“Bizim hikâyemizi bizden duymadan hiçbir şey öğrenmiş sayılmazsınız.” — Helios Gómez
Türkiye’de Roman kimliğimiz toplumun gözünde sürekli tüketim nesnesi olarak görünür, fakat Roman öznesi olarak karar mekanizmalarında görünmez durumdadır.
Bu çelişki, biz Romanların toplumdaki yerini açıkça tarif eder:
Düğün ya da eğlence organizasyonu olunca, “Roman” olarak isteniriz. Mecliste temsiliyet olunca, Roman özne olarak yok sayılırız. Ekranda reyting ve imaj için “Roman” olarak karikatürize ediliriz. Barınma hakkı konuşulduğunda, Roman halkı olarak dışarda tutuluruz. Yani görünen şey imgemizdir, görünmeyen ve inkar edilen ise hakikatimizdir.
Bu nedenle; salt “Roman” görüntüsü nesneleştirilmiş kültürel bir manipülasyon; Roman hafızasının inkarı ise politiktir.
Bu bakış açısı içinde Roman kimliğimiz, eğlenceyle ilişkilendirildiğinde serbest; hak ve eşitlikle ilişkilendirildiğinde tehdittir. Bu durum ise rastlantı değil; iktidar tarafından sürdürülen bilinçli bir şiddet politikasıdır.
Diğer yandan toplumun bilinçaltı da bu yok saymayı şöyle fısıldar:
“Roman hep burada olsun… ama asla masamda olmasın.”
Özetle biz Roman halkı her yerde kültürel olarak tüketiliriz, siyasal olarak bastırılırız. Ve tam da bu nedenle; Roman mücadelemiz, kolektif özneleşme anlamında da temsil mücadelesidir.
Kimin hikâyesi? Kimin otoritesi?
Biz Romanların hafızası sürgünlerin, köleleştirmenin, zorunlu iskânın, kriminalizasyonun ve pogromların hafızasıdır. Ancak bugün bu tarih şu söylemlerle hafifletilmeye çalışılır:
“Benim büyükannem de biraz çingeneymiş.”
“Roman kültürünü çok seviyorum, o yüzden temsil ediyorum.”
Bu sözler ilgi ifadesi gibi görünse de otorite devşirme girişimidir. Çünkü: Kimin sözü geçerlidir? Kim tanımlar? Kim meşruiyet dağıtır?
Cevap hep aynı: Roman olmayanlar.
Biz Romanlar adına konuşan herkes, Romanların söz hakkını daraltır. Böylece bilgi, kimlik ve temsil üzerindeki hakikatimiz ve irademiz bizden alınır.
Sonuç açıktır; biz Romanların hafızasını açıklamayan, halkımız adına söz kuramaz. Bu yüzden temsil, Roman için bir varlık-yokluk eşiğidir.
Yeni kolonyal düzen: Toprak değil, kimlik sömürgesi
Sömürgecilik biçim değiştirmiştir. Artık toprak değil, kimlik sömürgeleştirilmektedir. Coğrafi alanlar değil; insanların hafızası, kültürü, temsili kolonileştirilmektedir.
Bu bağlamda Roman kimliğimiz; projelere, konferanslara, festivallere, raporlara, akademik fonlara ve medya içeriklerine kaynak sağlar. Ama tüm bu alanlarda biz Romanlar; yer yer katılımcı gibi gösterilen ama aslında gözlenen, sınıflandırılan ve yönetilen bir nesneye indirgeniriz.
Yani, bizim kültürümüz manipüle edilerek kullanılır ve yine bizim üzerimizden kararlar alınır ama söz bize verilmediği gibi silinir.

Bu yeni kolonyal düzenin temel mantığı açıktır; “Romanlık” ekonomik olarak gereklidir ama Roman olmak politik olarak gereksizdir.
Çünkü kültürümüz; turizm ve moda pazarlamasına meta, müzik endüstrisine vitrin ve ulusal festivallere dekoratif olarak yer edinir. Ama barınma politikalarında adımız yoktur, eğitim reformlarında sözümüze izin verilmez ve eşit yurttaşlık tartışmalarında asla adımız geçmez. Kültürümüz sergilenebilir ama varoluşumuz tehdit olarak görülür.
Bu süreç üç aşamada işler:
Tanımlama: Kim olduğumuzu bizden önce roman olmayanlar tanımlarlar. Sözün otoritesi onlarındır.
