Öncelikle bu uluslararası forum fikrini geliştirip organizasyonunu yapan ve bizleri burada buluşturan yoldaşlara teşekkür ediyorum. Bu vesile ile, kavgasını verdiğimiz, sınıfsız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için devrimci mücadeleler tarihimiz boyunca dünü bugüne bağlayan köprünün inşasına tuğla koyan tüm komünistlerin anısı önünde saygıyla eğiliyor, sizleri enternasyonalist duygularımla selamlıyorum.
Dünya kapitalist sistemi çok katlı yapısal bir krizden geçiyor. Küresel ekonomideki kriz, durgunluk, finans kaynaklı oynaklık, dönemsel çöküşler şeklinde devam ediyor. Buna bağlı olarak, hemen hemen bütün ülkelerde hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, otoriter rejimlerin kurulması, yeni faşizm biçimlerinin yükselişi siyasetteki krizi gösteriyor. Ekolojik kriz yapısal krizle iç içe geçiyor.
Yüksek sömürü oranları ve düpedüz yağmayla birikim sistemini sürdüren neoliberal kriz yönetimi her ülkede faturayı emekçi halka kesiyor. Toplumsal bölünmeler, sağcı, otoriter ve popülist siyasal biçimlerle ambalajlanan milliyetçilik, ırkçılık, dincilik ve şiddet yoluyla denetim altına alınıyor. Dünyanın bir çok ülkesinde, Trump, Erdoğan ve Putin gibi liderler bu denetimin figürleri olarak boy vermektedir. ABD açıkça Avrupa’daki faşist hareketleri desteklemektedir. Trump’ın yemin töreni dünya genelindeki aşırı sağcıları buluşturdu, oluşturdukları ulusötesi ağları genişletmeleri için de bir fırsat sundu. Aşırı sağcılar, yürüttükleri ideolojik savaş için para bulmakta zorlanmıyor. En ünlü destekçilerinin başında Elon Musk ve fosil yakıt milyarderi Charles Koch yer alıyor. Kısacası emperyalizm siyasal ve ideolojik gericiliği bütün dünyada geliştiriyor. Ortaçağ gericiliği eliyle Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. ABD’nin bölgedeki koçbaşı İsrail Gazze’de soykırım uygulamış, 60 bin insanı katletmiştir. Suriye’de ABD ve Türkiye’nin himayesindeki radikal islamcılar ülkesini bırakıp kaçan Esat rejimini bahane ederek alevilere soykırım uyguluyor. Bütün bunlar, gerek Gazze ve gerekse Suriye’de tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor. Şimdiden 7 bin alevi insan katledildi. Orada da siyasal-İslamcı faşist bir rejim kuruluyor. Afrika’da iç savaşlar devam etmekte, cihadist teröristlerin saldırıları yaygınlaşmaktadır.
Kapitalist sistem için tayin edici özellik, sonsuz sermaye birikiminin sürekliliğidir. Kapitalizmin normali olarak düşündüğümüz şey, dengeye dönme basıncının tüm dengeden uzaklaştırma basınçlarından daha büyük olduğu dönemdir. Yapısal krizde dalgalanmalar, basınçlar geniş çaplı ve devamlı olur. Sistem denge durumundan giderek uzaklaşır. Bu evrede sistemin denge durumundan çok uzaklaştığını gösteren gelişmeler var. Bu gelişmeler artık kapitalistlerin sonsuz sermaye birikimlerini sürdüremeyecekleri bir evreye işaret ediyor. Her tarihsel sistem gibi gelişmesinin sınırlarına dayanan kapitalizm, siyasal rejimleri faşizme sürüklerken askeri çatışmaları, savaşları da tırmandırıyor.
