegemonyasını sürdürme adımları atmasına neden olmaktadır. İran savaşını tam olarak bu gelişmelerin bir eseri olarak görmek gerekir. Türkiye’nin durumu ise; her iki projenin de TC’yi içermesi dolayısıyla her ikisinden birden yararlanma temeline dayalıdır. Ancak birbiriyle bu kadar çatışan iki projeye birden yatırım yapmak TC açısından riskli bir kumar oluşturmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın 5 aşamalı analizine göre Ortadoğu nasıl yeniden dizayn ediliyor ve bu süreçte sıradaki ülke Türkiye mi?
SSCB’nin çöküşünün ardından dünyanın yeniden paylaşımının girişimlerinden biri olan ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gereğince Afganistan’dan Fas’a kadar rejim değişiklikleri “demokrasi getirmek”, “kitle imha silahlarını yok etmek”, ve “bölgeye barış getirmek” üzere Irak’ın işgaliyle başlayan bir dizi müdahale sürdürüldü. Bu müdahaleler ile, Irak, Libya ve Suriye hala bitmeyen bir kaosun içine sokuldu ve gaz ve petrol sahalarının sömürüsü garantiye alınmış oldu. Bizzat Erdoğan’ın kendisi bu geniş çaplı ABD projesinin EŞBAŞKANI olduğunu ilan etmişti. ABD’nin kendisine tanıdığı bu imtiyazı bölgesel hegemonya için kullanmaya çalışınca da, harekât alanı bizzat ABD tarafından sınırlandı. Bütün bunlardan TC’ye sadece dertler kaldı. Hala NATO üyesi olmaya devam eden Erdoğan yönetimindeki TC, ABD için yarattığı kimi sıkıntılara rağmen, hala düşman ülke sıralamasına sokulmadı. Erdoğan’dan sonra gelecek bir iktidarla ilişkileri zora sokmamak için olsa gerek, ABD, RTE’den duyduğu rahatsızlıkları onu düşman kategorisine iterek ele almak niyetinde olduğunu sanmıyorum. Zaten iki ülke arasındaki bölgesel hegemonya rekabetine dayalı bütün çelişkilere rağmen İsrail’le olan ilişkiler, Suriye talanına gelinceye kadar ılımlı olarak sürdürülmüştür.
TC tarafından Kürtlere saldırmak için bahane olarak öne sürülmüş olan İsrail-ABD desteği ile Kuzey Kürdistan’ı da kapsayacak, Rojhilat’tan Akdeniz’e kadar uzanan bir Kürt koridor devleti kurulacağı iddiası, Kürtlerin birleşik bir Kürdistan hakları olduğunu kabul etsem de, en azından içinde bulunduğumuz dönem açısından bana göre hiçbir somut kanıta dayanmamaktır.
Türkiye’nin hala Kürtlerin her türlü hakkını inkâr etme politikasını sürdürmesine karşılık bu temele dayalı bir çatışmanın, ABD ile TC arasında gelişmesi iki emperyalist blok arasındaki çelişkiler göz önünde tutulduğunda hiç muhtemel görünmemektedir. TC’nin ABD-İsrail bloku ile iş birliği içinde İran’la bir çatışmaya girmesi, Rusya ile olan ilişkileri ve Batı’da bulamayıp Çin’den beklediği sermaye transferi karşısında da uzak bir ihtimal olarak görünmektedir. Böyle bir projeye katılma ihtimali en azından Kürtlere karşı izlenen yok etme politikaları karşısında da zayıflamaktadır.
İran-İsrail gerilimine gelene kadar, hem her iki tarafın hem de Ortadoğu’da zuhur eden birçok savaşta tarafların ulus-devletçi yaklaşımlarının çözümsüzlüğü körüklediği yönünde tarihten beri birçok değerlendirme yapıldı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ise bu değerlendirmeleri yapan başlıca isimlerden bir tanesidir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm önerisi, bu tür çatışmalarda nasıl bir çözüm sunabilir? Bu çözüm önerisi özellikle bu iki aktör için de uygulanabilir mi?
Emperyalistler arası paylaşım gerginliklerinin ortasında yer alan Ortadoğu’da, bölgesel hegemonya gerilimlerinin de katkısıyla oluşan durum bitmez tükenmez bir gerilim ve savaş ortamı yaratmaktadır. Bu rekabet ilişkilerinin devam etmesi bölgede hiçbir zaman huzurun ve barışın olmasına imkân vermediği gibi yaratılan tüm değerlerin de savaşlar yoluyla imha edilmesine ve bölge haklarının sefaletine neden olmaktadır. Bu konuda Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik konfederalizm, bölge halklarının barışa ve refaha kavuşabilmeleri için tek seçenek gibi durmaktadır. Zaten başka hiçbir barışçıl proje de ortada yoktur.