Dolaşıma Sokma: Romanlığı meta hâline getirirler. Kültür satılır, kimlik paketlenir.
Denetim: Biz Romanların hareketi, sözü ve siyaseti kısıtlanır. Kimliğimiz kontrol altına alınmak istenir.
Tüm bunlar sosyolojik bir sorun değil, sömürgeciliğin güncel mekanizmasıdır. Ve Türkiye’de de Avrupa’da da aynı politik şema işler; Roman kimliğinin makbul olanını göster, Roman olmanın hakikatini, tarihini ve sözünü sakla.”
Sonuç olarak; kimliğimiz sahnelenirken biz sahneden atılırız. Kimliğimiz performe edilirken biz kriminalize ediliriz. Kimliğimiz pazarlanırken biz marjinalleştiriliriz.
İşte bu nedenle diyoruz ki; Roman olmak bir kültürel vitrin değil siyasal varoluş hakkıdır. Ve kimliğimizin sömürgeleştirilmesine karşı biz Romanların direnişi, bugünün en kritik anti-kolonyal hattıdır.
Görünmez özne, görünür önyargı
Biz Romanlar üzerine herkes konuşur: akademisyenler, gazeteciler, bürokratlar, STK’lar ve güvenlik güçleri…
Peki, sözün ve bilginin gerçek sahibi bizler?
Var gibi gösteriliriz, yok gibi muamele görürüz. Bizi dinler gibi yaparlar, ama karar verici olmamızı tehdit olarak görürler. İşte bu epistemik sömürgeciliğin kendisidir.
Bu sömürge biçiminde, deneyimin sahibi değil deneyimi sınıflandıran konuşur. Bu yüzden bilgi değil, iktidar üretilir. Bir toplantıya çağrılırız, salt bir fotoğraf karesi için. Biz çalıştaya çağrılırız, salt katılımcı listesi tamamlansın diye.
Yani izin verilen şey; temsilen bulunma hâlimizdir, temsil etme hakkımız değil.
Sistem açık şu şiddeti kurar; “Konuşabilirsin ama yetki, güç ve karar bizde olmak kaydıyla.”
Bu yalnızca sosyal bir hiyerarşi değil, örtülü toplum dışlamasıdır.
Biz Romanların bilgi hakkının gaspı, gelecek hakkımızın da gaspıdır. Çünkü sözün olmadığı yerde özne de yoktur.
Proje pazarı: bizim acımız onların mevkii
Roman yoksulluğunun son bulması için sayısız proje yürütülür. Ancak gerçek şudur: eğer sorun hâlâ dipteyse, proje neyin kanıtıdır?
Cevap açıktır aslında; yoksulluk çözülmez, yoksulluk finanse edilir. İşte bu finansman; kariyer üretir, prestij sağlar, uzman yetiştirir ve rapor çoğaltır. Ama biz Romanlarını haklarını ileri taşımaz. Kolektif mücadelemizi daraltır hatta nesneleştirir. Çünkü Roman halkının sorunundan beslenen bir yapı, aslında bizlerin sorunlarını çözmeyi çıkarına uygun bulmaz.
Sektörün istediğin açıktır, sorun sürsün ki proje sürsün. Yoksulluk devam etsin ki fon akışı devam etsin.
Bu nedenle asıl hakikat; biz Romanları nesneleştiren “yardım” modeli ve her proje, bizleri özneleştiren her kolektif düşünceyi, politikayı ve örgütlü mücadeleyi geciktirir ve hatta kırar.
Bu yalnızca fırsatçılık değil, ekonomik sömürü düzeninin de kurumsallaşmış hâlidir. Bizim yoksulluğumuz, onların kariyer planıdır. Bizim dışlanmışlığımız, onların teşvik puanıdır.
Bizim acılarımız, uğradığımı şiddet ve ayrımcılık, ırkçılık, dışlanma onların toplantı takviminden başka bir şey değildir. Kurdukları sahte gözyaşları ve itirazları imajları ve statüleri için vazgeçilmezdir. Sırf bu sebepten biz Romanların hafızasını ve hakikatini meze yapı yiyorlar!
Ama artık gerçek olanın farkındayız. Bu kurdukları sistemde kimlerin güçlendiğine görünce, adaletin tarafını da hemen anlıyoruz. Çünkü; fon kesilince biz Romanlar yok sayarlar, bizler konuşunca da fonları kesilir. Bu yüzden proje pazarı değil, hak mücadelesi şarttır.