Teknolojinin emek yerine makinaları geçirmesi son 30 yılda bilgisayarlaşma ve enformasyon biçiminde gerçekleşti. Teknolojinin emeği yerinden etmesi belirli bir haddi aştığında kapitalizm için de ölümcül bir kriz yaratacaktır. Sermayenin emek gücüne saldırısı olarak gelişen teknolojik işsizlik, emekten tasarruf etmek için donanımda ve örgütlenmelerde yenilikler yapmanın ve böylece daha düşük maliyette üretim yapmak için istihdam ihtiyacını azaltmanın sonucudur. Makineleşme yüzünden işçi sınıfının görece küçülmesinden kapitalizm orta sınıfın yükselmesiyle kurtulmuştu. Şimdi bilişim teknolojileri,beyaz yakalılardan, yönetici ve memurlardan, eğitimli profesyonellerden oluşan orta sınıfı küçültmeye başladı; şimdiden üçte-ikisi işinden oldu. Yapay zekanın alanı genişledikçe orta sınıf emeğinin yok olma süreci tamamlanmış olacak. İnsanların yaratıcı düşünme kapasitesini taklit edebilen yapay zekanın geliştirildiği ve yönettiği bir dünyaya giriyoruz ve bunlar da sermayenin elinde (Füzeye dönüştürülmüş insansız hava araçlarını, kamuoyunu manipüle eden sahte videoları düşünün). Bu neredeyse bütün işlerin insanların yerine bilgisayarlar ve robotlar tarafından yapılacağı bir süreç demek. Nüfusun büyük bir kısmı işsiz kalacak ya da kısmen düşük ücretli ağır hizmet sektöründe çalışacak. Otomatikleşmiş bir dünyaya geçilecek. Bu, Marx’ın, ‘insanın özgürleşmesi için işin ortadan kalkması gerekir’ dediği noktadır. Dolayısıyla bu insanlığın bekası için, devrimin kaçınılmazlığını da gösteren bir süreçtir. Çünkü teknolojik işsizlik eşitsizliğin katlanarak arttığı bir sonuç doğuracak, zenginlik küçük bir azınlık olan robot sahipleri sınıfının elinde toplanacak ve sermaye egemenliğinin bir aracı olarak devlet de tekno-totaliter bir devlete evrilecektir.
En önemli tehlike giderek büyüyen ekolojik krizdir. Bu kriz, su ve gıda savaşlarına ve göçlere yol açıyor. Krizin kapitalist koşullar altında çözülmesi, Batı merkezli hükümetlerin ve şirketlerin enerji dönüşümü politikasını terk ettikleri dikkate alınırsa, neredeyse imkansızdır. ABD’li yetkililer, enerji dönüşümü politikalarının ve iklim değişikliği ile mücadelenin hem ekonomik büyümeyi hem de NATO’nun enerji güvenliğini zayıflattığını söylediler. İklim değişikliğinin, doğal kaynakların yok edilmesi ve insan faaliyetlerinin diğer sonuçlarıyla, ekosistemi ya da hem yaşamı hem de yaşam alanlarını tehdit etmesi sermayenin ve hükümetlerin umrunda değildir. Dolayısıyla, ekolojik krizin kapitalizmin yapısal kriziyle birleşerek birbirini koşullandırdığı bir evreye geçiyoruz. Bu, ekolojik hareketin de anti-kapitalist bir yönelim kazanmasını ve ortak bir çözüme motive olmasını sağlıyor. Ekolojik krizin bir sonucu olarak kuzey kutbunda buzulların erime sürecine girdiği bir olgudur. Bu bir yandan da emperyalist saldırganlığı artırıyor. Yeni maden yataklarının ortaya çıkması ABD’nin iştahını kabarttı. Grönland’ı ilhak etmeyi hedefliyor. Öte yandan buzulların erimesi ile alçak yerlerin su baskınına uğraması deniz seviyesine yakın havzalarda göçü de artıracaktır. Göçler de emek piyasasında rekabeti getirecektir.
Yapısal krizi birçok parametre farklı düzeylerde derinleştirecektir. Sağlık giderlerinin aşırı yükselmesi, etnik ve dini çatışma, ekolojik kriz, kıtalararası büyük göçler, süregelen bölgesel savaşlar.. Bunlardan bazıları teknolojik işsizlik krizini derinleştirecek, bazıları devlete basınç oluşturarak çöküşünü hızlandıracaktır. Kapitalizmin krizini yönlendiren mekanizmalar farklı ülke ve bölgelerde farklı yoğunluklarda işler. Merkezden çevreye doğru çelişkiler keskinleşir. Bilgisayarlaşmanın artışı ve her türlü sektörde işlerin azalması her yerde devam edecek, emek ücretlerinin daha da düşmesine yol açacaktır.