Yine Ortadoğu’daki savaşların geneline baktığımızda, kapitalist modernitenin çatışmaları çözmek yerine derinleştirdiğini görüyoruz. Öcalan’ın Demokratik Sosyalizm perspektifi, bu döngüyü kırmak için hangi somut alternatifleri sunuyor?
İnsanlığın kurtuluşu rekabet değil küresel düzeydeki bir dayanışmada yatar. Bilimsel sosyalizm olarak da nitelediğimiz Marksist düşünce kendisini enternasyonalizm ve dayanışma toplumu yaratma amacıyla temellendirmiştir. Ancak reel sosyalizm uygulaması bir bütün olarak bürokratik merkeziyetçi burjuva devletin tekrarı ve ondan da vahim olmak üzere siyasal tekelcilik temelinde şekillenerek bu amacın tam karşısında hayat bulmuş ve bunun sonucu olarak da ürettiği iç çelişkilerin ağırlığına dayanamayıp yıkılmak ve kapitalizme dönmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle sayın Öcalan’ın da yerinde olarak işaret ettiği gibi sosyalizmi yeni baştan demokratik temeller üzerinde, birey toplum ilişkisini yeniden formüle ederek, yerel iktidarların temel örgütlenme biçimi (komün-sovyet-konsey-şura) olarak kabul edildiği ve herhangi bir otoriter merkeze tabi olmadan özerk varlıklarını sürdürdükleri yapılanmayı ve komünler arası dayanışmayı esas alan temelde yaşadığımız dijital çağın gerçekliklerine yanıt verebilecek bir anlayışla yeniden üretmek insanlığın yok oluştan kurtuluşunun temelini oluşturur.
Öcalan’ın “Demokratik Ulus” kavramı, farklı etnik ve dini toplulukların bir arada yaşamasını hedefliyor. Yaşanan savaşlara ve derinleşen ayrışmalara bakıldığında bu model, Ortadoğu’nun çok kültürlü yapısında nasıl bir birleştirici rol oynayabilir?
Ulus devletlerin birbirine karşı rekabet temelinde konumlanmaları insanlık tarihinin karşılaştığı en büyük felaketler arasında yer alır. İnsanlık, daha önce de devletlere sahipti ama kapitalizmle birlikte ulus devletlerin ortaya çıkışının yarattığı kadar büyük bir felaketle karşılaşmamıştı. 20 Yüzyılda belki de insanlık tarihinde savaşlarda katledilmiş insanların sayısının toplamından fazla insan iki büyük küresel savaşta katledildi ve şimdi toptan yok oluşa varabilecek olan bir üçüncüsünün eşiğinde bulunuyoruz. Onun içindir ki, sadece bir ülkede ya da bölgemizde değil küresel düzeyde bir demokratik uluslar topluluğunun dayanışma temelinde yaratılması zorunluluktur. Bu yoldaki ilerleyiş, her ülkenin kendi içinde başlayıp, bölgesel ve küresel bir düzeye ulaştırılabilir.
Rojava’daki demokratik özerklik deneyimi, Öcalan’ın fikirlerinin pratikte uygulanabilirliğini gösteriyor. Ancak, İran-İsrail gibi daha karmaşık ve küresel aktörlerin dahil olduğu çatışmalarda bu modelin uygulanabilirliği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Elbette bölge devletlerine göre Rojava gibi daha küçük bir nüfusun olduğu alandaki uygulama ile on milyonları kapsayacak bir uygulamanın zorluklarını SSCB ve Çin deneyimlerinde gördük. Model örnek olup gittikçe daha büyük kitleleri sarmaya başladığında, kapitalist sisteme alternatif olabileceğini kanıtladığında, dünya oligarşisinin tahammül sınırlarını aşar ve bugünkünden farklı olarak ortak bir düşmanlıkla yüz yüze gelir. Paris Komününden bu yana, dünya oligarşisinin böyle tehditlerin karşısında kendi aralarındaki çelişkileri bir yana koyup bu seçeneği yok ettikleri örneklerle doludur. En vahimi de, Rusya’daki iç savaşın tüm dünyaya karşı bir savaşa dönüşmek zorunda kalmasıyla, yüzyüze gelinebilecek zorlukları bize somut olarak gösterir.
Sorunların büyüdüğü yerde insanlar yerel dayanışma temelinde örgütlenmeyi kolayca terk edip bürokratik merkeziyetçi bir yapıya yönelmeye, içinden çıktıkları kapitalist toplumun ona sunduğu özendirici örnek ve yarattığı rekabet sonucu kolayca yönelebildiler. Ancak yine de kapitalizmin bünyesinden başlayarak sosyalist insanın yaratılmasını esas alan bir anlayış temelinde örgütlenip bir politik devrimden sonra da bu amacı en öne koyarak küresel düzeye varabilecek geniş çaplı dayanışma toplumlarının yaratılmasının mümkün olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar var olan her toplum biçimi kendisini taşıyacak insan tipinin omuzlarında yükselmiştir. Onun için dayanışmaya dayalı bir sosyalist toplum da ancak “var olmayı yanındakini var etmekle mümkün gören” dayanışmacı bir insan türünün yaratılmasıyla mümkün olabilir.