Medya: Stereotip üretiminin fabrikası
Medya Romanlığı bir toplumsal kimlik olarak değil, bir içerik formatı olarak ele alıyor. Komedide alay figüründe öteye taşımıyor. Haberlerde, tehlike unsuru olarak yaftalıyor. Dizilerde, alt sınıf egzotizmi kuruyor. Magazin dilinde ise kimlik fetişi yaratıyor.
İşte bu temsiller yalnızca yanlı değil; toplumsal şiddeti meşrulaştıran ideolojik araçlardır. Çünkü; ekranda karikatürleştirilen kimlik, sokakta değersizleştirilir. Mizaha teslim edilen ayrımcılık, hukukun dışına kaçırılır.
Medya, biz Romanlara yönelik güvensizliği normalleştirir, yoksulluğu kişiselleştirir, dışlamayı haklılaştırır ve önyargıyı yeniden üretir. Toplum gülerken, bizler görünmez oluruz. Yapısal şiddet ise kadrajdan çıkarılır.
Ve hikâyemiz bizden alınarak bizim olmayan dillerle anlatıldığında, biz Romanlar varızdır ama insan olarak değil, seyirlik malzeme olarak.
Bu nedenle medya yalnızca eğlence üretmez, Roman düşmanlığının kültürel altyapısını da inşa eder.
Güldükleri yerde, hakkımızı gasp ederler. Eğlence bittiğinde bile önyargı devam eder. Çünkü meseleleri aslında imaj değil, şiddeti ve inkarı meşru zemine oturtma istekleridir.
Kültürümüzün çalındığı yer: Sahnede biz yokuz
Biz Romanların kültür hafızası Avrupa sanatının kalbidir. Ancak kültürü var eden bizler hikâyeden dışlanır.
Bu dışlama üç aşamada işler:
Egzotikleştirme: Roman kimliğimiz tüketilebilir bir imgeye indirgenir. Böylelikle kolektif hafızadan uzaklaştırılırız.
Ticarileştirme: Roman kültür hafızamıza dair her şey kapitalizmin pazarına kazanç olarak sunulur. Böylelikle bizim olan bizimle beraber ürünleştirilir ve sonuç olarak yoksullaştırılmamız katlanarak artar.
Romantik hırsızlık: Flamenko gibi kültürel hafızamız, bizden çalınarak, “ulusal hazine” yapılır ve biz Romanlara manipüle edilmiş kültür yerine konan damgalamalar yapılır. Bu yolla kadim halkımız “güvenlik sorunu” olarak gösterilir.
O yüzdendir ki kültürümüzün popülerleştirilmesi, egzotikleştirilmesi biz Romanları özgürleştirmez; tam tersine bizlerin sömürüsünü derinleştirir.
Bu şiddet sermayesini kurucuları ve Roman kültürü olmadan eğlence sektörünün çökeceğini düşünenler bilecek ki biz Romanlar olmadan Roman hafızası çökecektir ve biz buna izin vermeyeceğiz. Bu gerçeğin gizlenmesine de izin vermeyeceğiz.
Roman kadınlarının kültürel direnişi
Roman halkımızın kadınları dünyada en çok hedef alınan gruplardan biridir. Hem ırkçılığa hem patriyarkaya aynı anda maruz kalırlar. Yani çifte sömürge altında yaşarlar.

Ancak tam da bu nedenle; Roman halkımız ayakta duruyorsa, Roman kadınlarının direnci ve kolektif mücadelesi sayesindedir. Çünkü o kadınlar; belleğimizin taşıyıcılarıdır ve tarih onların hafızasında saklanır. Kültürümüzün koruyucularıdır ve dil, müzik, ritüel onların emeğiyle sürer. Toplumsal dayanışmanın merkezidirler ve kriz anında ilk örgütlenme onlardan çıkar. Direnişin ilk savaşçılarıdır ve mahallelerimizi, sokaklarımızı, evlerimizi korurlar.
Roman kimliğimizi nasıl yaşayıp nasıl aktaracağımızı belirleyen, işte bu kültürel ve siyasal özneleşme gücüdür.
Ancak hâkim anlatılar, Roman kadınlarını ya fethedilecek bir egzotik figür ya da sorunlu bir “sosyal vaka” olarak gösteren şiddet çemberleri kurar. Böylece özne olan Roman kadını, nesne hâline getirilir. Tam olarak epistemik ve toplumsal sömürgecilik burada yeniden üretilir.