Savaşlar kaybeden tarafta devrim durumunu geliştirir, ama savaş masrafları devletin mali krizini artırdığı için kazanan tarafta da aynı potansiyeli barındırır. Bu bakımdan Ukrayna, Rusya ve Türkiye devrimci bir durumun gelişmesine yol açabilecek potansiyele sahiptir. Türkiye belirli bir devletle savaşmadı ama Suriye’de iç savaşın bir tarafı oldu. Suriye’nin kuzey doğusunu işgal etti. Irak’ta ve Suriye’de Kürtlerle savaşı sürdürüyor. Libya’da yine iç savaşın bir tarafı oldu. Yükselen emperyalist bir güç olarak Afrika kıtasında çok sayıda ülkede üsleri var. Afrika’da askeri, ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler geliştirdi. Ancak bunun çok büyük bir maliyeti oldu. Derin ekonomik ve siyasal bir kriz içinde.
Tarihsel deneyimler, merkez ülkelerde başlayan gümrük tarifeleriyle ekonomik izolasyon politikalarının genelleşmiş bir depresyona, büyük felaketlere yol açtığını gösteriyor. ABD’de 1930’lardaki gümrük tarifeleri, korumacılık eğilimlerinin genelleşmesine, küresel ticaretin parçalanmasına, Büyük Buhran’a, Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesine, tüm Avrupa’da faşist rejimlerin çoğalmasına ve sonuçta II. Dünya Savaşı’na yol açmıştı. Trump yönetiminin Çin, Meksika, Kanada ve Avrupa Birliği’ne yönelik yeni gümrük tarifeleri derken uluslararası ticaret ağları parçalanmaya başladı. Bu tarifeler (ticaret savaşları) yalnızca Amerikan ekonomisini değil, küresel tedarik zincirlerini ve Avrupa ekonomisini de etkiliyor. Avrupa’da üretim düşerken işsizlik riski artıyor ve ekonomik durgunluk sinyalleri güçleniyor. Bunların sonucu olarak resesyon, hatta depresyon olasılığından söz edilmeye başlandı.
Öte yandan, Trump’ın Rusya’ya yakınlaşması, Ukrayna’ya askeri desteği kesmesi, Avrupa’daki güvenlik dengelerini kökten değiştirdi. NATO üyeleri, ABD’ye artık güvenemeyeceklerini fark ederek kendi güvenlikleri için hızla silahlanmaya başladılar. Avrupa Birliği de askeri yatırımları artırmak için 150 milyar Avro’luk bir ortak savunma fonu kurmayı tartışıyor. NATO’dan bağımsız bir Avrupa ordusu fikri yeniden gündeme getirildi. Avrupa komisyonu başkanı, AB’nin artık yeniden silahlanma çağında olduğunu ilan etti. Sosyal harcamaları kısarak ‘’refah devletinden savaş devletine geçiş” eğilimi, artan işsizlik, hızlı yoksullaşma, faşist hareketlerin daha da güçleneceğini düşündürüyor. Avrupa içinde bir yandan Trump yönetiminin öte yandan Rusya’nın kışkırtmaya devam ettiği siyasi bölünmeler Avrupa Birliğinin sürdürülebilirliğini riske sokuyor. Tüm bu dinamikler II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da, küresel jeopolitikte görülmemiş dönüşümleri gündeme getiriyor. Bu tablo bir yandan da hegemonya mücadelesinin dışa vurumudur.
Dünya ekonomisinde hegemonyanın anlamı bir devletin tüm diğer devletlerin işleyişine bir kurallar kümesi dayatması ve böylece dünya sisteminde kendi egemenliğinde göre bir düzen sağlamasıdır. Trump yönetimi ilk günden beri ABD’nin sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek için, II. D.Savaşı sonrası kurulan uluslararası kurumsal düzeni de yıkmayı içeren haydutça bir politika izliyor. Sert önlemlerle dünya ekonomisine yeni bir düzen vermeye çalışıyor. Ancak en büyük rakibi olarak gördüğü Çin’in dünya ekonomisinde giderek artan rolünü kısıtlayabilecek mi? Rusya’yı Çin’den koparıp devre dışı bırakabilecek mi? 40 üyeye ulaşan BRICS ülkelerinin ortak para oluşturma adımlarını engelleyebilecek mi? Bütün bu gelişmeler ve sorular yeni bir emperyalist savaşın tırmadığına işaret ediyor.