Öcalan’ın 27 Şubat 2025’teki “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasete bırakmasını öneriyor. Bu çağrı, Ortadoğu’daki diğer çatışmalar için nasıl bir ilham kaynağı olabilir?
Silahların konuştuğu yerde insanların söz hakkı en düşük düzeye iner. Büyük ya da küçük, haklı ya da haksız her savaş, insani ilişkilerin ortadan kalkması, birbirini yok etmeye yönelmesi ve bunun için akıl almaz kötülüklerin örgütlenmesi anlamına gelir. Şayet gerçekten demokrasi isteyen bir iktidar biçimi ortaya çıkarılabilir ve Sayın Öcalan’ın önerisi demokratik toplum yaratma yoluna girilebilir ise (ki, faşist iktidarın muhalefete yönelik darbesinin ardından ortaya çıkan toplumsal hareketlilik bunun gerçekleşme umudunu artırmaktadır, bu sadece Türkiye halklarının huzura ilerlemesi değil, verdikleri bu örnek sayesinde de tüm bölge halklarının hayatını burnundan getiren ilişkilere son verilebileceği umudunun bölgede yeşermesi anlamına gelecektir. Bunun için silahların sustuğu ve demokratik ilişkilerin geliştirildiği bir durumun yaratılabilmesi, bütün bölge halkları için muazzam bir özendirici örnek oluşturur.
Demokratik Sosyalizm ve konfederalizm, bölgedeki hegemonik güçlerin direnciyle karşılaşabilir. Sizce bu modelin yaygınlaşması için halkların ve uluslararası dayanışmanın rolü nedir?
Demokratik Sosyalizm ve konfederalizm tüm bir kapitalist sistemin düşman olacağı bir seçenek oluşturmaktadır. Bölge ülkelerinin demokratik ilişkiler içinde AB ilişkilerini de aşacak bir biçimde bir araya gelmeleri, bölge üzerinde hegemonya planları yapan büyük güçlerin etkisiyle en başından imkansız kılınmaya çalışılmaktadır. Zira, zayıf bir ihtimal de olsa böyle bir gücün sosyalizm bile olmadan ortaya çıkması, bölge üzerindeki hegemonya planlarını boşa çıkarır. Bu onları, bu girişimi başından engellemeye sevk edecekken, bunun bir de demokratik sosyalizm gibi, tüm insanlığı cezbedecek bir temelde yükselmesi dünya oligarşisini çılgına çevirecek bir teklif oluşturur. Ama insanlığın kapitalizmin yarattığı yabancılaşmadan ve hatta yok oluştan kurtuluşu da ancak bu projenin başarıya ulaşmasıyla mümkündür.
Bu savaş sürecinde Kürtlerin bölgesel konumu ve stratejik önemi ne olur ve sizce Kürtler bu denklemde ne tür bir siyasi duruş geliştirmelidir?
Kürtlerin kendi iradeleri dışında dört parçaya bölünmüş olması bir talihsizlik olmuş olsa da bugün en azından bölge halkları açısından demokratik konfederalizmin gerçekleştirilebilmesi açısından son derece önemli bir durum yaratmaktadır. Tarihsel bir talihsizlik bugün sanki yeni bir talihin yaratılmasının temeli olmuş gibidir. Birinci olarak Kürtler birlikte yaşadıkları diğer uluslarla birlikte yaşamanın deneyimine sahip olarak bütün bölge halkları arasında bir birleştirici olarak rol oynayabilirler. Bunun için elbette ki, Kürt halkının ve birlikte yaşanan tüm diğer halkların da böyle bir ortak yaşam konusunda irade geliştirmiş olmaları gerekir. Bu iradenin Kürtlere ait olan kısmını Öcalan önderliğinde gelişen dört parçadaki mücadelelerde ve özel olarak da Rojava’da gerçekleşen yapılanmada Kürtler ortaya koymuş bulunuyorlar. Ancak bugüne kadar olan gelişmelerde diğer halkların henüz bu teklife hak ettiği önemi verip benzer bir zihniyet geliştirebildiğine tanık olamamaktayız. Ancak insanlık tarihi açısından kısa sayılabilecek olan bir dönemde ortaya çıkan bu durum kanımca hak ettiği değeri kazanacak ve bölge halklarının Kürtlerin yarattığı köprüler üzerinden geçerek birbirleriyle kaynaşma ve dayanışma içine girmelerini sağlayacaktır.