Ama hiçbir Roman kadını ve hatta hiçbir kadın artık yalnız değiller. Bu dayanışmayı kuran da yine Roman kadınlarıdır.
Ulus-ötesi Roman feminist örgütlenmesi büyüyor. İspanya’daki Lankedis gibi hareketler, Roman kadınlarının kendi sesiyle politikleşmesini sağlıyor: “Biz başkalarının kurduğu hayallerin nesnesi olmayacağız; kendi geleceğimizin kurucusu olacağız.”
Lankedis gibi hareketler Roman kadınlarının sokakta, sahnede, okulda ve parlamentoda özgür ve eşit özne olarak yer alması için çalışıyor. Ayrıca bunu yalnızca feminist bir mesele olarak değil, Roman halkımızın özgürlüğünün koşulu olarak yapıyorlar. Çünkü, Roman kadınlarının özgür olmadığı bir yerde halkımız asla özgür değildir.
Roman mücadelemiz, Roman kadınlarının kolektif özneliğiyle geleceğe yürür ve irade hâline gelir.
Bugünün Roman politik hattımız şunu ilan ediyor:
Roman kadınlarının sözü kesilmeyecek.
Roman kadınlarının emeği görünmez olmayacak.
Roman kadınlarının direnişi ertelenmeyecek.
Onlar yalnızca geçmişin taşıyıcısı değil; geleceğin kurucusudur.
Toplumsal eşitsizlik: Görünen sonuç, görünmeyen neden
Barınma, eğitim, sağlık, istihdam…
Tüm bu alanlarda karşılaştığımız engeller, tekil sorunların toplamı değildir. Sistematik dışlama mekanizmasıdır. Çünkü hakka erişimimiz engellendiğinde, var olma hakkımız da engellenmiş olur.
O nedenle biz Romanların yoksulluğu “kültürel eğilim” ya da “kendi isteğimiz” değil; politik ve toplumsal bir dayatmadır. Gettolaştırma “kendiliğinden oluşum” değil; mekânsal ayrımcılıktır. Kriminalizasyon ise “tesadüf” değil; sermayenin ve egemenlerin stratejisidir.
Devlet ve egemen ideolojinin kodladığı toplum biz Romanların, politika ve toplumsal alanlarla ilişkimizi uzun yıllardır şu formülle yürütür:
Sorunu yaratır, bizi suçluya dönüştürür ve son olarak cezalandır. Zaten toplum da bu şiddetti hazır şekilde kabul edip anında içselleştirecek bir önyargıya çoktan hazırdır.
Böylece; eşitsizlik bizdenmiş gibi gösterilir, ayrımcılık cezasızlaştırılır ve hak gaspı görünmezleşir.
Biz Romanlara yüklenen her toplumsal önyargı, devlet politikalarının sorumluluktan kaçışıdır. Ve bizleri; sorunun kaynağı olarak gören ama çözümün tarafı olarak görmeyen bir adaletsizliğe konumlandırırlar.
Ama gerçek artık çıplak şekilde ortadadır. Sorun bizde değil; sistemi ayakta tutan yapısal ırkçılıktadır.
Roman eşitsizliği; kültürel değil yapısal, bireysel değil siyasal ve doğal değil tasarlanmış bir eşitsizliktir. Bu nedenle; biz Romanların eşitliği, toplumun demokratikliğinin turnusolüdür.
Biz yok sayılırsak, hakikatin kendisi yok sayılır.
Geri kazanım: Temsil, söz ve bellek bizimdir
Biz Romanlar; kendi tarihimizin ve hafızamızın araştırmacısı, anlatıcısı, karar alıcısı, kültürel üreticisi ve siyasal öznesi olmadığımız sürece, hiçbir politika halkımızın lehine işlemeyecektir. Çünkü hem temsiliyet hem de katılım yalnız tanınmak değil, tanımı belirleme yetkisidir.
Bugün Roman kimliğimiz üzerinden süren mücadelemiz, bir kültür tartışması değildir. Siyasal otoritenin kimde olduğuna dair bir mücadeledir.
Bu nedenle geri kazanım üç temel sütun üzerinde yükselir:
Sözü geri almak
Bilgiyi üreten biz Romanlar olacağız. Roman deneyimini biz analiz edeceğiz. Kavramları biz tanımlayacağız. Hakikatimizin otoritesini biz kuracağız.