Bütün bu koşullara rağmen genel olarak sol hareket, sınıf mücadelesi geri çekilmiş bulunuyor. Üstelik, Avrupa’daki sol partilerin çoğu, tıpkı I. Dünya savaşı eşiğinde II. Enternasyonal partilerinin yaptığı gibi, Rusya-Ukrayna savaşında kendi ülkelerinin savaş bütçelerini destekliyor. Kapitalist sistemin, devlet kapitalizmi biçimini de alsa, köleci ve feodal formların birleşimi altında sermaye imparatorluğuna dönüşmesi muhtemeldir. Sermaye egemenliği altında başka türlü olamaz.
Bu tablo, genel olarak, sınıf mücadelesinin eski biçimler altında sürdürülmesine el vermiyor. Dolayısyla, kapitalizmden komünizme geçiş konusu, özellikle Sovyetler’in çöküşünden sonra marksist hareketin temel sorunu olmaya devam ediyor.
Öte yandan kadın hareketinin teorik ve politik açılardan gelişmesiyle birlikte yaşamın üretimi yanı sıra insan türünün tüm canlılıkla birlikte yeniden üretimi sorununun gündeme gelmesi; ekolojik krizin, insan-doğa uyumunun tasavvur edilen yeni toplumsal düzenin temel tanımlayıcı özelliklerinden biri haline gelmesini veya ekolojik toplum tasarımlarını motive etmesi.. Bütün bunlar, kapitalizmden komünizme geçişi, dolayısıyla proletarya devrimini yeni kavramsal araçlarla inşa etmemizi zorunlu kılıyor.
Proletarya devrimi diyorum. Marx’ın bu önermesi, postmodern ve post-marksist teorilerin geçersiz kılma çabalarına rağmen, geçerlidir. Komünist manifesto iki temel sınıfa vurgu yapıyordu. Bugün kapitalizm bütün ara sınıfları proletaryanın saflarına katarak, toplumun ezici çoğunluğunu proleterleştirerek, Manifesto’nun tanımına uygun hale getirdi.
Böylesi yapısal kriz dönemlerinde bilinçli küçük toplumsal hareketlerin çok büyük etkileri olur. Küresel düzeyde eşitsizliğin arttığı, servetin küçük bir azınlığın elinde toplandığı, mesela, Amerikalı 3 iş adamının servetinin 170 milyon Amerikan vatandaşının toplam gelirine eşit olduğu koşullarda, özgür iradenin belirlenimciliğe baskın çıktığı bu dönemlerde kelebek etkisi denen şey yaşanır. Ama bu hareketin nasıl ve hangi bilinçle örgütlendiği çok önemlidir. Artık öznel iradenin, öncünün inşası ertelenemez bir görevdir.
Bütün mesele örgütlenme sorununda düğümleniyor. Özellikle 20. yüzyılda örgütlenme siyasal iktidarın fethine yönelik olarak şekillenmişti. Üretim ilişkilerinin dönüşümü ise devrim sonrasına bırakılmıştı. Dolayısyla, proletaryanın politik öz örgütlenmeleri olarak geliştirdiği konseylerin veya sovyetlerin inisiyatifi kırıldı. İktidar bürokrasinin eline geçti. Bugün hem siyasal iktidarın fethini, hem de üretim ilişkilerinin dönüştürülmesini, ya da bu ilişkiler üzerindeki iktidarı birlikte düşünmek zorundayız. Emekçi kadın hareketini ve ekolojik hareketleri de kapsayan anti-kapitalist, anti-emperyalist emek cepheleri oluşturmak ve bu cepheleri birbirine bağlayacak dünya örgütünü, I. Enternasyonal tipinde bir enternasyonal örgütlenmeyi hayata geçirmek zorundayız. İnsanlığın ve dünyanın kurtuluşu için devrim artık bir zorunluluktur.
Yaşasın enternasyonalizm, Yaşasın Devrim!
* Uluslararası İşçi Komitesi (İng. IWC) Kasım 2016’da Hindistan’ın Mumbai kentinde 28 ülkeden delegelerin katılımı ile toplanan bir konferansın kabul ettiği Manifesto’ya dayanarak kurulmuş. Açık adı Savaşa ve Sömürüye Karşı Bir İşçi Enternasyonali için Uluslararası İşçi Komitesi. IWC bu yılın başlarında “Küresel bir Emperyalist Savaşa karşı Acil Enternasyonal Toplantı Çağrısı” yapmıştı. Toplantı 21-22-23 Mart günlerinde Paris’te 53 ülkeden temsilcilerin katılımı ile gerçekleştirildi. Yukarıdaki yazı Mehmet Özgen’in orada yaptığı konuşmanın metnidir.