Bizi tanımlayan diller değil, bizim kurduğumuz dil konuşulacak.
Çünkü hakikat Roman üzerine konuşmak değil Roman olarak konuşmaktır.
Belleği geri almak
Gizlenmiş gerçek tarih, biz Romanların gözünden ve belleğinden yazılacaktır.
Soykırımımızın adı açık ve tartışmasız anılacaktır.
Sürgün ve kölelik tarihimiz resmen tanınacaktır.
Direniş hafızamız saklanmayacak, aktarılacaktır.
Çünkü belleğimiz yalnızca geçmişin değil; geleceğimizin de direnişidir.
Temsili geri almak
Kimliğimizi tanımlama yetkisi yalnızca biz Romanlardadır. Roman Kadını adına başkaları konuşmamalıdır.
Roman kültürü, biz olalım ya da olmayalım, kesinlikle pazarlanmamalı ve tüketim projesine dönüştürülmemelidir. Eğer bir pazarlama stratejisi gerekliyse de bu yine bizlerin kabulüyle olmalıdır.
Roman politikası biz Romanlara rağmen yazılmamalıdır. Bunlar, yalnızca kültürel bir talep değil; kamusal hakkın güvenceye alınmasıdır. Çünkü, bizim adımızla konuşanlar değil, bizim sözümüzü söyleyenler meşru olacaktır.
Tüm bunların ışında geri kazanım; bir lütuf talebi değil, haklarımızın iadesidir. Ve bu mücadelemiz yalnızca Roman halkını değil; toplumsal adaleti de doğrudan ilgilendirir.
Çünkü, biz Romanların özgürlüğü, bir ülkenin demokrasisinin turnusolüdür. Söz, bellek ve temsil bize döndüğünde yalnızca biz Romanlar değil, tüm ezilen halkların hakikati de kazanacaktır.
Tarihsel yargı: Biz olmadan biz yokuz
Biz Romanlar yokmuş gibi tasarlanan her politika eksiktir. Çünkü bizi dışlar, çarpıktır, gerçeği manipüle eder ve haksızdır. Ayrıca hak sahiplerini de yok sayar.
Bizleri karar süreçlerinden uzak tutmak, yalnızca bir temsil ihlali değildir, aynı zamanda tarihsel bir şiddet biçimidir. Ve biz olmadan bizim adımıza konuşulan her söz, biz olmadan bizim adımıza kurulan her karar, biz olmadan bizim adımıza yazılan her gelecek yok saymanın ve inkarın yeniden inşasıdır.
Bu nedenle açıkça ilan ediyoruz: Biz Romanları dışlayan hiçbir yapı meşru değildir!
Biz Romanlara rağmen kurulan hiçbir düzen adil değildir!
Bizler sustuğumuzda ya da susturulduğumuzda önyargılar hüküm sürmeye devam edecektir. Ama bizler konuştukça hakikat kendine yol açacaktır ve irademiz teslim olmayacaktır.
Çünkü biz Romanlar biliyoruz; sesimiz kesildiğinde değil, sesimiz duyulmadığında zulüm başlamıştır.
O nedenle artık biz susmayacağız. Artık biz yokmuş gibi davranılamayacak. Çünkü biz buradayız ve bu kez kendi adımıza konuşuyoruz.
Gerçek hakikat ve hafıza: Romanlar
Hakikatimizin ve hafızamızın tarihsel mücadelesi adına bilinmelidir ki; Roman kimliği adına söz, temsil ve otorite hakkı yalnızca Roman halkına aittir. Bu hak ne bağışlanabilir ne de devredilebilir.
Bizler; nesne değil kurucu özneyiz, hedef kitle değil tarihsel özneyiz, figüran değil hak sahibiyiz. Çünkü kimliği üzerinde söz söylemek, o toplumun var olma hakkını kurmaktır.
Kimliğimizin yazarı biziz.
Belleğimizin taşıyıcısı biziz.
Geleceğimizin kurucusu da biz olacağız. Çünkü bu gelecek bize aittir.
Ve şu gerçeği herkes duysun: Biz Romanlar kendi hikayemizi yazdığımızda o artık masal değil, tarihsel hakikatimiz ve hafızamızdır.
Biz buradayız.
Biz konuşuyoruz.
Biz karar veriyoruz.
Amaro lav, amari zor! (Sözümüz gücümüzdür!)
